31 Mayıs 2010

Yüksek Topuklar


Evet yine bir Murathan Mungan kitabı yalayıp yuttum.
Benim yüksek topuklara olan tutkumu beni tanıyanlar bilir, çok nadiren düz tabanlı ayakkabı giyerim. Murathan Mungan'a olan tutkum zaten aşikar. İkisini bir araya getiren bu romanı ayrı bir sevdim.

Ancak bu kadar ardarda Murathan Mungan okuyunca tekrarlarını yakalamaya başladım. Özellikle de Kadından Kentler ve Yüksek Topuklar arasında... Bu yüzden de Murathan Mungan ile arama biraz mesafe koymaya karar verdim.

Romanın başkahramanları kırklı yaşlara yaklaşmış, iyi para kazanan, hoşça ama hala bekar bir kadın olan Nermin ile kocasıyla evliliğini kurtarmak için tatile giden bir arkadaşının kendisine bıraktığı beş yaşındaki kızı Tuğde. Nermin'in bu kadar senede hala sindiremediği bütün kadın rollerini, bu beş yaşındaki Tuğde çoktan kesip biçip kendine uydurmuş. Romanda, Nermin onunla geçirdiği beş günde, hem kendisinin şimdisi ve geçmişi, hem de çevresinde bambaşka hayatlar yaşayan bir sürü kişinin hayatı hakkında iyice kafa patlatıyor. Hayata dair her şey hakkında şahane çözümlemeler okumak kalıyor bize de.

Murathan Mungan'ın bu kitabı çıktığında o dönem için aşırı sayılabilecek bir reklam kampanyası yapılmıştı hatırlıyorum. Bu gün en sönük kitap için onun beş katı büyüklükte kampanyalar dolanıyor olsa da, o dönem tepki çekmişti. Kitapların "moda" olmasına, hayatının son on senesinde kitap kapağı açmamış insanların o modaya uymak için clutch taşır gibi o kitabı taşımasına en uyuz olanlardan biri olmama rağmen, bu romanın bu yüzden hakkını yememek lazım derim.

Gerçi erkeklerin bu romanı sevmemesi muhtemel. Ama "Kariyer ve özgürlük mü, evlilik ve çocuk mu?" çelişkisi yaşayan, veya yaşama ihtimali olan her kadının ilgisini çekecektir.

Kitaptan pek sevdiklerim:

- Değişen durumlara göre bazen çok iyi, bazen çok kötü bulduğum bir medeni halim var: Bekarım.

- Hayat bazılarına mutsuz olmakla duygusuz olmak arasında bir seçim hakkı tanır, daha fazlasını değil.

- Gecenin sonunda sizin yalnız, onların bir çift olarak eve dönmesinin , sizin yalnız olduğunuz anlamına gelmediğini, çiftlerin yalnızlıklarının daha koyu bir yalnızlık olduğunu bilecek kadar çok çift gördüm ben.

- Tartışmalarda gerçekten kazanan ve kaybeden varsa, bunlar hiçbir zaman sözcükler ya da fikirler değil, hayatlardır. Hayatlar kazanır, hayatlar kaybeder. Lolitalar büyür, erkekler yaşlanır.

- Kimini hayal kırıklığı büyütür, beni de kıskanılmak büyüttü. Takmayacaksın, takarsan daha çok üstüne gelirler. Yürüyüp geçeceksin, hep yürüyüp geçeceksin. Ben öyle yaptım. Hep yürüdüm. Herkesin her şeyi anlamasını bekleyemezsin. Sen yürüyüp gideceksin. Anlayan anlayacak, anlamayan anlamayacak; dünyanın hepsine yetişemezsin ki! Bilirsin ben iyi yürürüm.

- Güçlü kadınlar, erkekleri zayıf kadınlardan daha iyi severler. Sevmek güç gerektirir çünkü. Zayıfların sevmek için bahaneleri, güçlülerinse gerekçeleri vardır. Arkalarında durabilecekleri gerekçeleri. Bahanelerse çabuk değişir.

- Utanma duygusu bir çok kadını gereğinden fazla kısıtlar. Bu yüzden kadınların içi gerçekleştirilmemiş eylemler ve fırsatlarla doludur. Gençliğini gönlünce yaşayamamış her kadının mazisi, birkaç ciltlik hayıflanma tarihi eder. Onlar kendilerini hayıflanmakla zehirlerler. Öldürmeyen zehirler yaşlandırır.

- Çabuk yemek yer, çabuk içki içer, gittiği yerden çabuk sıkılır. Çabuk çabuk yürür, ona yetişmek için hep soluk soluğa kalırsınız. Ağır ağır yaptığı iki şey varmış hayatta: Yazı yazmak ve seks yapmak. Hayatın diğer alanlarında yavaşlamaya değmez.

- Yeryüzünde hiçbir kadın, hiçbir erkeğin kaderini baştan aşağı değiştiremez ama herhangi bir erkek , herhangi bir kadının kaderini baştan aşağı değiştirebilir.

- Gülünç olmaktan korkma, gülünç olmaktan korkmamak, insan olmaya başlamanın ilk adımıdır. Bütün hayatını İngiltere Kraliçesi gibi yaşayamazsın. Azıcık kendine soluk aldır. Biraz sal kendini. Biraz dalgalara bırak. Bakalım o dalgalar seni hangi sahile çıkaracak?

- Beklentisi yüksek kadınların yalnızlığı daha koyu olur. Büyük lafların gölgesinde geçen hayatlar bir daha iflah olmuyor, geçip gittiğiyle kalıyor zaman, aşk, her şey.

30 Mayıs 2010

Sarhoş olsak ya kimiz unutsak ya...

Bayılıyorum!

Artık "büyük" olarak nitelendiren yaşlara gelmiş olmasına rağmen, hala bir çocuk merakıyla ve delikanlı enerjisiyle yaşayan, bunların yanında bir de deneyimlerini mizaha dönüştürebilmiş insanlara bayılıyorum!

Sokaklar o kadar çok "güya yaşayan" insanla dolu ki.
Birkaç renkli kişiliğin, iş hayatına atılması veya 20li yaşlar sayfasını kapatması ile hayata karşı bütün şevkini yitirip, her zaman söylenip duran insanlara dönüşmesine de şahit olduğum için en büyük hayat korkularımdan biri haline geldi o insanlardan birine dönüşmek ve üstelik bunun farkına bile varmamak.

Bunun tam tersini yapan insanlar da bana inanılmaz bir ilham veriyor:





En son Adana'ya gittiğimde Türk-Alman Derneği'nin pikniğinde, leziz tatlıları mideye indirip yeteri kadar mest olmuş haldeyken tanışmıştım Annamarie ile. Daha doğrusu önceden beri tanıyordum da, hiç oturup sohbet etmemiştik.

Özel hayatına ilişkin ilginç detayları, aslında Alman olmasına ve çocukları Amerika'da yaşamasına rağmen kendisi Adana'da neden olduğunu geçiyorum.

Emekli olmuş birinin hayatını düşündüğünüzde aklınıza ne geliyor? Gündüz ev işi yapan, akşamları da televizyon karşısında örgü ören, arada bir kız arkadaşları ile günler düzenleyen, hatta huysuzsa çocuklarına "Benimle hiç ilgilenmiyorsunuz." diye trip atan bir kadın modeli değil mi?

Bu kadın hepsini kendinden utandıracak kadar fıstık gibi görünmesinin dışında, hala her haftasonu arkadaşları ile bara gidiyor, içkisini içiyor ve dansını ediyor. Özellikle cuma akşamları olan klasik müzik konserini dinlemeyi asla ve asla ihmal etmiyor. "Bir tek çok yakınım olan birisi evleniyorsa ekerim o konserleri." diyor. Ay sonu parasızlığı söz konusu olursa, şehre kadar yürüyerek gidip yine de o konseri dinliyormuş hatta. Şehirdeki diğer konserler, sergiler, partiler de yine ondan soruluyor. Emekliliğini de seyahat ederek değerlendirmeye kadar vermiş. Bunları da "Ben şu şu kararı aldım. Ben bunu bunu yapacağım." gibi iş planlaması yaparmış gibi bir ciddiyetle değil, insanın karnına kahkaha atmaktan ağrılar sokacak bir şekilde anlatıyor. Kendisiyle de hayatla da dalga geçmeyi iyi bilenlerden...


