31 Ocak 2010

Bu aralar...

(you can't change everything by nerdynotdirty)


2010'un ilk ayını devirdik.

Bu 30 gün boyunca bazen kendime aşık oldum, bazen de kendimi aynada baka baka azarladım. Hayatımda aynı anda bir sürü şey var: AGM, YoungGuns, hukuk fakültesi ve yazdığım yazılar (T24,entertainbul, bloglar vs.).

Diğer yandan arkadaşlarımdan, gezip tozmaktan, şerefeler eşliğinde yapılan pek tatlı sohbetlerden de vazgeçemiyorum. Manikürsüz, saçlarım şekilsiz, makyajsız gezmeyi de kendime yediremiyorum. Haliyle bir şeyler hep eksik kalıyor. AGM toplantılarına iki hafta üst üste katılamadığımda, yazıp yollamam gereken yazıları yazmaya fırsat bulamadığım için hatırlatıcı mail geldiğinde, Uğur Hoca YoungGuns'a daha çok zaman ayırmamız gerektiğini vurguladığında kendime çok kızıyorum.


Tam tersine bütün yoğun bir şekilde time plan hazırlayıp çıkışta kız arkadaşlarımla buluşup gece eve geldiğimde köşe yazımı yazıp, gecenin bir yarısı saçıma dip boyası yapıp da ertesi sabah ajansa gidip iş başı yapmayı becerdiğimde kendimle aşk tazeliyorum.

Bu arada korkunç bir trafiğe takılıp köprüye girmek için 3,5 saat beklemem gerektiğinde, kitap okuyabileceğim bir ışık veya i-podumda şarj yoksa, üstüne bir de yağmurdan ıslanıp sırılsıklam olmuşsam domuzlaşıyorum. Bütün bunların yanında ruhuma harika gelen şeyler de oluyor. Özellikle kız arkadaşlarım, ilişkiler ve aşk meşk hakkındaki bütün önyargılarımı yıkan "aşkım" ve bu hafta bir "çıtır çerez"den aldığım muhteşem hediye örneğin.

Harika hediyemden, yeni keşfettiğim mekanlardan, Asmalımescit'e açılan Tekel Biraevi'nden, Kayra Şarap Akademisi'ne yaptığım ziyaretten en kısa zamanda uzun uzun bahsedeceğim. Ajansta işler çok yoğun, bir de12 Şubat'ta tek ders sınavım var!!

!f film festivali biletleri satışa çıktı, Fashion Week başladı, kayak sezonu açıldı, gidilecek görülecek yapılacak pek çok var. Fırsat bulabiliyorsanız kaçırmayın derim =)

Bu arada "AGM gibisinden bir şeyler söylüyorsun arada, link paylaşıyorsun, toplantı fotoğrafı koyuyorsun da hala anlamadım ben bu AGM ne iş?" diyen varsa web sitemiz yayında, kurumsal web sitemizin de hazırlık aşamaları sürüyor.

Aşağıdaki resme tık tık:



Bir de en son PR toplantısından bir kare, hepimiz yorgunluktan bitmiş haldeyiz görüldüğü üzere:


Neyse ki sahlep var, yoksa kışlar hiç çekilmezdi! =)

30 Ocak 2010

Lezzetlenme Zamanı!

Tanrı iyice yorgun düşmüştü artık; "Bana şükürler olsun ki bugün cuma" dedi ve haftasonunu yarattı. İyi bir fikirdi bu. (Michael Shermer)
Şu anda ayaklarımı kalorifer peteklerinin üzerine uzatmış, kafeinsiz kahvemi (evet kafeinsiz çünkü uyumak istiyorum!) yudumlarken, "Pihuu, ne güzel haftaydı ya!" diyorum. Yorgunum, gözlerim balık balık bakmaya başladı; ama keyfim yerinde.

En yukarıdaki cümle de Metis'in 2010 ajandası "İllallah"tan.

"Bu ajandayı hazırlayan bizler, inanma hakkına saygı duyuyoruz. Ama biraz daha derin bir saygıyı, inanmama hakkına duyduğumuzu da belirtmemiz gerek. (....)İnanmama hakkının da bir insan hakkı olarak tavizsiz uygulanacağı bir dünya ve ülke umuduyla, bu ajandayı kendisine dinsel kimlik dayatılmasından illallah diyenlere sunuyoruz." diye başlayan bu ajanda saman kağıdına rağmen uzun zamandır sahip olduğum en güzel ajanda! İçindeki metinlerin bir kısmını zaten buraya da eklerim bir ara, hepsi birbirinden şahane alıntılar.

