30 Eylül 2010

Bana bir koca lazım, o da bu gece lazım!


Bu bloga her gün bir şeyler yazardım, sadece keyfim yoksa pas geçerdim yazmayı. Bu aralar tam tersine, sürekli beğenip paylaşmak istediğim bir şeyler yakalamama ve her gün her gün yepyeni keşifler yapmama rağmen yazma fırsatım olmuyor. Daha Almanya- Polonya seyahati notlarıma bile sıra gelemedi. Sırf Aşk ile maceralarımızdan bile her gün birbirinden nefis yazılar çıkar zaten. Bir şeyler karalamaktan müthiş zevk alıyor olsam da, yazmaya zaman bulamayacak kadar dolu dolu günler geçiriyor olmayı da seviyorum. Uzun zamandan sonra ilk defa bugün evdeyim, adliyedeki işlerim bitince doğrudan eve geldim, aklımdaki sonsuza uzayan "yapmak istediklerim listesi"ni kağıda dökmek ve hayatımı planlamak için bir defter aldım, bu gece onu yazmaya niyetliyim.

Dün akşam iş çıkışında, daha önce "Üç yanlış bir doğruyu, üç yalnız bir büyüğü götürür." şeklinde tapılası bir cümle kurmuş olan Sino ve Aşk ile Akın Balık'ta rakı sofrasında keyiflendikten sonra, Aşk beni yine tam eve gidecekken kandırdı -ki ben de kanmaya dünden razıyım zaten- ve kendimizi Cozy'de bulduk. Cozy bu aralar en sık gittiğim mekanlardan biri, üstelik artık çarşambaları da canlı müzik varmış. Buz gibi beyaz şarabım elimde, Aşk ile kikirdeşe kikirdeşe şarkı falı bakarken (benim şarkım: "Hey tanrim bana üç tane, üç de yetmez beş tane beş de yetmez yedi tane ver ver ver ver ver Allah´im ver" ; Aşk'ın şarkısı "Bilmiyorum seninle sonumuz ne olacak,  belki bu aşk ölümsüz belki yarım kalacak." oldu. )Bir de friendfeed, twitter, blog yollarıyla tanıştığım Naz ile gerçekten de tanışmış olduk bu arada, nasıl güzel nasıl tatlı ikizlerdir onlar. :))

Ezgi'nin Günlüğü'nün kantosunu da bilmiyordum ben, bayıldım: "Ateşe baca lazım, kitaba hoca lazım, bana bir koca lazım, o da bu gece lazım." 

Bir de Hintlilerin direk dansını atlamayın derim ben :))


Hürriyet Video'larını izlemek için Flash 7 veya daha yüksek eklenti yüklenmeniz gerekmektedir. Yüklemek için tıklayınız!!!

29 Eylül 2010

Jazz, Yelken, Telefon, Adliyeler, Fotoğraflar ve en çok Aşk!


İki boyutlu hayatları ( değişen tek şey yaşanmış gün sayısı ve banka hesabındaki meblag olan, iş ve ev döngüsünde her gün bir önceki günün aynısı olan hayatları ) sevmiyorum ben. Bunu huzur veya düzen olarak nitelendirmenin de "sıkıcı bir hayatım var"ın kamuflajı olduğuna inanıyorum. Şu andaki işim ve yakın geçmişte Almanya'da aldığım kısa fakat yoğun hukuk eğitimi sayesinde artık eminim ki benim işim hukuk. Yine de hala farklı konularla da ilgileniyorum, farklı şeylere merakımı koruyorum. Hayatımın boyutlarını çoğaltmak için elimden geleni yapıyorum.

Gelgelelim insanın hayatını renkli tutması için yaramazlık, fırlamalık yapması, güzel kafalı çok çılgın geceler geçirmesi şart değilmiş. Bunu anladım. Sonunda büyüdüm mü? Tam olarak öyle olmadı, hayatıma "Aşk" girdi. Bana hayatımdaki bazı şeylerden vazgeçmenin beni eksiltmeyeceğini, tam tersine çoğaltacağını gösterdi, gösteriyor.



Onun bana bunu yaşatarak benimsetmiş olması sayesinde hayatımı renklendirme çabalarım çok daha şık bir hal almaya başladı. Uzun zamandır beni yaz mevsimi ile sınırlamadan denizle haşır neşir edebilecek bir aktivitenin peşindeydim, Grupanya'da da Yelken Eğitimi kampanyası yakalayınca hiç düşünmeden soluğu Kalamış'ta aldım. Sandığımdan daha komplike bir spor olduğu ile yüzleşmiş olsam da, denizin üzerinde canım ne yöne isterse gidebilmek, bunu motor sesi olmadan yapmak gerçekten çok keyifliydi. Taa ki telefonum denizin derinliklerine yol alıncaya kadar!!