Bir başka ilham kaynağı ile de dün tanıştım.
Gerçekten "renkli rüyalar oteli" olarak adlandırılmayı hak edebilecek bir yerde: Bir teknede kurulmuş rakı masasında. İnanılmaz lezzetli çıtır tekir, nedense şimdiye kadar içtiğiklerimden daha bir leziz olan rakı, denize vuran ay ışığı, arkada usul usul Türk Sanat Müziği, yanımda Mr. Prozac ve tanışmamız bile bomba olan pek sevgili Sino (bu organizasyonu yaptığı için de bin kere öpüyorum kendisini burdan), pek keyifli bir muhabbet ve yeni tanıştığım çok renkli çok enerji dolu bir kadın...

"Bir insan başka ne isteyebilir ki?" sorusunu kendimize sorduğumuzda verebildiğimiz tek cevap "çocuk" oldu. "Renkli rüyalar oteli"nden karaya ve gerçekliğe çıkmasaydık şu anda büyük ihtimalle karnımda Jr.Zillosh ile bu satırları yazıyor olurdum. :))

Gelgelelim dün tanıştığım inanılmaz tatlı insana, onlarca ülkede yaşamış, gerçekten farklı şeyler deneyimlemiş, akla hayale gelmeyecek şeyler (mesela akrep) yemiş biri. Yani tanıştırırken "Söylediği her şeye şaşıracaksın ona göre!" denilmişti; ama bu kadarını beklemiyordum. Hamileyken bungee-jumping yapan bir insan "şahane" değil de nedir? Üstelik de dün verdiği keyifli bilgilerle benim zaten hep ilgimi çekmiş olan spirütüel konular konusunda yeniden bir gaza gelme yaşadım. Enerji ve keyif yayan insanlardan, güzel işler yapmış ama bu işlerin ciddiliği altında ezilmemeyi başarıp hala o hayat şevkini taşıyanlardan...

İyi geliyor böyle insanlar bana.
Öğrenciliğin bitmiş olmasının, artık "yetişkin" sayılıyor olmanın üzerimdeki korkusunu alıveriyorlar.

"Sarhoş olsak ya, tek vücut olsak ya, yüksek doz aşk alıp burda mutlu ölsek ya..." TIK!


Dip not: Dün açık denizdeyken Mr.Prozac'ım ile de evleniverdik. :))

29 Mayıs 2010

"hayır" rejimi: Her şeye "evet"!



Jim Carrey'nin uzun süre filmini izlemedikten sonra onu ilk izlemeye başladığımda yüz mimikleri bana inanılmaz abartılı geliyor, itici buluyorum; ama bu maksimum 15 dakika sürüyor. Sonra "Bu rolü ondan daha iyi kimse oynayamazdı." diyorum. Yes Man de o filmlerden biri oldu.

Müzikler çok güzel, espriler çok ince ve zekice.
Ama benim asıl ilgimi çeken filmin kurgu değil, gerçeğin uyarlaması olduğunu öğrenmek oldu. İngiliz kült mizahçı Danny Wallace
bir sene boyunca bütün tekliflere "Evet" demiş ve bu süre içinde hayatı birbirinden garip olaylar ve insanlarla dolmuş. Ardından da bu bir yıl boyunca başından geçenleri kitap haline getirmiş.

Filmde de Jim Carrey eski karısını unutamamış, işte bir türlü terfi alamayan, anti-sosyal ve çok mutsuz bir adamken her şeye -istemese de- "Evet" demeye başlayınca hayatı bir anda harika bir hal alıyor. Uçak sürüyor, korece konuşuyor, arkadaşlarıyla arası düzeliyor, hayatının aşkı ile tanışıyor, işte terfi alıyor, bir sürü dost ediniyor...

Gerçi sonunda bazı şeylere hayır demesi gerektiğinin farkına varıyor; ama tamamen "hayır"cı olmamak için, bir süre "hayır"ı hayatından tamamen çıkardığı dönem filmin esasını oluşturuyor.

Açıkçası ben bunu inanılmaz mantıklı buldum. Gerçekten de mantığımızı ve alışkanlıklarımızı terk edemediğimiz için kimbilir hayatın bize sunduğu ne fırsatları geri tepmiş oluyoruz? Benim şimdiye kadar saçma sapan "Evet"lerimin sonucunda bulaştığım başlangıçta çok alakasız görünen işlerin daha sonra bir bütünlüğe ulaştığını inkar edemem mesela. Bir şeyin enerjimizi ve vaktimizi mi çalacağını yoksa inanılmaz güzel bir imkan mı sunacağını pat diye anlayamayız ki... Yaptıktan hemen sonra da anlayamayız, zaman içinde kendisini gösterir çoğu zaman... Belki de gerçekten hayır rejimine girmemiz lazım!

Daha önce şöyle yazmıştım: "Ben genellikle içinden gelen sesi dinleyenlerden olduğum için hep aklıma eseni yapmakla, mantıksız işlere kalkışmakla, şuursuz davranmakla eleştirilmişimdir. Hayatın bir akışı olduğuna ve bizim o akışa karşı koymaya kalktığımız sürece yorulduğumuza ve sonunda yenik düştüğümüze inanmışımdır. Oysa ki hayatın akışına uyum sağlarsak, dalgaların keyfini çıkarmaya başlarsak, onun bizi güzel yerlere belki biraz daha fazla dolanarak ama hiç yormadan götüreceğine.."

Bir gece son derece saçma bir teklife "Evet" demiştim. Ertesi sabah erkenden işe gitmek zorunda olmama rağmen, üstelik de hava yağmurluyken ve hatta teklifi yapan adamla bir defa ortak tanıdıklar dolayısıyla aynı ortamda bulunmanın ötesinde tanışmıyorken, gecenin bir yarısı sahile sohbet etmeye gitme teklifini kabul etmiştim. O gece ikimizin sahilde arabanın içinde tiramisu ve beyaz şarap eşliğinde oturup laflamasının mantıkla açıklanabilecek hiç bir tarafı yoktu. Ve o adam benim Mr. Prozac'ım oldu. O gece "Ne işimiz var bu saatte orada?" demiş olsaydım,yani mantıklı davranmış olsaydım hala "Yalnızlığın rahatsızlık değil, huzur verici olduğunu gerçekten kavramam için bunu kendi kendime daha kaç defa daha kanıtlamam gerekecek acaba? "diyen, her ilişkisinde yorulan / sıkılan ve yalnızlığına aşık bir kadın olmaya devam edecektim büyük ihtimalle.

Bir dahaki sefere herhangi bir şeye "Hayır" derken birkaç kere daha düşünün derim ben. :)

28 Mayıs 2010

Hayat bu daha ne olsun?


Öyle sabah uyanır uyanmaz yataktan fırlama
Yarım saat erkene kurulsun saatin.
Kedi gibi gerin, ohh ne güzel yine uyandım diye sevin..
Pencerini aç, yağmur da olsa, fırtına da olsa nefes al derin derin...

Yüzüne su çarpma, adamakıllı yıka yüzünü serin serin...
Geceden hazır olsun, yarın ne giyeceğin.
Ona harcayacağın vakitte bir dilim ekmek kızart,
Çek kızarmış ekmek kokusunu içine,
Bak güzelim kahvaltının keyfine.
Ayakkabıların boyalı olsun, kokun mis,
Önce sana güzel gelsin aynadaki siluetin..
Çık evinden neşeyle, karşına ilk çıkana gülümse, aydınlık bir gün dile.
Sonra koş git işine, dünden, önceki günden,
Hatta daha da eskiden yarım ne kadar işin varsa hepsini tamamla,
Ohhh şöyle bir hafifle
Bir güzel kahve ısmarla kendine,
seni mutlu eden sesi duymak için "alo "de
Hiç işin olmasa da öğle üzeri dışarı çık
Yağmur varsa ıslan, güneş varsa ısın, hatta üşü hava soğuksa...
Yürü, yürürken sağa sola bak, öylesine değil, görerek bak
Çiçek görürsen kokla,köpek görürsen okşa
çocuk görürsen yanağından makas al.
Sonra,şöyle bir düşün, kimler sana yol açtı,
sen çok dar da iken kimler seni ferahlattı,
hani kapını kimsenin çalmadığı günlerde kimler kapını tıklattı?
Ne kadar uzun zamandır aramadın onları değil mi?
Hadi hemen uğrayabilirsen uğra, arayabilirsen ara
Hatırlarını sor, öyle laf olsun diye değil, kucaklar gibi sor..
Bu sadece onların değil, senin de yüreğini ısıtacak,
yüzünde güller açtıracak.
Günün güzeldi değil mi? Akşamın da güzel olsun..
Yemeğin ne olursa olsun, masanda illaki kumaş örtü olsun..
Saklama tabakları, bardakları misafire
Sizden ala misafir mi var bu dünyada
Ailecek kurulun sofraya, öyle acele acele değil,
vazife yapar gibi hiç değil,
Şöyle keyife keyif katar gibi, lezzete lezzet katar gibi,
eksik bıraktıklarını tamamlar gibi tadına var akşamının..
Gece evinde, dostların olsun
Sohbetin yemeğin, kahkahan olsun..
Hayat bu daha ne olsun?