Bu hafta çok tatlı bir haftaydı; çünkü hukuk fakültesine gidip "tek ders dilekçesi" vermenin keyfini de yaşadım, YoungGuns olarak müthiş bir haber de aldık (çok yakında bütün detaylarıyla bütün sosyal medyada!!), bal gibi tatlı kırıtığım ile buz gibi soğukta svetaları devirip birbirimize sırnaşarak ısındığımız bir Taksim gecesi de geçirdik, kardeşimle de kavuştum, uzun zamandır ihmal ettiğim AGM toplantısına da katıldım, "chuchalar"ımla da kavuşup bir NumNum yemek & dedikodu gecesi de yaptık... Hatta ertesi sabah erkenden ajansta olmam gerekmesine rağmen, perşembe gecesi saat2'de saçıma dip boya bile yaptım! =)

Bütü haftanın detayları bir yazıya imkansız sığmaz ama şehrimize açılmış yeeeepyeni lezzet duraklarından bahsedeyim:

1) Mano Burger: Tünelin en tazesi. Bugün yağmura rağmen renkli tabure ve masaları ile dikkatimi çekti. Sonra da yemeksepeti'nden sipariş vermek yerine Mano'yu hayırlamaya gittik tünelin muhtarları olarak.

İstiklal'in en sonundaki Pi'nin yanından yani Lokal'in karşısından aşağı inen yokuşta hemen sol tarafta kalıyor. Dekorasyonu çok cici, çalışanları çok güleryüzlü. Hamburgerleri de Burger King veya McDonalds'a kıyasla hem çok lezzetli hem de çok doyurucu.
Çok hamburger sever bir insan olmadığım için müdavimi olmam; ama tünel civarlarında böyle pratik karın doyurmalık pek bir yer yoktu. Şahane oldu.


2) Cinnabon: Diğer eyaletleri bilmiyorum; ama California'ya yolu düşmüş herkes churros ile tanışmıştır. Bizim lokma tatlının şerbetsiz, tarçınlı ve içi çok hafif kremayla dolu olanının çubuk şeklinde olanını hayal edin. Leziz bir şey, Türk damak tadına inanılmaz uygun bir tatlı! Sokakta yürürken tarçın kokusu almaya başladığımızda kendimizi bu tarçınlı tatlılarin cenneti olan Cinnabon'a atar kendimizden geçerdik.

Türkiye'ye getirme hayali kurduğumuz markalardan biri haline gelmişti ki, bu atağı Schlotzsky's yapıvermiş. Perşembe akşamı iş çıkışı kızlarla büyük bir coşku ile buluşup Cinnabon'u hayırlamak için Metrocity'e gittik. İnanılmaz hayal kırıklığına uğradık. Churros yoktu. Üstelik yüzlerce çeşidi olan Cinnabon'dan sadece dört çeşit tatlı gelmişti. Daha kötü dört seçim yapılamazmış. Karamelli, cevizli, tarçınlı, kremalı bir tane var mesela, gereksiz fazla tatlı ve karışık bir çeşit. Diğerleri de benzer şekilde. Cinnabon aşığı bize bile beğendiremedilerse sanmıyorum ki çok tutsun.


Yine de tarçın seviyorsanız bir uğrayın derim.

Asıl tarçın seviyorsanız atlayın Kadıköy- Eminönü vapuruna bir sahlep için! Son zamanlarda içtiğim en lezzetli sahlepi 2,5 TL'ye kağıt bardakta o vapurda içtim yummy...


Bu yazıyı yazarken de inanılmaz acıktım!
Bir daha yemekle ilgili yazı yazmamak lazım gece gece :)

26 Ocak 2010

Dünyanın en ünlü ve seksi fanzini: Fanzine137

Başlangıç notu:

Entertainbul için yazdığım bir yazıdır.

Birbirinden çatlak dergiler çıkartan Luis Venegas ile tanışmamı sağladığı için ayrıca kanımın kaynadığı bir yazı haline gelmiştir.