Ben elektronik eşya almaktan nefret ederim. Başıma gelen en kötü şey telefonumun, bilgisayarımın, fotoğraf makinemin, müzik çalarımın bozulması / kaybolması olur.  Seçenekler arasında sıkışırım,  hangisini almam gerektiğine karar veremem, zaten hiçbir elektronik eşyayı da uzun süre kullanamam -ya bozarım, ya kaybederim-. 

Yelken keyfi benim için böyle bir hal almışken, yine imdadıma " Aşk " yetişti. Beni "Hayatım, bir sürü iletişim yöntemi var" diyerek sakinleştirdi ve kendimi gitmeyi pek çok istediğim Medeski Martin & Wood konserinde buldum. Oh la la!* Aynı zamanda Salon'a da ilk defa gitmiş oldum. Yüksek tavanı ve Asmalımescit'e yakın konumu ile Babylon'a güzel bir alternatif.



Benim kendi kendime koyduğum ve büyük itaatle uyduğum kurallarımdan biri de hiç kimsenin (Annem, babam ve kardeşim hariç olmak üzere) elektronik bir şeyini ödünç almamaktı.  En yakın arkadaşlarım dahil kimsenin ne telefonunu, ne fotoğraf makinesini, ne bilgisayarını ödünç almıştım şimdiye kadar. Garip bir biçimde benim telefonum boğazın derinliklerindeyken "Aşk" ile onun bir önceki telefonu ve hattını kullanarak mesajlaşmak beni hiç rahatsız etmedi. Onu kendime bu kadar yakın hissettiğimi bu şekilde keşfetmem biraz enteresan olsa da, o his tarifsiz güzel. Ayrıca da onun telefonunu kullanırken -ki o gerçekten telefonuyla yaşayanlardan- onun bir parçası hep benimleymiş gibi hissediyorum. 

Bu yazıyı yazarken bir yandan da "Aşk"ın blogtan kaldırmamı rica ettiği fotoğraflara bakıyordum. Bir kısmı benim de hiç hoşuma gitmedi tereddütsüz kaldırdım. Ama bir kısmında kaldım. Eskiydiler, artık hiçbir anlamları yoktu, ama bir zamanlar olmuştu. "Sil" butonunun üzerinde elim takıldı, içimdeki asi kadın avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı:
"Sen bunların yanlış veya gizlenmesi gereken şeyler olmadığını bugüne kadar çatır çatır savundun. Herkese bunu kabul ettirdin. Sen yaşadıkların sayesinde bugünkü sensin ve geçmişini silmek gibi bir arzun yok. Neden şimdi kendine ihanet edip bunları silesin ki?" 

Sonra " Aşk" ın sadece varlığının bana kendimi ne kadar iyi hissettirdiğini ve onunla geçirdiğim her zaman diliminden sonra her hücreme "her şey çok güzel olacak" hissinin yayıldığını hatırlattım kendime. Kikir kikir güldüğümüz otobüs yolculuğu, koltuk fısıldaşmaları, tanışmamız, bir sürü muhabbetimizden parçalar geçti aklımdan, içimdeki asi kıza ihanet ettim, "Aşk" ı seçtim, fotoğrafları sildim. "Aşk"ın bana yolladığı güzelim çiçeği koydum masama, ona karşı bir keyif kahvesi içtim.

Fotoğraf Notu: Medeski Martin & Wood fotoğrafları, facebook sayfasından alınmıştır.

25 Eylül 2010

Kürk Mantolu Madonna


"Halbuki o hiç fevkalade bir adam değildi. Hatta pek alelade, hiçbir hususiyeti olmayan, her gün etrafımızda yüzlercesini görüp de bakmadan geçtiğimiz insanlardan biriydi. Hayatının bildiğimiz ve bilmediğimiz taraflarında insana merak verecek bir cihet olmadığı muhakkaktı. Böyle kimseleri gördüğümüz zaman çok kere kendimize sorarız: "Acaba bunlar neden yaşıyorlar? Yaşamakta ne buluyorlar? Hangi mantık, hangi hikmet bunların yeryüzünde dolanıp nefes almasını emrediyor?" 

Bu cümleler yakalamıştı beni, Sabahattin Ali'nin romanında. Ve yola çıkmadan bir gün önce "Kürk Mantolu Madonna" da benimle birlikte yolculuk yapmak üzere çantamdaki yerini almıştı. 


Sürekli sürekli kitap okuyorum ben. Kendi hayatım bazen yetmiyor, başka hayatları da yaşamak istiyorum belki de kimbilir? Bu kadar çok okumama rağmen hala planlı programlı okuyanlardan biri değilim. Hani kimileri okuma listeleri yaparlar, belli bir konu veya tarzda kitapları listelerler ve bu listeyi takip ederek okurlar. Asla yapamıyorum. En büyük zevklerimden biri, sorumluluğa dönüşüyor o zaman. Benim okuyacağım kitabı seçme biçimim tamamen içgüdüsel. Kitapçıya giriyorum, kitaplara dokunuyorum, rastgele bir kaç sayfasını okuyorum, sonra tek bir tane alıp çıkıyorum. Ve gariptir ki bu kadar içgüdüsel seçtiğim kitaplar hayatımın o anına cuk oturuyor.