Can Yücel
Fotoğraflar Yvette Inufio'ya aittir.

25 Mayıs 2010

Tembel kızın mutfağından tarifler: Yoğurtlu Salata

Ben ev hanımlığı rolünden vazgeçeli çok olmuştu.
Aylardır marketten içeri adımımı atmıyor, mutfağa sadece kahve hazırlamak için giriyordum.
Sabah çamaşır asarken, karşı balkondaki komşuyla selamlaşmak hoşuma gitti.

Hiç makyaj yapmadan, eşofmanım ve parmak arası terliklerimle sokağa çıkmak da...
Biraz sebze ve meyve almış yaşlı bir teyze ile, sadece bir şişe şarap almış onun yaşlarındaki amcanın kasada birbirlerine sıra verme ısrarının arkasına gizlenmiş flörtünü izlemek de...

Hafif eskimiş olmasına rağmen vazgeçemediğim ayakkabılarımı lostraya götürdüm. Topukları değişip biraz bakım görünce gıcır gıcır oldular.

Sonra mutfağa girip şip-şak menülerimden birini hazırladım: Yoğurtlu Salata ve Schnitzel.

Bütün ihtiyacınız olan: Yoğurt, salata için iceberg, knorr'un fesleğenli salata sosu -her markette bulunuyor-, zeytinyağı, sirke, hazır schnitzel.

Iceberg'inizi minik minik doğradıktan sonra, bir kasede yoğurt, azıcık zeytinyağı ve azıcık sirke ile salata sosundan bir paketi karıştırıyorsunuz. Çok yoğun kıvamlı olursa azıcık su ekleyin. Bu sosun aynı zamanda cipsler için leziz bir dip sos olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. :)

Ben salataya iceberg dışında yeşil zeytin koymayı da seviyorum. Domates haricinde başka şeyler de ekleyebilirsiniz bu salataya. Mesela salatalık çok yakışır. Sonra hazırladığınız sosu bu salataya iyice yediriyorsunuz.


Böylece hayatınızda yediğiniz en lezzetli ve en doyurucu salatalar arasında sayacağınız salatanız beş dakikada hazır olmuş oluyor. Bu sırada schnitzellerinizi de fırında pişirirseniz, menünüz tamamdır.


Bir de chucha boutique gönderimlerimi yaptım bugün.
Alakasız şeyleri birbirine bağlamayı çok seviyorum malum. O yüzden avukatlık stajımı başlatabilmem için gerekli olan evraklar için ödemem gereken paraların hepsini -noter, sağlık raporu, damga vergisi, vesikalık...- chucha boutique'ten gelenlerle ödedim. Böylece eğlenceli ve saçma bir bağlantı kurulmuş oldu (Bayılıyorum böyle şeylere): Butiğim beni avukat yapıyor!

İstanbul'dan bir Polonyalı geçti!

Geçen sene Yunanistan'daki yaz üniversitesinde hayatımın en güzel yazlarından birini geçirmiş, çok tatlı insanlarla tanışmış ve hepsine açık davet yapmıştım, ne zaman isterseniz atlayın gelin İstanbul'a, bende de kalabilirsiniz diye. Luis'den sonra bu sefer de Magda geldi İstanbul'a.

Zamanımız çok sınırlıydı, kızın şansına hava hep yağmurluydu; o yüzden şehrin altını üstüne getiremedik. Yine de İstanbul'a aşık oldu (neyse ki bu buluşmamızda aşık olduğu şeyler şehrimle sınırlı kaldı) ve kesinlikle bir kere daha gelmeye karar verdi. Bu arada ben de misafir ağırlamayı da ne kadar sevdiğimi fark ettim.

Dünya'daki en güzel, en sıradışı, en süprizlerle dolu şehirde yaşıyoruz. (Hemen trafik bıdı bıdısı yapmaya başlamayın rica ediyorum. Ben de her gün en az 4 saatimi işe gelip gitmek için yolda geçiriyorum ve bu bana ayda fazladan okunmuş 3 kitap olarak geri dönüyor. Koşulları değiştiremiyorsanız, o koşullar altında ne yapabileceğinizi değiştirebilirsiniz. Düşünüyorum da İstanbul trafiği sayesinde sistemli bir okuma ile hakkında hiçbir şey bilinmeyen bir konunun çok sıkı bir uzmanı olunabilir.) Sürekli aynı yerlere gidip duruyoruz, sürekli aynı şeyleri yapıyoruz. Kırk senedir her şeyin yerli yerinde durduğu Avrupa başkentlerinin inadına akıl almayıcı bir şekilde değişen ve her an yüzlerce yapılacak şey vaad eden bu şehrin hakkını veremiyoruz.

Ama bir misafir geldiğinde bulaşıcı bir keşfetme arzusu yayılıyor etrafa. Cuma gecesinden pazartesi sabahına kadar oradan oraya zıplayıp durduk. Çok sıradışı veya çok bilinmeyen bir şey yapmadık, yine de biz İstanbul'da yaşayanlar için bile farklı bir haftasonu oldu. Burnunuzun ucundakilerden yalnızca birkaçını hatırlatmak niyetine:


1- Minübüs Caddesi üzerinde birkaç şubesi olan Tutku Pastanesi. Uzun zamandır hiçbir yerde görmediğim kadar güleryüzlü ve ilgili bir ekip çalışıyor. Bir süre vitrinin karşısında kararsızlıkla dikildiniz mi hemen kendi favorilerinden ikram etmeye başlıyorlar. Paket olarak bir şey alırsanız da, mutlaka hemen orada ağzınıza atmanız için minik bir şey tutuşturuveriyorlar elinize. İlk defa gitseniz de müdavim muamelesi görüyorsunuz. Yukarıdaki fotoğrafta ortadaki tabağın içinde duran cevizli tuzlu poğaçalar benim favorim oldu. Kesinlikle tadılmalı!

2- Kabataş'ta sahildeki çay bahçeleri. Kesinlikle şahane bir manzaraya bakıyorlar. Fındıklı'da oturduğum dönemlerde poğaçamı simidimi alıp giderdim oraya. Hatta sınavlardan önce ders notlarımla orada epey zaman geçirmişimdir. Haftaiçleri oldukça sakin ve güzel oluyor.

3- İstanbul Modern. Bahçesiyle, kafesiyle, kütüphanesiyle, zincirli merdiveniyle, manzarasıyla pek çok sevdiğim bir yer. "Gelenekten Çağdaşa" sergisini de sonundan yakalamış oldum böylece.
Ergin İnan'ın eserleri özellikle ilgi çekiciydi. Sanki yüz kere baksan yüzünde de yepyeni bir şey keşfedebilirmişsin etkisi bırakıyorlardı. O yüzden de başı en kalabalık tablolar onunkilerdi.

Sergi 20 Haziran'a kadar uzatılmış, üstelik Ergin İnan'ın söyleşisi de var bu haftanın programında. İstanbul Modern yolu tutmak için iki harika bahane:


4- Galata Kulesi. Uzun zamandır gitmemiştim oralara. Daha önce olmayan çok şık cafeler restoranlar açılmış. En kısa zamanda keşif seferleri yapıp daha detaylı bahsedilesi. Özellikle de Galata Kulesi'nin tam karşısında terası bembeyaz koltukları ve barıyla son derece dikkat çekici olan şu yer neresi bir bilen varsa pek sevinirim:

5 - Tabii ki Sultanahmet civarındaki her şey...
Sultanahmet Köftecisi diye açılan zincirlerin gerçekten kötü köftelerine rağmen hala çok lezzetli köfte yapan Tarihi Sultanahmet Köftecisi de mutlaka dahil olmalı bu tura.