9.137. Unforgettable Faces from Luis Venegas on Vimeo.

Fanzin kelimesi, “fantasy” ve “magazine” kelimelerinin birleşimidir. İnternetin bu kadar yaygın olmadığı dönemleri bilenler hatırlar, şimdi blog yazanlar gibi söyleyecek bir şeyleri olanlar fanzinler çıkartırlardı. Bu fanzinler sınırlı sayıda olup fotokopi ile elden ele geçerdi ve hepsinin ortak özellikleri başkaldırı ile bağımsızlıktı.
Fanzine137′nin pırıl pırıl kağıtları ve rengarenk görselleri ilk bakışta bu fanzin anlayışına hiç uymuyormuş gibi görünse de aslında felsefesini aynen taşıyor. Uluslararası bir üne kavuşmuş olmasına rağmen dergi gruplarına dahil olmadan bağımsızlığını koruyor ve sınırlı sayıda üretiliyor. Fotokopi ile çoğaltılmanın yerini ise, paylaşılabilen videolar almış.
Fanzinlerin “Ben düşündüm, ben yazdım”, “Ben böyle istediğim için böyle oldu” mantığı da Fanzine137′de aynen varlığını sürdürüyor. Yaratıcısı Luis Venegas bunu “Aslında özünde tamamen öznel bir yayın. İçeriği benim değişik nedenlerle sevdiğim objeler, inanılmaz bulduğum sanat üretimleri ve taptığım insanlardan oluşuyor” diye açıklıyor.
Luis Venegas, Madrid ve Barcelona hattında mekik dokuyarak yaşayan, dünya çapında ünlü moda tasarımcılarından, sanatçılara, yazarlara ve bağımsız fotoğrafçılara kadar bir sürü kişiyle birlikte iş yapmış bir editör ve yaratıcı yönetmen olduğu için onun bu “öznel” zevkleri, uluslararası bir alanda beğeniyle takip ediliyor.
Tabii bu beğenilerin rastgele bir araya getirilmesiyle oluşturulmuyor Fanzin137. Her sayıdan önce kafa kafaya verilip, bir tema belirleniyor ve bu tema yaratıcılık, fikir ve çağrışım bakımından herhangi bir sınırlama getirilmeden özgürce işleniyor.
Herhangi bir ülke, tarz veya dönem ile sınırlı olmadan, bir sanat dalının en bilinen isimlerinden, keşfedilmemiş genç yeteneklere, magazinlerin efsanevi ünlülerine kadar herkes içeriğe dahil oluyor. Örneğin “pop culture” temasının işlendiği sayıda 1980′lerin magazin kapağı kraliçesi Loni Anderson, günümüzün bilinen moda tasarımcılarından Jimmy Paul ve henüz adı duyulmamış ama harika işlere imza atan isimler bize aynı sayıdan el sallıyorlar.
New York Times’tan Thomas Person bundan “İçinde Julio Iglesias’tan Grace Coddington’a kadar herkesi bulabileceğiniz tek dergi.” diye bahsediyor.
Fanzine137 piyasada bulabileceğiniz en özgün içerikli, sanattan, imajdan, modadan, insanlardan ve duygulardan bahseden dergi. Görsellerle ilgilenenlerin ve bunların özel bir bağlantı ile biraraya getirilmiş haline bakmayı sevenlerin, başkasına bahsedip paylaşmaktan kaçınacağı kadar benimsedikleri Fanzine137, hepsi birbirinin aynısı olan dergilerden sıkılanlar için ideal.
Bu metni yazandan okuyana “jestli” dip not: Yazarken internetin nimetlerinden yararlanıp, Fanzine137′nin yaratıcısı Luis Venegas ile tanıştım.“Derginizden bahsedip, insanların ağzına bal çalacağız da, onlarla paylaşabileceğimiz bir online sayınız var mı?” diye sordum. Birkaç sayıya şöyle bir göz gezdirmek isterseniz:
“Unforgettable Faces” sayısı: http://www.vimeo.com/7457285
“Ladies & Gentleman Vol:2” sayısı: http://www.vimeo.com/7460429
“We are the World” sayısı: http://www.vimeo.com/7457875
“The Sweet, Soft & Subtle” sayısı için: http://www.vimeo.com/7456759

24 Ocak 2010

Yaratıcı Blog Ödülüm! =)

Kara kışa gömülmüş şehir yüzünden güneşle şarj olan bir insan olarak halsizce ve keyifsizce düştüğüm, üstüne üstlük şiddetli bir boyun ağrısından muzdarip olduğum şu günde ilaç gibi bir ödül geldi. Kimbırly'e kocaman teşekkür ediyorum. Hem ödül için hem de blogları ihmalime anlayış gösterip bunu bana hatırlatma inceliğini gösterdiği için...