"Kürk Mantolu Madonna" da yine böyle cuk oturan romanlardan biri oldu. Alırken romanın geçtiği yerin Berlin olduğunu bilmiyordum bile. Ve 1943'te yazılmış olan Berlin sokaklarında geçen bir aşk hikayesini ben de Berlin sokaklarında okumuş oldum. Tasvirlerden veya anlatımdan bir ipucu yakalarsam koşa kola oraya gidiyordum. KaDeWe'den mi bahsediyor, romanım çantamda KaDeWe'ye gidiyor, orada oturup biraz daha okuyordum. Aldığım keyfi anlatamam. 


Henüz okumadıysanız YKY'den çıkan baskısını şiddetle tavsiye ederim, içindeki eski Türkçe kelimeleri korumuşlar; ama altına bu kelimelerin açıklamalarını koymuşlar. 


Çok sıradan olan, hiç bir özelliği olmayan bir adamın geçmişteki sıradışı tutkulu bir aşk ilişkisine yolculuk yapıyorsunuz romanda. Bu aşkın bir tarafında "Benim fikrimce insanlar arasında çeşit çeşit kendini gösteren bütün sevgiler, sempatiler bir nevi aşk. Yalnız yerine göre işim ve şekil değiştiriyorlar." diye düşünen bir kadın var; diğer tarafında "Aşk bütün mantıkların dışında, tarifi imkansız bir şey. Sevmek ve hoşlanmak başka, istemek, bütün vücuduyla, her şeyiyle istemek başka... Aşk bence bu istemektir. Mukavemet edilemez bir istemek!" diyen bir adam. Adamın bir gün avare avare sokaklarda dolaşırken, bir sergiye girip sonradan otoportre olduğunu öğrendiği bir resme bağlanması ve her gün her gün resmi izlemek için o sergiye gitmesiyle başlıyor her şey.


O kadar güzel içsel çözümlemeler ve duyguların kelimelere dökülüşleri var ki, okurken geçmişte ve bugünlerde yaşayıp, ifade edemediğim bir çok şeyin önümde somut somut durduğu hissine kapıldım. 


Kitaptan bazı alıntılar: 


"Muhakkak ki bütün insanların birer ruhu vardı, ama birçoğu bunun farkında değildi ve gene farkında olmadan geldikleri yere gideceklerdi. Bir ruh ancak benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza ve hesaplarımıza danışmaya bile lüzum görmeden meydana çıkıyordu... Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya -ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk. O zaman bütün tereddürler, hicaplar bir tarafa bırakılıyor, ruhlar birbiriyle kucaklaşmak için herşeyi çiğneyerek birbirine koşuyordu."

"Bir kadının bize her şeyini verdiğini zannettiğimiz anda onun hakikatte bize hiçbir şey vermiş olmadığını görmek, bize en yakın olduğunu sandığımız sırada bizden, bütün mesafelerin ötesindeymiş kadar uzak bulunduğunu kabule mecbur olmak acı bir şey."

" Yaşamak, tabiatın en küçük kımıldanışlarını sezerek, hayatın sarsılmaz bir mantık ile akıp gidişini seyrederek yaşamak, herkesten daha çok, daha kuvvetli yaşadığını, bir ana bir ömür kadar çok hayat doldurduğunu bilerek yaşamak...."

"Onun boşluğunu değil, fakat yokluğunu hissedecektim."

"Maria Puder'le tanışmadan evvelki boş, gayesiz, mantıksız günler eskisinden daha ıstırap verici bir halde yeniden başlamıştı. Arada bir fark vardı: Hayatın bundan ibaret olduğunu zannettiren bilgisizliğimin yerini şimdi, dünyada başka türlü de yaşanabileceğini bir kere öğrenmiş olmanın azabı tutuyordu."

"İnsanlar birbirinin maddi yardımlarına ve parçalarına değil, sevgilerine ve alakalarına muhtaçtır. Bu olmadıktan sonra aile sahibi olmanın ismi 'bir takım yabancılar beslemek'ti."

"Demek ki insanlar birbirlerine ancak muayyen bir hadde kadar yaklaşabiliyorlar ve ondan sonra daha fazla sokulmak için atılan her adım daha çok uzaklaştırıyor."

"Şimdi aramızda noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum. Bu eksik sana değil, bana ait... Bende inanmak noksanmış. Beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanmadığım için sana aşık olmadığımı zannediyormuşum. Bunu şimdi anlıyorum. Demek ki insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar. Ama şimdi inanıyorum. Sen beni inandırdın. Seni seviyorum. Deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum. Seni istiyorum, içimde müthiş bir arzu var."