Bu arada bir de nikah ziyaret ediverdik. "Ne kadar kolay ve şipşak bir şeymiş evlenmek" diye şaşırdık. Tören sırasındaki en büyük geyik konusu: "E şimdi bizim hatun soyadını facebook'ta ne zaman değiştirecek bakalım. Hemen bugün mü çok daha sonra mı?" bahisleriydi. Gelin çok güzeldi, gerçekten son zamanlarda gördüğüm en güzel gelindi. Damat ile de daha önce Anayasa derslerinden tanıdığım ciddi ve sert adam arasında hiçbir benzerlik yoktu. Çok mutluydu. Umarım ki gerçekten hep böyle mutlu kalırlar.

Ayrıca şehre dair keşfettiğim bir güzel şey de Şehir Fırsatı.
Dün 19,25 TL'ye Fenerbahçe'de bir havuza giriş satın aldım. Normalde 55 TL imiş.
Şu an hayal gücümü zorluyorum da, daha ne fırsatlar çıkabilir karşımıza. Yapmak istediğimiz ama o kadar paraya değer mi dediğimiz pek çok şeyi yapar hale geliriz. Değişik kursların,bakım ünitelerinin ve haftasonu turlarının da fırsatlara eklenmesini sabırsızlıkla bekliyorum. Takibe alın derim...



24 Mayıs 2010

Komple hayat operasyonuna yeterli vaktin veya sabrın var mı?



Filmlerin ve romanların beynime soktuğu "bir sabah bambaşka bir insan olarak uyanma" palavrasından kendimi kurtarmam epey zor oldu benim. Arada sırada, kendimden inanılmaz sıkıldığımda hep bambaşka bir insan olarak uyanacağım günü beklerdim, sonunda öyle bir şey olmayınca da sinirimden gidip saçımı boyatırdım. Bundan umudu kesince Ece Temelkuran'ın bir köşe yazısında bahsettiği "Kendi aramızda hayat değiştirme" önerisinin destekleyicisi oldum. Daha da ütopik!

Sonra... Aslında bambaşka bir insan filan olmak istemediğime karar verdim. Sadece ufak alışkanlık rötuşlarına ihtiyacım vardı. Bunu fark ettiğim günden beri saçlarım aynı renkte :)

NipTuck'ın bir bölümünde yakışıklı doktorumuz "Büyük değişiklikleri kaldırmak kolay mı sanıyorsun? Kolay değil. Değişiklik mi istiyorsun. İnce ince işle. Fark edilemez belli belirsiz geçişler. Hastalarına da (estetik operasyonlarda) bunu tavsiye etmiyor musun? Komple hayat operasyonuna yeterli vaktin veya sabrın olduğunu sanma." der.

Severim bu sözü, "hayatta fark edilmez belli belirsiz geçişler" yapma fikri, bana "bambaşka biri olmak"tan daha yakın gelir. Korkutmaz, acıtmaz, yadırgatmaz... Ama bu geçişleri yapabilmek için bir kıvılcıma ihtiyaç duyarım. Bir şeylerin daha güzel olabileceğine ve yapacağım yatırımların bir şeye yarayacağına inandıracak bir kıvılcım...

Bu kıvılcımı genellikle kendi hayal gücümden bulup çıkarırdım; ama bu sefer bambaşka oldu!

Ayşe Arman'ın bugünkü röportajındaki "baştan çıkarıcı, erotik, provokatör ama aynı zamanda sadık, bağlı, tek eşli" Arielle Dombasle diyor ki: Gözünüzü, kalbinizi açın” diyorum, “Kendinizi korumaktan da vazgeçin! Orada sizi bekleyen muhteşem bir şey var, atlayın aşka.” Ama korkuyorlar. Onları anlıyorum da. Fakat can acıkmayan aşk yok. Ne kadar derin yaşarsan aşkı, o kadar canın yanar. Ben tabii başka şeyler de söylüyorum. “Sınır yoksa tabu yoksa, tabu yoksa günah yok, günah yoksa şehvet yok gibi.” Sınırları, tabuları yıkmak gerekiyor. Gerçek hazza öyle ulaşılıyor.

Ben ise kalbim kendiliğinden açılırken, gözünü de mantığının zoruyla açanlardan oldum her zaman. Hep sınırlarım vardı, hep kendimi geri çekmek için elimden geleni yaptım, hiç kendimi koyvermedim. Hayatımdaki belki de tek tutarlı şey, erkeklerle ilişkilerimdeki tavrım oldu. O ilişki çatlayıp da tek başıma yere düştüğümde o ilişkinin izlerini silmek için harcayacak ne zamanım ne enerjim vardı, o yüzden düşmemek için her türlü önlemi aldım. "Denizde daha çok balık var, ne fark eder tutuncuymuş kırmızıymış" gibi bir pervasızlığın yanında, karşımdaki adamların sabrını sınamak gibi berbat bir huy da edindim bu sürede.

Cumartesi gecesi Mr. Prozac ile aramızdaki her şey gerçekten ve tamamen bitiyordu. Nasıl, neden gibi sorular ve cevapları bir yana, o gece orada olan arkadaşım -ki o olmasaydı şu anda Mr. Prozac ile kesinlikle görüşmüyor konuşmuyor durumda olacaktık- benim söylenmelerimi "Sus bir dinle beni. Bu adam hayatımda tanıdığım az sayıda adam gibi adamdan biri. Çık yukarı, konuş onunla." diye susturduğunda Mr. Prozac ile konuşmaya çıktım. Jolly Joker'ın üst katında birbirimize avazımız çıktığı kadar bağırmamız kulağa şahane bir şey gibi gelmiyor farkındayım; ama benim için gerçekten önemliydi.

Çünkü o sırada dehşetle fark ettim ki, Mr. Prozac benim için gelmiş geçmiş herkesten çok daha özel olmasına rağmen ben bu ilişkiyi her an bitecekmiş gibi yaşıyordum. Çoğu zaman aksileşmemin sebebi de tam olarak buydu. Birlikte olmadığımız ve konuşmadığımız her an "Son geldi mi?" diye huzursuz oluyordum. Mr. Prozac'ın "Sen benim için ne ifade ettiğini hala anlamadın di mi!" derken neyi kastettiğini o anda gerçekten anladım.

O konuşmadan sonra bir de onun aklındaki "gelecekteki biz" imgesini görmeyi başardım. Çok net gördüm hem de. Tarifsiz bir şekilde hoşuma gitti. Beni bile şaşırtacak çabuklukta da benimsedim o hayali. O imgedeki çift olabilmeyi gerçekten çok istedim / istiyorum. Yukarıda bahsettiğim hayatta fark edilmez belli belirsiz geçişler yapmaya başlamak için ihtiyacım olan kıvılcımı da ilk defa başkasından arakladığım bir hayalde buldum. Yeniden ders çalışmak, eğlenceli olmayan şeylere zaman harcamak elbette kolay olmayacak, ama yapmak için gaza getirecek olan görsel beynimde.

Evet ben şanslılardanım. Tıkırında bir ilişki sahibi olabileceğime dair inancımı kaybetmişken, bir de "Bu aralar hiç erkeklerle filan uğraşamam." diye homurdana homurdana ortalıkta dolanırken, prozac gibi iyi gelen bir sevgilim oldu. Sizde bu yoksa bile "Life isn't finding about yourself, life is about creating yourself." diyen Bernard Shaw da şahane bir ilham kaynağı olabilir.

Başlasın komple hayat operasyonu! Mini mini dokunuşlarla...

İlk dokunuş bu fotoğrafın yönlendireceği yerde saklı:

23 Mayıs 2010

istanbul elinden öper


Ne haftasonu ama!
Efes, zubrowka, şarap, margarita...
Poğaça, ince belli bardakta çay, kaşarlı dürüm döner, kumpir, yengen, türk kahvesi...
Asmalımescit, Terkos, Kadıköy evlendirme dairesi, İstanbul Modern, Tophane, Galata, Kolpa...
Yağmurda ıslanmak, güneşte mayışmak, özlemek, sıkılmak, sevgiliyle kavga etmek, sevgiliye bir daha aşık olmak, sarhoş olmak, yorulmak, sinirlenmek, yorulmak, uyuklamak, bir duş ile yeniden doğmak...
Dinlenip dinlenip yorulmak, uyuyup uyuyup uyanmak, ATM ziyaret edip durmak sonunda yine cüzdanı boş bulmak, telefonu şarj edip durmak yine şarjsız kalmak...
Ne alakaysa koşu bandı ve yeni bir telefon almaya karar vermek. Bir de resim kursuna yazılma fikrine kapılmak...

Daha pazar günü yeni başlıyor.
Niyeyse İstanbul'un sadece gece hayatının değil her şeyinin dibine vurmak için bir misafirin gelmesi gerekiyor.
Sultanahmet'e müzeler kapanmadan yetişmemiz lazım.
Sezo sizi öpüyor, şahane bir pazar diliyor.