Şu aralar içine girdiğim yepyeni sektöre adapte olabilmek için pek severek takipçisi olduğum blogları ihmal ettiğimi itiraf etme zamanı. Yerine reklam ve pazarlama dünyasının bilinen isimlerinin yazdıklarını çizdiklerini paylaştığı linkleri elimden geldiğince takip etmeye çalışıyorum. Hayatımı daha iyi planlamayı başardığımda seçim yapmak zorunda kalmadan hepsini birden takip edebileceğimi umuyorum. : )

Kendim hakkında 7 ilginç şey söylemem gerekiyormuş...



1) Ben hiç kola sevmem mesela. Hayatımın son 10 senesinde belki de yalnızca 2-3 kere zorunluluktan içmişimdir.

2) O gün benim için önemli bir günse, sabah kalktığımda mutlaka yarım saat saçma sapan dans ederim. Bunun bir şekilde bana enerji ve iyi şans getirdiğine inanırım.

3) 7 salı üst üste St. Antuan'da dilenen dileklerin gerçek olduğuna inanırım; ama 7 hafta boyunca aynı dileğe sahip çıkamayıp dilediğim şeyi sürekli değiştirdiğim için bunu hiç test etmem mümkün olmadı.

4) Masallara bayılırım. Hala masal kitabı okurum, insanlara "Hadi bana masal anlat" diye tuttururum.

5) Sokakta tek başımayken eğer i-pod'umun şarjı varsa mutlaka kulağımda müzik olur. Düşüncelere dalarım, bambaşka alemlere uçarım. O yüzden genellikle hızlı yürüyen, sinirli veya mutsuz bir insan gibi görünürüm tek başımayken.

6) Koku takıntım vardır. Yemekleri, insanları, kitapları her şeyi koklarım. Tütsülere, parfümlere, oda spreylerine filan bayılırım. Ayrıca pek çok insanın hiç sevmediği sigara kokusu gibi bazı kokuları da çok erkeksi çok seksi bulurum.

7) Çaktırmadan herkesi her şeyi bütün detaylarıyla süzerim. Mesela bir cafede yarım saat oturup kalktıktan sonra etraftaki masalarda kaçar kişinin oturduğunu, neler giydiklerini, ne yiyip içtiklerini ve eğer bizim sohbetimiz çok hararetli olmamışsa bazılarının ne konuştuğunu sayabilirim.


Benim ödülü hangi bloglara verdiğime gelince:

parizyendenmüjdesize: 7/24 geyiğin dibine vuruyorlar, bende istanbulda amsterdam ortamında yaşıyorlarmışçasına bir izlenim bıraktıkları için kıskanıyorum kendilerini. Yine de acayip eğleniyorum bazen onları okurken.

madde bağımlısı: "En iyi 10" listelerini seven bir toplum olduğumuz malum. Bu blogta her şeyin böyle bir listesi var. Bazen işe yarar, bazen sadece eğlenceli. Yaratıcı olduğu ise şüphesiz.

bakkal: Reklam sektörüne atılmadan çoook öncelerde keyifle takip etmeye başladığım bir reklam- pazarlama blogu.

pucca: "Ben bugün bunu yedim, şunu gördüm." ün ötesinde bir günlük. Pek içten, pek keyifli!

urban confessions: Blogun içtenliği yok, dergi gibi bir moodda yazıyor yazılarını. Ama içerik çok sağlam.

sinem vural: Bir blog açtı giymediği kıyafetlerini satmaya başladı, yepyeni bir salgın yarattı. Yetmedi şimdi kendisinin yolundan gidenleri de bir blogta topladı -ben dahil- ve Türkiye'de garage sale başlattı. Kesinlikle yaratıcı!

stil direktörü: Klasik kesim bir jean üzerine gayet güzel ama sıradan bir t-shirt geçirip moda öncüsüyüm, stil sahibiyim diye ortalıkta gezinenlerin kendilerine öncü belirleyip takibe alması gereken bir blog. Eda Suner'in kendisi de blogu da yaratıcı.

Önemli Not: Çok severek takip ettiğim bir sürü blog var biliyorsunuz, o yüzden blog adınızın burada olmaması sizin blogunuzu sevmediğim anlamına kesinlikle gelmiyor. 7 tane ile sınırlıyım ve "yaratıcı" kriteri varken bir şeylere öncü olan blogları koyayım dedim. =)

Kurallara bir daha göz atıyorum:

*Sizi ödüllendirene teşekkür edin.
*Sizi ödüllendirenin blog linkini yayınlayın.
*Ödülün logosunu yayınlayın.
*7 yaratıcı blogger ödüllendirin.
*7 blogun linkini yayınlayın.-
*Ödüllendirdiklerinizi haberdar edin.
*Kendiniz hakkında 7 ilginç şey yazın....