23 Eylül 2010

DDR müzesi ve Ritter Çikolata Dünyası



04 Eylül 2010 // 15:15
Französische Strasse, Berlin

Ne kadar uzun zamandır hayatım bir yerlere koşturmakla geçiyormuş. Çalışmadığım günlerde bile arkadaşlarımla buluşmak, gitmeyi aklımıza koyduğumuz bir etkinliğe katılmak için sürekli saatle yarışıyormuşum. Bugün o kadar iyi geldi ki bana. Keyfimin günü oldu, hiçbir plan yapmadan, hiç saate bile bakmadan oradan oraya savruldum. Saat limiti ve yetişme stresi olmayınca insan ne yoruluyormuş, ne de içi daralıyormuş. Sıfır uykuyla sokakta bir mozerellalı sandiviç yiyerek yazıyorum şimdi.


Sabah valizlerimi bir locker'a bıraktıktan ve check-in saatimin 15:00 olduğunu öğrendikten sonra kendimi sokağa vurdum. Üzerimde yağmurluk hafif çiseleyen yağmurun altında saatlerce yürüdüm. Sonra bir turist kafilesine denk geldim, peşlerine takılınca kendimi DDR müzesinde buldum. Alman hayatı müzesi de diyebiliriz. Almanya bir duvarla ikiye bölünmüş haldeyken DDR'da tatil anlayışının, kıyafetlerin, müziğin, kullanılan kozmetiklerin, teknolojinin ve hayata dair diğer her şeyin nasıl olduğunu anlatan bir müze burası.

Broşüründe şöyle yazıyor: "Koruyucu duvar ve dikenli tel GDR / DDR'ı (The German Democratic Republic / Deutsche Demokratische Republic) dünyanın geri kalanından ayırırken içeriyi Stasi izliyordu. Peki sosyalizm varken hayat nasıldı? Sadece kornişon, çıplaklık ve beton plaka evler mi vardı? Yoksa herkese iş ve girilmesi gereken sıralar mı? Duvarın içine bir göz atın ve geçmişte kalmış bir ülkedeki yaşamı keşfedin."

İçinde arabadan gündelik hayatta kullanılan her türlü eşyaya dair örnekler var. Üstelik bunlar sadece uzaktan bakacağınız şekilde değil, gayet kurcalayabileceğiniz biçimde yerleştirilmiş. Dolabı açıp kıyafetlere dokunabiliyor, Trabi'ye binebiliyor, dergileri karıştırabiliyor, o günlerde moda olmuş müzikleri kulaklıkla dinleyebiliyorsunuz. Müzenin içine bir de minicik bir örnek ev yapmışlar, mutfak ve salondan oluşan... Küçücük ama pek keyifli bir müze. (Karl-Liebnecht Strasse.1, 10178 Berlin, Berlin Dom'un tam karşısı. Müzenin web sitesi için buraya.)

Müzeden çıkarken güzel bir şehir rehberi, bir de şehir haritası aldım. Bir günde bütün şehri keşfetmem mümkün olamayacağı için, güzel bir kahve içerken en ilgimi çekenleri seçip haritada işaretledim. Karl Liebnecht ve Unter den Linden'i boydan boya yürüdüm. Nereden baksak 2 kilometre vardır. Yolumun üzerindeki müzelere girdim, sokaklarda satılan kitapları karıştırdım, sokak performanslarını izledim, bir zamanlar Almanya'yı ikiye bölen duvardan geçtim, sevgilimi aradım hala uyuyordu, onu şimdiden özlemiş olmam bana bile garip geldi, sonra Yahudiler için yaptıkları anıtın (Holocaust Memorial) çok zevksiz ama güzel bir hatırlatma olduğuna karar verdim.

Biraz dinlenmek için bir bira molası verdiğimde, rahatlığı yüzünden ayağımdan çıkarmadığım Ked'slerimin çok eskimiş olduğunu fark ettim. "Bir yerlerde H&M görmüştüm, neredeydi?" dememden yarım saat kadar sonra kucağım dopdolu olarak kasa sırasındaydım. Sonra kendime ne bu kadar kıyafete ihtiyacım olduğunu (kişisel garage sale'im için buraya! :) ), ne de valizimde yer olduğunu hatırlattım. Eskimiş Ked'slerin yerine, az topuklu bir siyah ayakkabı alıp çıktım. H&M rekorum: Tek parça!
Sonra da kendimi Ritter Sport Schokowelt'e giderek ödüllendirdim. Markaların konsept mağazalarına hastayım ben. Ağzına CocaCola sürmeyen biri olmama rağmen, Las Vegas'taki CocaCola mağazası bu tarzlar arasındaki en favorim olmuştu. Ritter Schokowelt'in de o kadar olağanüstü bir ürün yelpazesi olmasa da çikolata severlerin cenneti olması çok kolay! En güzel yanı kendi çikolatanızı kendiniz tasarlayabiliyorsunuz. (Französische Strasse no: 24)

19 Eylül 2010

kendimi en çok aşıkken ve seyahatteyken seviyorum

04 Eylül 2010
Berlin, 08:15

Berlin'de ilk saatlerim...
Germanwings'ten sadece 110 Euro'ya alınan bir bilet, sabahın 06:30'unda Shönefeld havalimanına inmek... Tek başıma...