21 Mayıs 2010

Bana en güzel "yazmış" adamın kızlarına mektubu

Mr. Prozac'ımı duymayan kalmadı, sürekli ondan bahsedip duruyorum. Hatta kendisinin dahi bir keresinde "Ben senin için blog malzemesi miyim?" paranoyasına kapıldığına şahit oldum. Gerçekleri bal gibi bildiği için bu konuda açıklama yapma ihtiyacı duymuyorum bile. "Seni seviyorum bakiresi" bir insandım ben. Sık sık aşık olurdum veya aşık olduğumu sanırdım; ama bir adama şöyle tereddütsüz "Seni seviyorum." dememiştim hiç.

Ama hayatıma Mr. Prozac'tan önce girmiş erkeklerin de hakkını teslim etmem lazım. Şimdiye kadar hayatıma girmiş olan hiçbir erkeği lanet okuyarak anmıyorum. Hepsi bir zamanlar beni gerçekten mutlu etti. Ballı bir kadınım ki, bir tanesi bile sıradan, sokakta milyon tane benzeri olan adamlardan değildi. Hepsinin gerçekten olağanüstü bir tarafı vardı.


Bugünkü yazımın başkahramanı olan kocaman adam sanırım kısa ama kalabalık ilişki tarihimdeki en çok "yazdığım" ve bana en çok "yazan" adam oldu. Bazen birbirimize, bazen kendi kendimize, bazen bambaşka kişilere yazıyorduk. Mailler, yazılar, mektuplar, mesajlar... Hepsini de keyifle paylaşıyorduk birbirimizle. Şimdi bu satırları yazarken neler yazıyormuşuz diye eski maillerimi kurcaladım ve "Sana benim kadar iyi yazacak bir adam bulamazsın" derken ne kadar haklı olduğunu anladım:

"Yardım ister misin? ağr bir şeyler var mı kaldırılacak? hiç bir şey bulamazsam seni kaldırıp duvara yaslarım, öpüşürüz. ben kemiklerini severim, sen canın istedikçe tokat atarsın. sonra kahve içeriz. sonra... sonra bakmışız sabah olmuş, güneş doğmuş, ayaklarımızın altı silme bulut, yere inmeden işe gideriz?" veya "kahve yapayım sana sütü iyi ayarlanmış. sen evimi gör, ben seni. gözlerini aklıma nakşedeyim, yabancı diyarların, gereksiz şehirlerine sen bakayım... her yer sen olsun baktıkça, sadece sen." Bunlar rastgele iki mesaj, her gün bunlardan onlarcasını alırken, evet insan kendisini yeryüzündeki tek dişi zannedebiliyordu zaman zaman.

Biz birbirimiz için birer hevestik, bittik. Ama ikimizin de hayatında "yazmak" öyle kolay kolay bitmeyecek bir hevesti.


Biz birlikteyken, gelecekte benden bile zilli olacak kızlarına yazmaya başladığı mektup elime ulaştı geçen hafta.
Yarım yamalak okumak istemediğim için bir türlü başlayamamıştım.

Başladım ve bitene kadar -tastamam 73 sayfaydı- tuvalete bile gitmedim. Üstelik bu günlerde Anais Nin'in günlüklerini okurken, yine Anais Nin'in “stream of unconsciousness” methoduyla -fakat afyonla değil viskiyle ulaşılmış bir kafada- yazılmış bu kızlara mektubu okumak da ayrı bir güzel oldu.

Koskoca bir adam, çocuklarının annesinden boşanması sırasında bütün dürüstlüğü ile kendi geçmişine dönüp hesaplaşmaya başlıyor. Öyle dürüst, öyle eğlenceli bir dille yapıyor ki bunu üstelik! Açıkçası kıskandım, keşke benim babam da bana böylesine içten bir şeyler karalamış olabilseydi, diye düşündüm. Belki de ona karşı içimdeki bastırdığım kızgınlıklarımın kırıntısı bile olmazdı o zaman.

"Güçlü" bir adam olmakla "hayattan yorulmanın" ne kadar farklı şeyler olduğunu kavrıyor insan okurken. Bir de kesinlikle ne olursa olsun çocuk sahibi olmaya karar veriyor.

O kadar özel ve içten ki okurken ben bile birinin hayatını dikizliyormuş gibi mahcubiyet duydum. Ama o kadar güzel ki, bütün bu özelliğine rağmen bazı alıntılar yapmadan duramayacağım:

"Ne çok hosnudum bu durumdan, ne de nefret ediyorum halimden. Sadece çok yorgunum."

"Anlamadığım nokta, hakikaten, anneniz vaktiyle beni “ben” olduğum için sevmisti ve sanırım “ben” hala benim. En azından gece üç sularında sarhossam ve yazabiliyorsam “ben” kesinlikle ben olmalıyım. Bilemem."

"Kesinlikle çıldırıyorum ve bunu da neredeyse mükemmel bir titizlikle kayda geçiriyorum."

Bunlar gibi son derece yalın ve vurucu ruh hali betimlemeleri de var mektupta, yazılan günlerdeki olup biten siyasi olayların değerlendirmesi de, müzik ve kitap tavsiyeleri de: "Bertrand Russell, içten içe tüm insan doğasını çözümlemeye çalıstığı “Principia Mathematica” adını tasıyan üç ciltlik yapıtı ile... Yalnız Principia Mathematica’ya dikkat: Vaktiyle bir kadınla beraberken, Yesilköy mezarlığını mesken tutmus bir deli ile tanışmıştım."

Sanırım ben en çok akıl verdiği kısımları sevdim, o akıllardan bol bol kendi ceplerime de doldurdum:

Hele de büyüklerin manasız, din ve safsata dolu cümlelerine hiç kulak asmayın. Yası
geçkinler genellikle sürünmeyi “hayata bağlanmak”, rezil olmayı da “ömre ömür
katmak” olarak görme eğilimindedirler. Irkın ezici çoğunluğu da, genelde bir seyler üretmek yerine tüketmek sevdasında olduğu için, aslen, içten içe; “hiç bir boka yaramadan her boka maydanoz olan” bu kitleye acımayla karısık bir sempatiyle bakar. Sonları aynıdır çünkü: Ağızdan fırlayan takma dislerle ya öksürmek ya da balgam tükürmek.

Bu söylediklerim “duyulmak istenmeyen gerçekler” kategorisine girer ve sürüde bu tip
cümleleri dillendirmek “ayıp ve günah” kavramlarını ve genellikle “sen ne biçim konusuyorsun”ları da kaçınılmaz olarak beraberinde getirir. Tavsiyem, bu tip kocakarı ağızları, “ipinizde, sikinizde olmasın, e mi benim akıllı Kızlarım”... Hiç umursamayın, becerebildiğiniz kadar dolu yasayın ve olabildiğince de erken ölün.

Büyüdükçe, doğrusu yaslandıkça, daha da iyi anlayacaksınız; kimi zaman suçun
kimde olduğundan ziyade sonucun ne olduğu önemli hale gelir insan hayatında ve ne
yazık ki bu da o dönemlerden biri.

****

Cıvıltı”; siz de nihayetinde “kadın”sınız Kızlar, bir erkeğin o kadar nadir bulacağı bir
sey ki, size vasiyetim arkadaslarınız olsun, sevgilileriniz olsun, kocalarınız olsun, her
hangi bir erkekten eksik etmeyin. Bir erkek cıvıldayan bir kadın için bırakın
aldatılmayı, kerhane kapısına bekçi olmayı bile göze alır.

****

Sorun, “yasayacak çok sey var”dan, “yasanacak ne var”a bir ibrenin, ya da kulakları
çınlasın, sarkacın ortasında durmakta.



Bir de bazı yerlerinde kendimi buldum ki, asıl kahkahalar attığım kısım bu oldu. "Üstelik ruh hastası" olarak tanımlanmanın bu kadar hoşuma gidebileceği aklıma gelmezdi:

"Bu arada neredeyse sizin “abla”nız olacak yasta ve tas gibi –90/60/90– bir kadınla
tanıstım, inanılmaz müstesna, üstelik ruh hastası... (...)
. Dislerinizi gıcırdatmaya baslamayın hemen... Annenizle evleri ayırdıktan çok sonra tanıstık kendisiyle ve sayesinde tekrar inanmaya basladığım Tanrı sahidimdir ki doğru söylüyorum. (...) Bu genç kadınla birlikte Tanrı’ya inanmaya baslamamdaki motif de bu zaten. Geldi ve beni, çocuklarımı değil ama bileklerimi kesmekten kurtardı. Hala birilerinin, üstelik de benden epey genç birilerinin ilgisini çekebilmem çok önemli benim için su an. Yıllardır gözüm annenizden baska bir kadın görmemis ki..."