Bir tek ödüllendirdiklerimi haberdar etmedim. Onu da bir ara yaparım elbette =)
Keyifli bir hafta olsun!
Öpücükler!

23 Ocak 2010

Estetik aşkı tazeler mi?










Nasıl Murathan Mungan ne yazsa okuyorsam, Kim Ki Duk da ne yapsa izliyorum. Bayıla bayıla hem de... Üstelik bu insanların ürettikleri eserleri hiç zaman kaybetmeden edinmeme rağmen; izlemek ve okumak için elimden geldiğince bekliyorum. Hemen bitmesinler istiyorum, kendimi o kadar iyi hissetmediğim, bu "iksir"lere ihtiyaç duyabileceğim günlere saklıyorum.

Bugün Kim Ki Duk'un 2006'da çektiği Time'ı izledim. Yine bambaşka bir konu, yine bambaşka bir ele alış... Film bitti, kımıldayamadım, tek bir harfini bile anlamadığım alfabeden oluşan casta bakakaldım.

Aşkın ne kadar zarar verici olabileceğini, aşk dahil her türlü takıntının insan psikolojisini ne denli zedeleyebileceğini Kim Ki Duk uslübuyla izlemiş oldum.


İki yıldır birlikte olan ve birbirlerini seven bir çift var. Uzun soluklu ilişkilerin olağan kaderi olan heyecan kaybı dönemine gelmişler. Kadın adamın her hareketini oldukça kıskanıyor, olay çıkartıyor ve sürekli olarak "Hep bu aynı sıkıcı yüze sahip olduğum için özür dilerim." diyip duruyor.

Oldukça güzel bir yüze sahip olmasına rağmen soluğu estetik merkezinde alıyor ve "Daha güzel olmak istemiyorum. Sadece değişmek istiyorum." diyerek oldukça kapsamlı bir ameliyet geçiriyor. Tamamen iyileşmesinin altı ay alacağını biliyor ve sevgilisine hiçbir şey söylemeden ortalıktan kayboluyor.

Adam altı ay boyunca hem onu özlüyor, hem de yalnızlık çekiyor.
Altı aylık sürecin sonuna gelirken, gizemli bir kadınla tanışıyor.


Tanıştığı kadının eski sevgilisi olduğunu bilmeden onunla bir ilişkiye başlıyor. Görüntüsü tamamen değişmiş olan kadının huyu ise tamamen aynı kaldığından yine mutlu olamıyor. Bu sefer de diğer kadınları değil, kendisinin eski halini kıskanıyor. Çünkü adam kendisini altı ay önce terk etmiş kadını hala sevdiğini dile getirmekten çekinmiyor. Adamın şimdiki sevgilisi de kendisi, hala sevdiği kadın da estetikten önceki hali olmasına rağmen bu onu mutlu etmiyor, tam tersine acı veriyor.

Adam bu durumu öğrenince ortadan kayboluyor. Sonra kadın estetik cerrahından onun da bir ameliyat geçirdiğini ve 6 ay sonra kendisini göstereceğini öğreniyor. Bu sefer karşılaştığı her adam o mu değil mi diye düşünmeye, adamları test etmeye ve delirmeye başlıyor.

Spoiler olmasın diye sonunu söylemiyorum.
Kim Ku Duk filmlerinde olduğu gibi yine ayaklar ve fotoğraflar oldukça ön planda:


Hatta eski bir şaheserine de gönderme yapıyor, bir nevi "Yeni filmler yapsam da hala aklımdasın" der gibi... Bu ilişkinin erkek kahramanının montajladığı film beni Kim Ki Duk'a aşık eden Boş Ev..
Mutlaka izlenmeli!

22 Ocak 2010

Hukukla Dansta Son Perde:


Her şey 2004'te başladı.
Sezen isimli liseden yeni mezun olmuş bir kız, ÖSS'den gayet güzel bir puan aldı ve sadece hukuk fakültelerinden oluşan tercih listesinde ilk sırada yer alan İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni kazandı.