Şimdi Schönhauser Alle diye bir sokakta Pfefferberg isimli muhteşem bir avluda tarçınlı süte kahvemi içiyorum.


Buraya iki metro aktarmasıyla geldim, insanlar şaşılacak derecede sıcak kanlı. Sabah koşusuna çıkıp valizimi taşımama yardımcı olanlar mı arasınız, sabahın köründe bira içip de " Günaydın güzel hanım, size bir sigara ikram etmeme izin verir misiniz?"diye soran ultra kibar sarhoşlar mı.

Bir yandan kendime şaşıyorum, bir başıma ne işim var burada diye. Tıpış tıpış okulumun başladığı gün okula gidebilirdim pekala. Ama şu anda duyduğum keyfi tanımlayamadıkça irkilerek fark ediyorum ki bilinmeyenin peşinde koşmak benim kanımda var.

Eğer vize derdim olmasa, uçak biletleri bu kadar ucuzken ayda bir rastgele bir bilet alıp hiç bilmediğim bir şehrin yolunu tutardım herhalde. Tek günlüğüne bile olsa...

Üzerimdeki hırkanın her noktasından farklı bir parfüm kokusu geliyor, Free Shop'ları özlemişim. Çantamda onlarca sergi, müze, etkinlik broşürü var, ilk fırsatta inceleyip hangilerine gideceğime karar vereceğim.

Hava soğuk olmasına rağmen, duyduğum haz tanımsız.
Sanırım ben kendimi en çok aşıkken ve seyahatteyken seviyorum.

14 Eylül 2010

Sevgilim,

Su anda Polonya`da saat 00:30. Istanbul icin erken bir saat ama buradaki hayat duzenimde gecenin sonu... Bacardi Breezers Orange, Fanta gibi. Iciyorum iciyorum alkol tuketiyormus gibi hissetmiyorum ve sonra bir bakiyorum kafam guzel. Kafam guzellestikce endiseleniyorsun biliyorum; ama guvendeyim eve dondum. Ukraynali ev arkadasim ders calisiyor, ben de eski zamanlardaki gibi sana bu mektubu yaziyorum.

Eski zamanlardaki gibi... Cunku su anda hattimda senin beni arayabilecegin kadar bile kredim yok. Internet icin de Polonyali cocuklarin evine gitmem lazim. "Bir bira icin geldim" tarihte hicbir zaman "tek bir bira" olarak kalmamistir bilirsin bira ve votka cenneti olan bu ulkede zaten oyle bir ihtimal soz konusu bile olamiyor ve yarin sabahtan aksama kadar dersim var.

Benim herhangi bir yere alismam icin bir hafta yetiyor, bugun kendimi evimde gibi hissediyorum. Sabahtan aksama kadar ders dinlemeye - 5 senelik hukuk fakultesi egitimimin toplaminda bu kadar ders dinlememistim, abartmiyorum.- bile alistim. Bugun banyodan cikmis kafamda havlu, asagiya camasir asmaya inerken belki yuzmilyonuncu kez her yerde yasayabilecegimden emin oldum. Ilk geldigim gun "Amanin! Ben burada ne halt ettigimi saniyorum?" demis olsam da, simdi bir haftanin bitmis olmasi ve buradaki arkadaslarimdan ayrilma vaktimin yaklasmasi, 24 saatimi birlikte gecirdigim bu insanlarin bazilarini hayatimda bir daha asla gormeyecek olmam icimi burkuyor.




Her yeri bu kadar cok benimseyen biri olarak "ozleme" duygusuna cok asina oldugum soylenemez. Gelgelelim seni ozluyorum. Bizi ozluyorum.... Birlikte yaptigimiz her seyi... Hatta hicbir sey yapmayip sadece birlikte oldugumuz anlari... Garip bir duygu. Biliyorsun insan bazen hissettiklerinden korkar. Kaybetme ihtimalinin beynin bir kosesinde her seye ragmen asilik yapip kendini gostermesi yuzunden midir bu korku yoksa hissettiklerinin yogunlugundan mi urperir insan bilmiyorum.

Hayatim boyunca hep baska bir seyden korkmustum ben aslinda: Bir bekleyeni oldugu icin yapabileceklerini limitleyen bir kadin olmaktan. Gittigi yerde daha uzun sure kalabilecekken kosa kosa geri donen bir kadin olmaktan... Simdi ben o kadinim ve bunun ne kadar harika bir sey oldugunu yeni yeni kesfediyorum. Ozlemeyi kesfediyorum, vucudunun ve ruhunun her parcasiyla hissetmeyi kesfediyorum.

Bana tam su anda cok guzel bir mesaj attin. Iste bu kadar yogun hissediyoruz, aradaki binlerce kilometreye ragmen kelimeler olmadan ulasiyor onlar.