Bu upuzun mektubun sahibi benden bir yorum bekliyor biliyorum; ama ne denebilir ki? Muh-te-şem! Mektubun yazıldığı fıstıkları tanımıyor olmama rağmen, yetmedi bir kere baştan sona okumak, daha yavaş daha parça parça hazmede hazmede okuma ihtiyacı duyuyorum. Kızlarının başucu kitabı haline geleceğine, içleri sıkıldıkça açıp artık ezbere bildikleri satırları bir kere daha okuyacaklarına hiç şüphem yok.

Üzerine söylenebilecek tek bir şey var: Hep yazması gereken insanlardan birisin.

19 Mayıs 2010

Büyüyünce çilekli turta olacağım!


Fransız filmlerinde biraz masal havası varsa bunlar "Amelie" tarzı film oluyor. Amelie nasıl bir kült filmdir ki, komedi, dram gibi bir film tarzı haline geldi. Fena mı oldu? Aksine! Birbirinin aynısı filmlerden içimiz daralırken, şöyle hem göze hem ruha dokunan filmler ilaç gibi geliyor.

Jeux d'enfants'ı izlememiştim. Sıra mı gelmemişti, yoksa şarap eşliğinde bu filmi izleme planı yaptığım arkadaşımla planı gerçekleştiremesek de sözü tutma ihtiyacı mı duymuştum bilmiyorum.



Uzun bir aradan sonra ilk defa evde oturdum. Yapacak hiçbir şeyim yoktu. İş yoktu, Mr. Prozac yoktu, gezesim de yoktu. Oturdum Jeux d'efants izledim.


"Büyüyünce turta olmak istiyorum. Çilekli bir turta... Kremşantili... Bir pastanenin vitrininde..." diyen dünya tatlısı bir kız. Ondan daha tatlı, uzun kirpikli muzur gülümsemeli bir velet. Düğün masasının altında birbirlerine pipi ve kuku göstermeleri... Veledin "Bu kadar mı? Ama hiç bir şey görünmüyor!" isyanı üzerine zillinin "Kadınlar erkeklerden çok farklıdırlar" diye açıklama yapması...

Bu iki çocuk dönme dolap şeklinde bir metal kutuyla bir oyun oynamaya başlıyorlar. Filmin adı zaten fransızcada "çocuk oyunları" anlamına geliyormuş. Birbirlerine metal kutuyu verip "cap ou pas cap?" diye soruyorlar. Yani "Var mısın yok musun?" Genellikle de "cap" diye cevap verip, bir fırlamalık yapıyorlar. Aradan yıllar geçiyor, hala oyunları devam ediyor. Kız çocuğa kendini öptürdüğünde, çocuk bunu oyun gibi algılayıp "cap" cevabını verdiğinde aralarındaki eğlenceli oyun can acıtıcı bir oyuna dönüyor. Birbirlerine bal gibi aşık olmalarına rağmen, oyuna devam ediyorlar. Tabii yaşları büyüdükçe birbirlerine oynadıkları oyunlar da daha tehlikeli bir hal alıyor.

"Bu oyun içkiden, alkolden, extacyden daha iyiydi. Bu oyunda inanılmaz bir adrenalin vardı. Hatta seksten bile çok daha iyiydi. İnanılmaz bir tatmin yaşıyordum."

Finalini söylememem lazım; ama sonunda öpücüklerini sonsuz hale getirmeyi başarıyorlar. Mutlaka izlenmesi gereken filmlerden biri.


Sonra gün bitti Mr. Prozac'ım ile kavuştuk ve oturup Death Proof'u izlemeye başladık.
Son derece çıtır hatunlar, popolar ve ayaklar en ön planda, sohbetler erkekler ve ilişkilere odaklı. Geçtiği yer Texas olmasa neredeyse bir Woody Allen filmi diyebileceğim kadar ilişki çözümlemesi içeriyor. Tabii ki sadece başlarda... Sonra Tarantino klasiği olarak şiddet kendini gösteriyor ve filmin adının niye "ölüm geçirmez" olduğunu anlayıveriyorsunuz.

Şiddet filmin içinde doğallaşırken, "Bana tecavüz etmeye çalışan bir adama biber gazı sıkıp isilik sivilcesi çıkartmakla yetinemem." diye neden silah taşıdığını açıklamak gibi şahane replikleri dillendiren zenci karaktere kahkahalar atıyorsunuz. Sonunda da "Helal olsun işte hatunlara!" derken içinizdeki feminist damarı keşfediyorsunuz.

Eksisözlük'ten "graveorchid"in cümleleri aslında bütün filmi tamamlamak için yeterli: "Tarantino'nun sifir kurgulu bol kanli,kol bacak kopmali,bütün film boyunca bayip sonlara dogru hazzin dorugundayken küt diye biten filmlerini izleyip bundan çok zevk aliyorum evet" dedirten filmlerinden biri daha. her filminde bir sekilde kendini göstermesini ve "ruh hastasiyim ben hrrrr!" tarzini sevsek de ayak fetisistligi mevzusunda ayni seyi soyleyemeyecegim.bir kere de güzel ayaklar sec be kardesim!"

Bunun üzerine ek olarak sadece şunu söylerim: Sevgiliniz / kırıtığınız / veyakiminizvarsa onunla izleyin bu filmi. Çok kurcalamayın, söz dinleyin! :))



Bir güne sığmış iki şahane film...
Zamanında "Film izlerken sıkılıyorum, o iki saate neler sığdırırım ben?" diye homurdanıp duran benim bünyeme bile iyi geldi doğrusu.

How many people can you love before it's too much?


Özgecan'ıma elveda diyeli bir seneyi geçti. Belki çocukluk bu; ama bana hala uzaklarda bir yere yüksek lisans yapmaya filan gitmiş de uzun zamandır konuşamamışız gibi geliyor. Bir şey oluyor, elim telefona gidiyor ona mesaj çekmek için. Numarasını bile hala silememişim geçen gün fark ettim. Sanırım hepimizde var bu, hala Facebook'unun duvarına yazıp durduğumuza göre, hiçbirimiz onun tamamen gittiğine inanamıyoruz. İnanılır mı ki?

Elinde bir sürü yaşanmışlık ve bir sürü plan ile kalakalmak... Çok eğlendiğin bir konserde çok eğlenceli bir şarkı ile inanılmaz keyifli Barcelona günlerine ışınlanmak ve sonra XL dansını uyduran hatunun artık olmadığını hatırlamak...


sangriali niLLi çok mutlu bir gece! =) from Emine Sezen on Vimeo.

Tam da ertesi gününde bir yakın arkadaşımın annesini kaybettiğinin haberini almak... Sadece durdum. Ne demeli, ne yapmalı, bilemediğim anlardan biri. Birlikte okumayı yazmayı öğrendiğim, şimdi benden çoook uzaklarda bir ülkede olan bu arkadaşım adına gerçekten üzgünüm. Ne söylersem söyleyeyim bir işe yaramayacağını bilmek de kötü.

Bir yandan da düşünmeden edemiyorum, sevdiğim insanlar artarken hiç bir kaybetme korkusu duymazdım. Artık bu his de hayatıma dahil oldu. Kendisinden 'çatlak bir adam' olarak bahsettiğim için kızan Sinan "Biz yaşadıımız ve hayat devam ettiği sürece kaybetmeye devam edeceğiz. Bu çok acı çok üzücü olsa da bir yenisini daha kaybedene kadar yaşamaya devam edeceğiz çünkü birgün birileri de bizi kaybettiğine üzülecek. İtirazımızın olamadığı bir gerçek.." dedi. Ne kadar haklı...

Her şeyi deliler gibi tüketirken, bir tek sevginin hakkını veremiyoruz galiba. Arkadaşım annesini kaybedeceğini bildiği için onunla birlikte gerçekten zaman geçirdi. Ama her kaybımızdan önce bu kadar farkında olamıyoruz. Sevdiğimiz insanları hayatın hayhuyu arasında kaynatmamak lazım bir kere daha anladım.


Bin tane kelime ederi yok. Hayatımızda bin tane karmaşa. Aslında her şey ne kadar basit: Sevmek ve sevildiğimizi bilmek istiyoruz ve tek ihtiyacımız olan şey de bu!