O zamanlar ona "5-6 yıl sonra ne yapıyor olursun?" diye sorsaydınız, çok idealist bir cevap alırdınız. Çünkü her şeyi olması gerektiği gibi yaşayanlardandı o zamanlar. Her yıl takdir getiren çalışkan bir öğrenci, gece hayatı sıfır, en çok zamanını kitap okumaya harcayan, yurtdışı seyahatleri bile hep eğitim amaçlı olan bir "kızcağız"... Beş yıl sonrasına ilişkin aklındaki "flash forward" görüntüsü; yıllardır birlikte olduğu adamla evlenmek üzere olan genç bir avukattan ibaret.

Peki o beş yılda neler oldu? Yaşanılabilecek en güzel öğrencilik yaşandı. Bir yarışma düzenlesek ve en dolu dolu öğrencilik yaşayanı birinci seçecek olsak, ona bu konuda her türlü imkanı sunsak, benim şu beş senem kadar dolu dolu geçirmesi sağlanabilir mi şüpheli.

Cambridge'te exchange yapmak, seminerlere katılmak ve hukuk bürosunda çalışmak gibi kariyer hedefli şeyler de yaptım, üniversite öğrencilerine sunulan work&travel, yaz üniversiteleri, üniversite öğrencilerine özel derneklerin eventleri, interrail gibi her programa da katılımcı oldum, Türkiye içinde de bol bol seyahat ettim. Üç tane ev değiştirdim, binlerce insanla tanıştım, tekstil, televizyon, organizasyon gibi birbirinden alakasız sektörlerde de çalıştım. Okudum, düşündüm, evirdim çevirdim. İtiraf etmeliyim ki çok yoldan çıktığım zamanlar da oldu. Okuldaki final sınavlarını ekip sevgiliyle tatile de kaçtım, aylarca sarhoş da gezdim. Yoğun depresyon dönemlerim kadar, yoğun haz odaklı umurunda mı dünya triplerim de oldu.

Ve şimdiki "ben" oldum. "Genel doğrular"a göre değerlendirdiğimizde yoldan çıkmış bir tipim. Okulum uzamış, hukuk sektörüyle hiçbir alakam yok, bu kadar enerji ve zamanı hukuka harcamış olsam şu anda gerçekten iyi bir avukat olabilirdim falan filan. Ama şimdiki "ben" olamazdım. Hayata karşı bu kadar tutkulu olamazdım. Her gece yatağıma girdiğimde "Yaşamak ne güzel şey yahu" diye düşünemezdim. Bu kadar kendimle barışık olamazdım.

Mezun olur olmaz şunu yapacağım, bunu yapacağım listeleri çıkarıp da mezun olduktan sonra bunların hiçbirine vakit bulamayan, bütün hayallerini öldürmüş insanlardan biri olurdum. Değilim. Bugün başladığımdan tam 5,5 sene sonra hukuk fakültesinde sadece bir dersim kalmışken yani gerçekten adım attığımda mezun olacak noktaya gelmişken tereddütsüz şunu söyleyebilirim:

Öğrencilik insana canı ne isterse yapması imkanını sağlayan bir kılıf. Öğrenciyseniz yapmak istediğiniz her şey için bir yol bulmanız çok kolay. Zibidilik ve serserilik yapmak bile "delikanlılık" sebebiyle affedilebilir oluyor. Evde televizyon karşısında 100 saat fazla geçirmek veya 200 saat fazla uyumak için okulu uzatmak saçma bir şey; ama gerçekten hayallerinizi gerçekleştirmek için o okulu uzatıyorsanız, herkesi boşverin, "Ne zaman mezun oluyorsun sen?" sorularına aldanmayın, canınızın istediğini yapın. Sadece ipin ucunu geri döndüğünüzde yakalayabileceğinizden emin olun yeter!

Dört yılın sonunda mezun olmadığımda annem bir laf etmişti: Hayat bambaşka bir şey. Dört sene sonra harika bir ortalamayla mezun olduğunda kimse çıkıp da "Tebrik ederim. Al şimdi sana üç sene boş zaman, bütün hayallerini gerçekleştir. Sonra da gel burada harika bir maaşla işe başla." demeyecek. O yüzden eğer evde yatmak ile mezun olmak arasında bir seçim yapıyorsan, mezun ol. Yapacak gerçekten iyi bir şeylerin varsa, o kadar önemli değil ne zaman mezun olduğun.