Ayrica bugun cok garip bir sey oldu. Kesinlikle hic kredim olmadigindan eminken, daha onceki mesajlarim ulasmazken bugun English Pub`ta bir anda seni o kadar cok opmek istedim ki, mesajin gitmeyecegini bile bile yazdim ve yolladim. Ve iletildi!! Mantikli bir aciklamasi yok. Bizim tanismamizin, "biz"e donusmemizin de mantikli bir aciklamasi olmadi zaten hic bir zaman. Butun bunlar o kadar dogal ve o kadar guzel ki...

Korkmakla mutlu olmanin aslinda iki zit kutup olmadigini, korkarken mutlu oldugumu, mutlu oldukca korktugumu biliyor musun? Tam romantik veya muzur dusuncelere dalmisken, beynimin sacma sapan cagrisimlar yaptigini ve seni ozledikce canimin lynchberg ve manti cektigini... :)) Peki ya bu gece aramizda bir saat fark, onlarca ulke, binlerce kilometre varken; ama hic bir mesafe olmadigini hissederek uyumanin ne kadar harika oldugunu?

Tatli ruyalar sevgilim..

13 Eylül 2010

“Mukavele Management” alanında çalışıyorum.

Su anda cok komplike bir hayat yasiyorum. Polonya`da uyuyorum, Almanya´da okuyorum. Bir tarafta Ingilizce diger tarafta hatirladigim kadariyla Almanca konusuyorum. Bir tarafta Euro, diger tarafta hala adini bilmedigim Polonya parasi kullaniyorum. Surekli bir kosturmaca surekli bir seyleri kesfetme hali. Kucuk bir deftere bir suru not aliyorum, dondugum zaman uzun uzun bahsedecegim buralardaki maceralarimdan. Bugun bahsetmek istedigim sey bambaska, herkesin cok guzel ve akici Ingilizce konustugu uluslararasi bu ortamda kimsenin kendi dilini konusurken araya ingilizce serpistirmedigini gordum, imrendim, aklima aylar once Tempo24´e yazdigim bir yazi geldi, hala ayni dusunceler icindeyim:


Türkçe elden gidiyor” yaygaralarını hep abartılı bulanlardandım ben. Lise çağındaki gençlerin aralara İngilizce kelimeler serpiştirerek konuşması bence çok doğaldı. İngilizce bilmenin bu kadar önemli olduğu ve hatta İngilizce konuşamamanın ayıp sayıldığı bir dönemde yaşayan gençler, elbette bildikleri kelimeleri gösterme arzusu duyacaklardı. Kendilerini kanıtlamak için sigara içmeye kıyasla oldukça da masum bir yoldu hem. Biraz büyüyünce, kişilikleri biraz oturunca, kanıtlama çabalarını daha faydalı yollardan sürdürmeye başladıklarında bu bol İngilizceli konuşmalarından da vazgeçeceklerdi mutlaka.

Aynen böyle düşünüyordum; ama artık ben de endişelenmeye başladım. Facebook’umu Türkçe yaptım ve şimdi anadilimdeki halini anlamakta zorlanıyorum. O kadar alışmışım ki bütün terimlerin İngilizcelerine. Gözümün önünde “bağlantılar” yazıyor, ben inatla “Link butonu nereye kayboldu?” diye aranıyorum mesela.

Üstelik ben Türkçe’yi dikkatli kullanmaya çalışanlardanım. Diz üstü bilgisayar ve elektronik posta terimlerini çok uzun bulduğumdan, “notebook” ve “e-mail”i tercih ediyorum, ‘ruh hali’nin ‘mood’un anlamını tam karşılamadığını düşündüğümden ‘mood’ veya tek o ile yazılan daha Türkçe halini çok sık kullanıyorum; ama bunların dışında konuşmalarıma yabancı kelime sıkıştırdığım söylenemez.

Hangi “de”yi ayrı, hangisini bitişik yazacağını bilemeyenlere, özellikle de ğ yerine y yazanlara hiç tahammülüm yok. “Filmi çok beyendim”. Yani sen gelmişsin 20 küsür yaşına hiç mi kimse seni uyarmadı, sen mi hiçbir yerde okuyup yanlışını fark etmedin mi. Word programı bile otomatikman kelimenin altını kırmızıyla çizip uyarıyor seni, sen hala bir değil iki değil –öyle olsa yanlışlık oldu diyeceğim- hala “beğendim” yerine “beyendim” yazıyorsun.

Bir adam istediği kadar yakışıklı, karizmatik vs. olsun, “tiskindim” veya “eşki” diyorsa anında biter benim gözümde. Peki ya inatla iki kelimesinden birinin İngilizcesini tercih edenler daha mı masum?

Geçenlerde bir tanıdığımı ziyaret etmek için Alman ve İngiliz iki firmanın birleşerek kurduğu büyük bir şirkete gittim. Şirketin üst düzey yöneticilerinden mühendis bir adamla tanışma fırsatım oldu. Konuşurken hukuk okuduğumu söyleyince, “Biz de burada hem ‘engineering’ yapıyoruz, hem de ‘mukavele management’ dedi. Kahkahamı tutamadığım için kahve alma bahanesiyle kendimi odadan dışarı attım.