"How many people can you love before it's too much? she said & I said I didn't think there was any real limit as long as you didn't care if they loved you back." ~ Story People

17 Mayıs 2010

Yüzde seksen arsızım!

Lisede en çok dinlediklerimden biriydi Özlem Tekin. Sonra kayboldu, hepimiz tamamen yok olduğunu düşünmeye başlamıştık. En son albümünü de yüklemiş, ancak çok başarılı olması gibi bir beklentim olmadığı için dinlemeyi erteleyip durmuştum.

Geçenlerde Özge bana "Bak sana çok güzel şarkılar dinleteceğim." diyip de Özlem Tekin albümü açınca şaşırdım. Şarkıların hepsi birbirinden güzeldi. Erkeklerin çok hoşuna gitmeyebilir; ama çapkın kadınlar, durulma evrelerinde kendilerini daha iyi anlatacak şarkılar bulamazlar. "Nolur gitme, sana aşığım, seni seviyorum." gibi yapışık sözlerden uzak, ama yine de aşkı anlatan şarkılar bunlar. Aşkı bulmuş bir kadının, dönüp kendisiyle hesaplaşması gibi... Kendi hakkını da yemeden, bir adam hayatıma girdi beni var etti demeden... Aynı zamanda çok yaşamış olmasına rağmen hala aşkı arayan şarkılar da var.

Yeniden hoş geldin Özlem Tekin. Güzel geldin.

Şikayetim var dünya çok dar sabırsızım. Aşık oldum kalbim büyük sınırsızım. Kehenetim var bu aşk bitmez ölümsüzüm.Aşık oldum senden beri kuralsızım (Şikayetim Var)

Uslu durmadım hiç susmadım,aklıma geleni söyledim. Yok yere kimsenin kahrını,kaprisini çekemem ben kimsin ki sen!? Nerden baksan haksızım. Yüzde seksen arsızım. Yüzde doksan kalpsizim. Bundan böyle sensizim (Yüzde Seksen)

Sevilmeden önce herkese yalandım. Oyunumu oynar keyfime bakardım. Seni de önce bi oyun sandım. Bilemedim farkedemedim. Erkekliğime ver erkekliğime ver. (Erkekliğime Ver)
Alıştım elvedaya, umursamaz durmaya. Hiç sevgi görmedim ama hala sımsıcak bak ellerim (Sen Anla)
Yer yerinden oynasa ben buradayım. Kar kıyamet kopsa da aynı konumdayım. Dünya altüst olsa da sabit durumdayım. Her şey tersine dönse bana bişey olmaz (Bana Bişey Olmaz)
Kimse bilmez bir ömür sürüklendim. Her sabah yeniden ümitlendim. Bakıp aynaya ne sözler verdim. Seni gördüm göreli aşka dilendim…Boyuna posuna havasına yandığım. Bilmeden yoluna , yanına, kapısına düştüğüm. Eline ,dizine ,yatağına yattığım. Gönlünü gözünü sözünü, canını sevdiğim… (Kimse Bilmez)

Sarıl bana. Sevgiden başka ne kaldı elimizde (Yatağım Boş)

Dip Not: Link her zamanki yerinde saklı. Şifresi de: sebnemkolik

Bayılma Listesi

Bayılıyorum...

1- Genellikle koca haftasonunun nasıl geçtiğini kesinlikle anlamıyorum, hatta normalde çalışan insanlar için amacı "dinlenmek" olan bu iki gün beni bazen haftaiçindeki beş günden daha fazla yoruyor. Ama sonra haftasonu bittiğinde, yatak odamın ortasına yığılmış kirli kıyafet yığını, çatallaşmış sesim, aralıksız alkol tüketiminin sersemliği, aklıma gelen saçma sapan diyalogların (-Nasılsın? - Son derece çıplağım) beni gülümsetmesine bayılıyorum.


2- Şimdiye kadar sevgilimle zaman geçirmek için yakın arkadaşlarımdan vazgeçmek zorunda kalırdım. Ya adam "Ay ben Taksim'e çıkmam, çok kalabalık için bayılıyor" havasında olduğundan daimi Taksimci olan bizim planlarımıza dahil olamazdı, ya bizim muhabbetlerimiz adama çok toy çok geyik gelirdi, ya da düpedüz arkadaşlarım ile sevgilim birbirlerini sevmezlerdi. Tamam hepsinin de hakkını yiyemem; ama birlikte geçirilen zamanlarda da bir zorlamalık olurdu. Şimdi Mr. Prozac ile en yakın arkadaşlarımın iyi anlaşmasına; hiç bir kız arkadaşımın "Ya Sezo her şey iyi hoş da benim içime sinmedi bu adam. Yakıştırmadım sana" demiyor olmasına bayılıyorum.



3- Sonunda açık hava konserleri de başladı. Oh be! Elimde buz gibi bira konser alanına sallana sallana yürümeyi, daha konser başlamadan önce güzel kafalı olmayı, bir sürü uzun zamandır görmediğim insanla karşılaşmayı, oksijen sıkıntısı olmadan zıplayıp hoplamayı, yorulunca minderlerin üzerine iki seksen yatmayı, avazım çıktığı kadar bağırmayı özlemişim.


Dün gece GSÜ'nün festivalindeydik, Nil Karaibrahimgil ve Jay Jay Johanson vardı. İkisini de zaten çok severim. Hayatımıza özgür kız olarak giren, şarkılarında evlenmeye ("evlilik benim solmam demek") ve erkeklere kafa tutan ("tek taşımı kendim aldım, tek başıma kendim taktım") Nil'in evlenmesinden sonra Vogue'a yazdığı bir itiraf yazısı vardı: "Kendimle çelişiyor muyum? Ne güzel, kendimle çelişiyorum. Çok genişim demek ki içimde herşeyden var." cümlesiyle bitiyordu. Çok hoşuma gitmişti. Dün hala taş gibi, hala çıtır olduğunu görünce bir kere daha aşık oldum Nil'e.

İstanbul'da en sık konser verenlerden biri olduğu için "JayJay Türk mü yoksa?" esprilerine maruz kalan, JayJay'i de boğaza karşı dinlemek apayrı bir keyifti. Açık hava konserlerinin başlamış olmasına da bayılıyorum.

4- Babam "Anti-Fenerbahçe"li, Mr. Prozac'im "Fanatik Fenerbahçeli". Yani Fenerbahçe'nin maçlarının sonucu ne olursa olsun hayatımdaki bir adamın gerçekten mutlu olmasına bayılıyorum. Ya ikisi de Fenerbahçeli olsaydı ne yapardım ben Bursaspor şampiyon olduktan sonra?

5- Aşk diye bir şeyin varlığını sorgulayıp duran ve evliliğe özgürlük sınırlayıcı sevimsiz bir şey gözüyle bakan bir kuşak olduğumuz inkar edilemez. Bunun tersini bana kanıtlayan çiftlere bayılıyorum.

Biri Anayasa kürsüsünün asistanı. Soğuk, mesafeli, sert bir duruşu vardı benim dersine girdiğim yıllarda. Diğeri de bizim 2004 -çift girişliler kuşağından, aynen benim gibi okul ile istikrarsız bir ilişkisi var, o yüzden birlikte okul anılarımız yok. Ama gerçekten karizmatik ve hoş bir yüzü ve fıstık gibi vücudu var, sima olarak kesinlikle unutulmayacak kızlardan biri. İkisinin birlikte olduğunu biliyordum; ama ikisini yanyana daha önce hiç görmemiştim. "Modern zamanlarda aşk dibdidu mudur? Bu mudur?" diyen Nil'e inat, "Hayır, budur!" der gibilerdi. İkisinin de gözlerinin içi gülüyordu, birbirlerine de çok yakışmışlardı.

Hatemi'lerden sonra, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi tarihinin ikinci asistan-öğrenci çifti olarak bir haftadan kısa bir süre sonra evleniyorlar. Mutluluk dileklerimi daha sonra bol bol ileteceğim kendilerine; ama söylemek istediğim şey bambaşka benim.

Beş gün sonra evleniyor olmalarına rağmen, evlerinde "Amanın daha şu bu o yapılması lazım" paniklerinde değillerdi, "Yahu evleniyorum, özgürlüğüm elimden mi alınıyor." paranoyalarına girmemişlerdi, oraya gelmiş bıcır bıcır bir çift olarak konser dinliyorlardı. Bayıldım. (Bunun sonunda bir de "Maşallah" eklenmezse olmaz tabii.)