Ve Steve Job'un diye aklımda kalmış bir konuşmada (Cenk'e kocaman teşekkür ederek düzeltiyorum: Steve Jobs'ın standford 2005 commencement speech'iymiş bu konuşma) insanın hayatındaki alakasız gibi görünen parçaların aslında bir noktada birleşeceği söyleniyordu. Üniversitede laf olsun diye almış olduğu kaligrafi dersleri bizim şu anda kullandığımız yazılımın temeli olmuş örneğin.

"Ya neden onla uğraşıyorsun? Otur bir hukuk kitabı oku." , "Ya o işin sana ne faydası var?"cıları dinleseydim çok daha dar bakışlı bir insan olacaktım.

Ben süperim ben harikayım demeye çalışmıyorum. Değilim. Kendimi gerçekten çok geliştirmem gereken bir sürü konu var. Öncelikle de ya daha sistemli yaşamayı öğrenmeliyim, ya da hayatıma daha az sayıda uğraşı sokmayı...

Sadece 2004'teki bakış açısında kalsaydım şimdi "müthiş ortalama ile hukuk fakültesinden mezun olmuş, berbat koşullarda staj yapan, başka türlü bir işi hayal bile edemeyen, monoton bir ilişki yaşayan, çok az zevki tatmış" olacak Sezen'i düşünüyorum ve beni "o" olmaktan kurtarmış olan milyonlarca faktöre şükran duyuyorum.

Hukukla dansta son perde!
Sonra reklamla dans showları gerçekten başlıyor!


19 Ocak 2010

Kültürel Rezillik










İstanbul'un 2010'da Avrupa Kültür Başkenti olacağını öğrendiğimde oturup araştırmıştım neymiş bu kültür başkenti olayı diye. 2010 yılında üç şehrin birden kültür başkenti olduğunu öğrendiğimde bozulmuştum. Hem üç tane birden başkent olmazdı, hem de İstanbul Pecs ve Essen'e eşlik etmeye layık değildi.

İstanbul diyoruz, iki tane kıtayı birleştiren tek şehir, kocaman imparatorluklara ev sahipliği yapmış, bütün olumsuzluklarına rağmen hala oldukça büyüleyici. Pecs? Adını bile daha önce duymadığım küçücük bir şehir. Essen? Yarım milyon nüfusuyla, kömür ve çeliğinden başka matah bir tarafı yok. Şimdi eğer bunlar Avrupa Kültür Başkenti ise, İstanbul'un onlara eşlik ediyor olması yüceltme sayılamazdı.

Sibiu diye bir şehir biliyor musunuz? Peki ya Stavenger? Büyük ihtimalle hayır; ama bunlar İstanbul'dan çok daha önceki yıllarda Avrupa Kültür Başkenti olmuşlar.

İşin sevinilecek tek tarafı alınacak bütçe ve bu bütçe sayesinde kültür sanat etkinliklerine doyacak olmamızdı. İstanbul'un tanıtımı konusunda önemli rol oynayabilecek projelere, AKB ajansından red geldikçe, “Bu işte bir iş var ama...” diyorduk demesine de ne olduğunu anlamıyorduk. Çok geçmeden ajansın “kültür”den ziyade “yolsuzluk”la alakalı olduğu ortaya çıktı.

Başta camiiler olmak üzere diğer İslami dini mekanlara para yatırmanın en iyi yolu olup çıkmıştı bu “Avrupa Kültür Başkenti” hikayesi. İki camiye 4 milyon 550 bin TL’lik halı almak, ABD’de Fethullah Gülen destekli Chicago Türk Amerikan Topluluğu’nun yapacağı Türk Dünyası Festivali’ne bronz sponsor olmak ajansın yaptığı “kültürel” faaliyetlerdi.

Ne kadar doğrudur bilemem; ama MTV Music Awards 2010'u Türkiye'de yapmanın da reddedilen projelerden biri olduğu konuşuluyor. Türkiye'ye en iyi turisti getirecek yolu kapatıp, onun yerine camiiye halı alan bir ajansın yapacağı organizasyondan zaten umudum yoktu.

Yine de cumartesi sabahı uyanıp da Google Türkiye'nin klasik Google logosunu İstanbul olarak değiştirme jesti karşısında şevkim yerine geldi.


Keşke ummadık taş baş yarsaydı ve beni utandıracak kadar iyi bir açılış yapılsaydı.
İki-üç gün öncesine kadar eylül havaları hüküm sürerken, tam da dondurucu soğuk ve yağmur olan bir günde açılış yapılması zaten ilk fiyasko oldu.