İngilizce bir kelime ile “yapmak” fiilini birleştirip kelime üretmek artık çok rastlanılan bir şey: “Facebook’tan beni eklemiş, ignore ettim onu.” , “Sen beni add as a friend yap, ben kabul ederim seni.”…Ama “mukavele management” bir eski Türkçe bir İngilizce birleşimiydi ve ortaya çıkan söz öbeği son derece manasızdı. “Ben hem mühendisim, hem de ilgili sözleşmeleri düzenliyorum.” Demek bu kadar mı zordu? Koca bir şirketin müdürü olmuş, işinde çok başarılı bir adam bile İngilizce bilgisini göstermeye çalışırken bu kadar komik durumlara düşebilir miydi? Bu İbrahim Tatlıses’in “van tu triiii forrrooo”sundan bile daha komikti.

Gerçekten de Türkçe elden gidiyormuş.

TOEFL puanını soran iş yerleri acaba şirketin imajı konusunda endişelenip, adayların kullandığı Türkçe’yi de denetim altına alıyorlar mı? Yoksa TOEFL’dan iyi bir puan almışsan, “mukavele manangment” gibi söz öbekleri kullanman komik değil de karizmatik mi kabul ediliyor?

03 Eylül 2010

Wake up Berlin, şimdilik hoşçakal sevgilim! :)

Beni tanıyanlar / bu blogu uzun zamandır takip edenler çok iyi bilir, ben "gitmeye" bağımlıyımdır. Hayatımda ters giden hiçbir şey olmasa bile, her şeyi yüzüstü bırakıp toparlanıp bir yere gitmekten inanılmaz keyif alırım.

Daha önce bir yazımda şöyle yazmıştım:

"Bazı insanlar kendilerini hiç bir yere ait hissetmezler. Evleri olur, evlerini döşerler, o evde yaşarlar, o evde keyifli saatler geçirirler; ama ertesi gün dünyanın bambaşka bir yerine alıp koysanız da yerlerini yadırgamazlar. Kendini bir yere ait hissedememe, "belirsizlik" gibi bir iç huzursuzluğa neden olsa da çok büyük bir avantajı da vardır: Çok kolay adapte olabilme.

Çünkü yatak olarak benimsedikleri bir yatak yoktur. Üzerinde yattıkları her yatağa "benim yatağım" diyebilirler. Her banyoda aynı rahatlıkla duş alabilirler. Her balkonda şehri izleyerek kendi içlerine, düşüncelerine seyahat edebilirler. (...)

Çok iyi biliyorum; çünkü ben de onlardan biriyim. Sabitleştikçe huzursuzlaşan, göçebeleştikçe yaralarını saran, iç huzurunu tutturan, oradan oraya savrulup bambaşka hayatlara dahil olmaktan tarifsiz bir keyif alanlardanım. "Kaçtıkça kendini bulma"sendromu diyorum ben buna."

Mezun olduktan sonra çalışan ve adliye stajını yapan bir kadın olduğum için bu mobilitemi oldukça kaybetmiştim ki, yaz başladı. Yazın kıpır kıpırlığı vücudumu ele geçirdikçe haftasonu kaçamaklarıyla kısa kısa tatillere kaçmaya başladım. Bu sırada bir de harika adamla tanıştım, birlikte haftasonu kaçamaklarımızla ikimizin de hayatı daha da şenlendi.

Bu arada ben Almanya ve Polonya'daki bir İnsan Hakları Programı'na kabul edildim ve zamanın nasıl geçtiğini anlamadan gitme zamanım geliverdi. Gitmeye bayılan, bir yere gitmek söz konusu olunca pervasızlığın dibine vuran ben, bu sefer biraz buruk gidiyorum. Hayatımda belki de ilk defa...

Beş dakikada valizler hazırlamaya aslında çok alışmış, son dakikada koşa koşa ne uçakları yakalamış ben bugün akşam üstü gerilmeye başladım. Önce "geç kalma" telaşı dedim buna, sonra yerli yersiz sevgilime çıkışıp saçma sapan hassasiyetler yapmaya başladığımda fark ettim ki, aslında ondan kısa sayılmayacak bir süre ayrılıyor oluşum geriyor beni. Tanıştığımızdan beri hep birlikteydik biz. Garip bir şekilde de birlikte zaman geçirdikçe birbirimize doymuyor, daha fazla birlikte bir şeyler yapmak istiyorduk.