14 Mayıs 2010

Böyle yaşlanmaya can kurban!


Ben okuma yazma öğrendiğimden beri günlük tutan bir insanım. Edebi bir şeyler yaratma arzusunun kırıntısı yok bu günlüklerde. Başlarda sadece aradan birkaç yıl geçtikten sonra okuması çok eğlenceli oluyor diye yazıyordum. Zepo ile ortaokullu öğrencilerken Bodrum'da geçirdiğimiz bir yaz tuttuğum günlüğü lisedeyken okuduğumuzda kahkaha atmaktan karnımıza ağrılar girmişti mesela. Üniversiteye başladığım ilk günleri okumaktan hala inanılmaz bir keyif alırım; hayatımın erkeğini bulup bir yastıkta kocama hayalleri olan halimle dalgamı geçerken, o yaşıma rağmen şimdi kesinlikle sahip olmadığım kadar katı ilkeli bir insan oluşuma şaşarım.

Sonraları yazdıklarımı geri dönüp okumaz oldum; ama kafa boşaltmak için ihtiyacım vardı bu günlüklere. Bir çeşit alışkanlık olmuştu. Kafamda evirip çevirdiğim her şeyi kelimelere dönüştürdüğümde huzurla doluyordum, beynim "ohh beee!" diyordu. Derken ev değiştirmeler, defterlerin gereksiz yer kaplaması, word dosyası şeklinde tutulan günlüklere geçiş, bunların format yemesi zorunlu bilgisayarlar yüzünden tarihe karışması derken bu kayıtların çoğunu kaybettim.

Ama hayatımın en genç, en delikanlı, en pervasız döneminde hayata nasıl baktığımı hiçbir kayıda ihtiyaç duymaksızın ezbere biliyorum. Hatta o dönemde oluşturduğum ön yargılarımla savaşmak bugün oldukça fazla enerjimi tüketiyor.


Yıl 2007. İstanbul Üniversitesi Hukuk fakültesi öğrencisiyim, harika bir not ortalamam var. Cihangir'de tek başıma yaşıyorum. Erkeklere kendini kaptırmamanın, tek beklentinin "birlikte iyi vakit geçirmek" olmasının acısız, göz yaşsız ilişki formülü olduğunu çözmüşüm. Birine bir şeyler hissetmeye başlarsam, topukları yağlıyorum. Adana'dan arkadaşlarım, fakülteden arkadaşlarım, katıldığım etkinliklerden, kurslardan tanıdıklarım derken hiç de azımsanamayacak bir çevre var. Ve bu çevre gerçekten her konuda gaza gelmeye müsait. Bütün konserlerdeyiz, her çarşamba Mojo'dayız, her cuma Roxy'deyiz, her cumartesi canlı müzik yapan bir yerdeyiz, yeni bir mekan açıldıysa derhal hayırlı olsun ziyaretimizi yapıyoruz, spesyal kokteylleri ilk tadanlardan oluyoruz. Benim fakültemde devam mecburiyeti zaten yok, kah Koç'tayım, kah Bilgi'de, kantinde arkadaş ziyaretleri... Güneş görülmeden eve girilmiyor. Zaten evde bile olsam misafirsiz kalmam ihtimal dahilinde değil. Hadi kaldım diyelim Lost var, yine sabah ezanından önce uyunmuyor. Bütün sene boyunca en çok emek harcanan konu: Yaz tatili planlaması. Sevgililer değişiyor, saç renkleri değişiyor, hayaller değişiyor, keyif ve kahkahalar baki.

Hala gencim, hala keyifliyim; ama o günlerin fotoğraflarına bakıyorum da, daha bir parlıyor gözlerimiz, daha bir genciz, hiç tereddüt etmeden her şeyi yapabilecek olmanın enerjisi var. Şimdiki arada bir gelen durgunluklarımızdan, düşünceli hallerimizden eser yok.

O günlerde kendi kendime bir söz vermiştim: Ne olursa olsun, iş-ev-iş-ev yaşayan, gece çıkma anlayışı bir içki içip eve gitmek olan sıkıcı ve yetişkin kadınlardan biri olmayacaktım.


Sonra...
Okul bitti.
Birkaç iş denemesinden sonra, çok şey öğrenmiş olarak hukuk çizgisine döndüm. "Hukukla ilgili iş yapmak = İnanılmaz ciddi ve sıkıcı bir hayat yaşamak" anlayışına karşı duruşumu koruyor olsam da gelecek hayallerim bir ciddiyet kazandı.
Bir şeyler hissettiğim adamlardan kaçmak yerine, bir şeyler hissedebilmenin keyfine bakmayı öğrendim. Bir adamın hayatında olma süresi uzadıkça, aranızdakilerin azalmayacağını öğrendim. Şaşırdım.


Birlikte çok zaman geçirmiş olduğum arkadaşlarımın bazıları hayatımdan tamamen çıktı, çok nadiren yolda karşılaşıp ayak üstü lafladığım, gerçekten özlememe rağmen bir gün olsun oturup kahve içmeye fırsat bulamadığım kişilere dönüştü.
Yurtdışına taşınanlar, askere gidenler derken bir avuç kaldık. Tamam büyük bir avuç! Ama iş güç sorumluluklar derken, öyle sabah uyanıp "Napsak ki bugün?" diye birbirimizi aramalar bitti.


Gece bir klübe gidip, arkadaşımın yüzüne baka baka dans etmeyi inanılmaz komik bulur oldum. "Konser varsa gidelim, yoksa oturup bir şeyler içelim"cilere katıldım.
Yani bir zamanlar olmaktan korktuğum kadınım artık.

Dün gece Mr. Prozac ile caddenin şimdilik tek "club"ı olan Rush'ı hayırlamaya gittik. Müzikler tam eller havaya, üstü açık sigara içilebiliyor, valesi var caddede park sorununu kesip atmışlar. Yani karşıya geçmeye üşenenlerin kurtlarını dökmesi için her şey mevcut.


Gittik, bir saat takıldık, mideye bir margarita yuvarladık, çıktık. İçimdeki eski Sezen hortladı, "Yaa gece yarısı bile olmadan çıktık. Yaşlanıyoruz." diye tutturdu. Eve geldik, plak dinledik. Şimdi iki parmak ucumuzla dilediğimiz her çeşit müziğe ulaşabilmenin inadına, bir şey dinlemek için onun plağına sahip olmanın şart olduğu günlere ışınlandık. Plakların üzerlerine yazılmış, "Ayşe, Fatma, Ahmet, Mehmet, Büyükada, Şeker Bayramı, 1975" gibi notlarla duygulandık. Mr. Prozac'imin sürekli plak değiştirmek için kalkmak zorunda olduğu anlarda "playlist" denilen şeyin keşfedilmiş olmasına şükrettiğimi inkar edemem :)) Ama onun haricinde şarkılar, plakların kendisinin yarattığı duygu, sanki şarkıları yanı başımızda söylüyorlarmış hissi, Mr. Prozac'ımın kokusu... O kadar güzeldi ve deja-vu gibi hissettiğim bin tane yaşadığım sokakta geçen gecelerden o kadar farklıydı ki...




Hayatımda kuduruk geçmiş 5 sene olmasaydı, dün gecenin bana bu kadar güzel gelmeyeceğinin bilincinde olarak "Yaşlanmaksa yaşlanmak, iç geçmesiyse iç geçmesi yahu! Böyle yaşlanmaya can kurban!"dedim.

Yaşlanmak kavramını artık hayatımdan tamamen siliyorum. Bıcır bıcır+60 yaş insanlar da var hayatımda çünkü. Yaşlanmıyoruz, değişiyoruz. Bir zamanlar sıkıcı bulduğumuz şeyler, sonra inanılmaz keyifli gelebiliyor. Şu an monoton ve bayık bulduğum şeyler belki de bir beş yıl sonra mest edecek beni. Artık eminim: Karşı koymamak lazım değişime, alışkanlıkları gerektiğinde terk edebilmek lazım.

Bu da sanırım son zamanlardaki en içten gelen yazım oldu. Bir de şahane şarkı size:

Dario Moreno - Her akşam votka, rakı ve şarap

Derken...

Çatlak bir adamdan "Erdem Kıramer Makas Kuaförde dip boya 50TL yerine %50 fırsatla sadece 25 TL" başlıklı bir mesaj alınca bütün romantikliğim bozuldu. Başlasın haftasonu! Yaşasın üniversite festivalleri! =)

Pinterest'im

Instagram'ım