Bir inşaata başlanırken bile aylar sonrasının meteoroloji raporu alınırken, koca bir organizasyon bunu atlamış olamazdı herhalde. Buna beklenmeyen bir soğuk hava dalgası desek bile normalde 24:00'e kadar çalışan metronun bir aylık sinyalizasyon çalışması sebebiyle 22:00'de kapanmasına ne demeli?

Tarkan konseri düzenlemişsin, meydanı trafiğe kapatmışsın, dondurucu soğuğa rağmen oraya geleni de iyice rezil etmek için metro ulaşımını da yok etmişsin. Alkış! Bu insanların meydandan metrobüse ve tramvaya ulaşabilmek için bile o metroya ihtiyacı var. Değil 22:00'de kapatmak, çalışmaya ara verdir, sabaha kadar açık tut.

8 milyon TL harcanan bir organizasyonun bu kadar başarısız ve amatör olmasını sağlayabilmek gerçekten yetenek (!) olsa gerek. 8 milyon TL diyoruz! Açık hava sobaları kurdur, metro çalışmasını ona göre organize et, yağmur ihtimaline karşı devasa birer çadır kondur meydanlara... Yok, bunların yerine görkemli havai fişeklerle kandırıldık topluca.

Kültür Başkenti hepimize hayırlı olsun!

Havai fişekleri beklerken...

Donarken... Fotoğrafta donup atkısını kafasına sarmış gölge benim evet!

Fotoğraflar için Chris Topher'a teşekkür : )

Share/Bookmark

18 Ocak 2010

Be Stupid! - DieseL

Diesel, kot pantolonu Louboutin'in kırmızı tabanlı ayakkabısı kadar arzu nesnesine dönüştürebilmiş bir marka. Çizgisi sabit, fiyatı hep ortalamanın üzerinde ve indirimlerinde bile çılgın ucuz fiyatlar yok. Yine de insanı kasaya götürtüp bir pantolona, bir saate, bir gözlüğe, bir ayakkabıya dünya kadar para ödetebiliyor, akla "Acaba?" sorusu bile gelmiyor, insan bir an için bile vicdan azabı çekmiyor.

Bu kadar oturmuş bir marka olmasının güveniyle olsa gerek gerçekten iddialı reklamlar yapıyor.
Daha önce bizim her şeyi hızlı hale getirmemizle dalgasını geçmiş ve ondan önce de "küresel ısınma"yı cennetvari görüntülerle sunmuştu:


Şimdi de "Aptal Olun!" diyor bize. Hem de bunu o kadar güzel söylüyor ki...









"Smart may have the authority, but stupid has one hell of a hangover" gibi billboard halini bulamadığım diğer sloganlar için reklam filmine bir göz atın derim ben:



Share/Bookmark

Issız bir adaya düşecek olsan

hangi şiirleri alırdın yanına

hangi mevsimleri, ikindileri
çarşafını değiştir denizin sevgilim
tropikal yaprakların, ayın
yüzüne düşen perçemleri kaldır

hafızandan bütün lekeleri sil
,
alışmak çürütür gövdenin derinliğini

-Murathan Mungan-



16 Ocak 2010

İnsan Kaynakları, Prezervatif ve Rakı

Bunların ortak yönü yapmış oldukları çok esprili reklamlar:

Rakı ile başlayalım; "Yeni bir GSM operatörü mü çıkıyor yoksa?" dedirten bu reklamlar aslında Yeni Rakı'nınmış.



Yepyeni çok özgün bir fikir mi derseniz kesinlikle hayır; çünkü "Rakı connecting people" yazılı t-shirtlar 2004'ten beri ortada dolanıyor. Ama bu sokak esprilerinin gerçek reklama taşınışı ve taşınış biçimi harika olmuş. Sanıyorum reklamcılık artık yepyeni bir fikir üretmekten çok, varolanları en iyi biçimde işlemek üzerine kurulu.



İkinci gözüme çarpan reklam Almanya'daki bir insan kaynakları sitesinin reklamı. "Life is too short for wrong job." mesajını otomatlar üzerinden çok etkili ve çok eğlenceli bir biçimde vermişler:






Yaptıkları her reklama ayrı ayrı bayıldığım Durex'ten yine hiçbir cinsel öğe kullanmadan verilmek istenen bütün mesajların verildiği reklamlar:




Share/Bookmark

Pinterest'im

Instagram'ım