Asıl vedalaşmamızı dün akşam başlayan 10 saatlik bir merasimle yapmış olsak da, bugün akşam son bir iyi yolculuklar öpücüğü almak için onu görmeye gittim. Yerli yersiz alınganlıklarım ve suratsızlıklarım, onun benim o halimle dalga geçmesiyle daha da da büyüdü. En son yalapşap bir öpücük, yavan bir cümle ile vapura bindiğimde, gerçekten mutsuzdum. Bu kadar farklı bir ilişki yaşarken bu kadar kötü bir vedalaşma yaşanır mıydı? Beş dakika sonra sırf benim keyfimi yerine getirmek için benim arkamdan Kadıköy vapuruna bindiğinde anladım bu adamın neden şimdiye kadarkilerden bu kadar başka olduğunu. Minik şeylerin ne kadar büyük etkiler bırakabileceğini bilmek bu sebeplerden yalnızca biri.

Bu gece Berlin yolcusuyum. Gitmek hala çok güzel...
Ama biliyorum bu sefer dönmek daha da güzel olacak.

02 Eylül 2010

Bozcaada Notları - 1


Biz genellikle ne yaparsak yapalım spontane takılıyoruz, plan yok, rezervasyon yok, herhangi bir ayarlama araştırma yok, "Canımız istedi, geldik." havalarındayız; ama Bozcaada'ya tur ile gittik. Ben yurtdışına çıkışlarımın bile bir tanesini bile turla yapmamış bir insan olarak, burnumuzun ucundaki Bozcaada'ya tur ile gidiyor oluşumuzu başlangıçta yadırgamış olsam da daha sonra bunun en mantıklısı olduğuna karar verdim. Çünkü hem yol az buz bir yol değil, biz arka koltukta tekilaları shotlarken arabayı sürene yazık oluyor, hem de turla gitmeseydik kesin açıkta kalırdık. İnsanlar Bozcaada'ya rezervasyonsuz gelip geceyi geçirecek yer bulamamış, plajlardaki şezlonglarda uyumak için adamlarla pazarlık yapıyorlardı.

Cuma gecesi Dada'da toplanıp akşam yemeklerimizi yedikten sonra, AKM'nin önünden DeepNature'in otobüsüne bindik ve rehberimiz Cemgü Neyaptı (evet gerçekten ismi bu, zeki olduğu sürece adıyla ilgili espri yapılmasını da seviyor) eşliğinde Bozcaada'ya doğru yola çıktık.


Gece boyunca yol aldıktan sonra sabah gözlerimizi Bozcaada İskelesi'nde açtık. Hem hava buz gibiydi, (Uyarı 1: Çantanıza hırka atmayı unutmayın sakın!) hem de sabahki ilk feribot için bekleyen upuzun bir sıra vardı. Kahvaltı ederek sıranın bize gelmesini bekledikten sonra Bozcaada Kalesi'ni gezerek ayak bastık Bozcaada'ya. Tarihle pek aranız olmasa bile, nefis manzarası ve adada neyin nerede olduğunu tepeden görebilmek için gezilesi.



Bizim tur mantığına Bozcaada maceramız boyunca pek uyabildiğimiz söylenemez. Genellikle gruptan bağımsız takıldık, sadece akşam yemeklerinde katıldık onlara. Sabah yatak keyfinden ve uzuun uzuun kahvaltı etmekten, üzüm kesmek için vazgeçemedik mesela. O yüzden de tur otobüsüyle değil ya yürüyerek ya da dolmuşla gittik her yere.

Bozcaada'da en çok zamanımızı Ayazma Plajı'nda geçirdik. Bir de Habbele plajı vardı; ancak gittiğimizde bütün şezlonglar çoktan rezerve edilmiş olduğu için tekrardan Ayazma yolu tutmak durumunda kaldık. Ayrıca gelen hesapların da çok pahalı olduğu yönünde şikayetler duyduk daha sonra.

Ayazma Plajı'na gelince; burası halk plajı; ama denizi muhteşem. Hem berrak, hem de buz gibi. Etrafında yemek yemek için güzel seçeneklerin mevcut olması da büyük güzellik.

"Bu plajlara nasıl gidilir?" derseniz, Bozcaada merkezde, iskelenin biraz ilerisinden dolmuşlar kalkıyor, gece yarısına kadar da sürekli var. Biz tur ekibinden farklı saatlerde gidip, farklı saatlerde döndüğümüzden sürekli bu dolmuşları kullandık.


Bir de güneşin batışını izlemek Bozcaada adeti olmuş durumda. Bütün Bozcaada güneşin batışını izlemek için aynı tepeye çıkıyor. Bana sorarsanız, İstanbul'da Kadıköy-Kabataş vapurundan güneş batışını izlemek bundan daha güzel. En azından arkada bir de İstanbul silüeti oluyor. Ancak burada da aşağısı deniz olan bir uçurumun kenarında elinde şarapla oturmak işi bambaşka bir kıvama sokuyor. Yani matah olan şey güneşin batışından çok o atmosfer. Onlarca insan katlanabilir sandalyelerini, şaraplarını almış, uçurumun kenarına kurulmuş güneşin batışını bekliyor. Bozcaada'ya gitmişken katılmalı!

Pinterest'im

Instagram'ım