29 Mart 2011

"Ben cumaya salıları gidiyorum, daha sakin oluyor"

Bazıları yavaş hareket etmeyi, yavaş yaşamayı sever. Bir günde yapılacak çok fazla iş olunca elleri ayaklarına dolanır, panik olurlar, içleri daralır, isyan ederler... Bazıları da ajandalarını öyle bir doldururlar ki, kendilerinden üç tane klonlansa anca yetişir o yapılacaklar listesi.

Birinci gruptakiler ikincilere acır "Vah yazık garibim oradan oraya koşturuyor." diye, ikinci gruptakiler birinci gruptakileri anlamaz. "Ee napıyor bütün gün anlamıyorum, nasıl sıkılmıyor?"

Ben kendimi bildim bileli saatte 100 km hızla yaşayanlardanım. Kitaplarımı yollarda okurum, bazılarının özel zaman ayırdığı işleri bir yere giderken, oralardan geçerken hallederim...  Bir şeylerden eksik kalma fikri beni kahreder.

Bu koşturma tempom son zamanlarda aşırı sayılabilecek kadar yükselmişti ve hiçbir şeye yetişememekten yakınmak günlük ritüelim haline gelmişti ki, 4 günlük raporla eve çakıldım doktor tarafından. Önce "Ohh, uzun zamandır yapmak istediğim her şeyi yaparım" diye sevindim. Gelgelelim raporumun ikinci gününde kendimden nefret eder oldum. İnsanın bir şeyler yaptıkça daha çok şey yapası, hiçbir şey yapmadıkça hiç ama hiçbir şey yapmayası geliyor; bunu bir kere daha test etmiş oldum. İki gün boyunca hiçbir şey yapmadım, bol bol kahve bol bol sigara içtim, arkadaşlarıma sevgilime huysuzlandım ve sonuçta depresif, cadoloz ve uyuşuk bir kadın olup çıktım. Raporumun üçüncü gününde sabahın 7sinde uyanıp, giyinip işe gittim ve eski tempoma döndüm. Mutlu oldum. Saatlerce aralıksız yapabileceğim sadece iki şey var: Kitap okumak ve güneşlenmek. Evde oturmanın bu listede yeri yok. O kadar!

Bu haftasonu benim için doluluğu ile çokçokçok güzel bir haftasonu oldu. Kahvaltı keyifleri, iş sırları ve rekabet yasağı sözleşmesi hakkında yazdığım tezimde ilerlemeler, ev temizliği, ayakkabıları lostradan almak gibi minik ama angarya bir sürü işin aradan çıkması, refakatten sonra Kiki'ye bir shot atmaya gitmeler ve daha neler neler sığdı.

Cuma akşamı Aşk ile Lush Otel'in yeni yapılan odalarından birini test ettik. 5. kattaki bu yeni odalar daha İstanbul konseptli, daha genç dekorlu. Sadece 501 numaralı odaya özel minik bir balkon var, oraya atılan masada akşam yemeği, romantik çiftlerin özel günlerine pek keyifli bir kutlama olabilir. Bu balkon hem Taksim meydanını, hem de biraz boğaz köprüsünü görüyor üstelik.

Cumartesi sabahı minik bir operasyon geçiren yogitamın Alman Hastanesi'nde refakatçisi olduk, "after party" (!!) yaptık. Alman Hastanesi 4square check-inleri ufak çapta panik yaratmış olsa da herkes iyi, yogita dün taburcu oldu hatta. :)





Uzun zamandır gezmeyi istediğim Depo'daki "Ateşin düştüğü yer" sergisini de gezmiş oldum bu haftasonu. (Yukarıdaki fotoğraflar sergiden) Sergi hakkında daha detaylı bilgi, bir doz istanbul'da (tık tık!). Bence 22 Nisan'a kadar sürecek olan bu sergiye bir şekilde yolunuzu düşürün.



Haftasonunu da  "Kaybedenler Kulubü"nü izleyerek kapattık. Güzel bir film bekliyordum, o yüzden keyfi tam olsun diye Macrocenter'dan çantama bira zulalayarak girdim salona. Ama bu kadar güzelini beklemiyordum doğrusu. Çok komik, çok özgün, çok samimi, çok cesur... İzlediğim en iyi Türk filmleri listesinde ilk üçe oynar, o kadar!

Kesinlikle kaçırmayın

(Bu yazının başlığı da filmden alıntıdır.)



En üstteki çizim:  a perfect life (by mydeadpony)

25 Mart 2011

molalar, yasaklar, fikirler, yeniler


Uzunca bir aradan sonra merhaba!

Bu ara biraz benden kaynaklı (yoğun iş temposu, white mill'in ortasında bayılıp sağlıksal panik yaşamalar vs vs) biraz da hala internetin sınırları ne olmalı çizememiş ve yasaklayıcılığı esas almış hukuk sistemimizin Blogger'ı yasaklamasından kaynaklandı.

Sayfada çıkan uyarı "bu site yasaklanmıştır" şeklinde olunca, "Ne halt yedin de senin siteni yasakladılar ki?" diye soranlara da hak vermek lazım. :))





Bu yasak bir doz minik güzel şey'e bir yavru kazandırdı: bir doz istanbul!*
Bu blog ilgimi çeken, hoşuma giden, keşfettiğim her konuyu kapsarken, bir doz istanbul! sadece İstanbul keşiflerimden oluşan daha kısa yazılar içerecek ve sanırım bu blogtan daha sık güncellenecek.





Bir de evi güzelleştirme çabalarının sonu olmadığını anladım. İnsanın evde zaman geçirdikçe eve daha özenesi, özendikçe daha çok evde zaman geçiresi geliyor. Design Sponge'tan daha önce bahsetmiştim, benim için inanılmaz bir ilham kaynağı. Piyasadaki pek çok dekorasyon dergisinden de çok daha iyi olduğu konusunda da oldukça ısrarcıyım. Eski mobilyaların doğru dokunuşlarla, yeni alınabileceklerden çok daha güzel olabileceklerine ikna etti beni.

Babaannemden kalma el oyması detayları olan bir berjer koltuk, İMÇ'de geçen saatlerin sonunda bulunan arzulanan kumaş ve annemin inanılmaz yardımı birleşince Mushaboom'a (evimin adı da Mushaboom evet) çok hip bir parça daha katılmış oldu. Artan kumaştan da şahane yastıklar ortaya çıktı.

 (Kırmızı sehpa IKEA, saksıda açelya Aşk'tan hediye)


Keyifli kalın :)

02 Mart 2011

"Parfüm kullanmayan bir kadının geleceği yoktur." Coco Chanel

Coco Chanel, bronz tene tapan ve üniforması mini etek olan benim kalbimde müthiş bir yere sahip. Malum abartılı şapkaların yerine tasarladığı minik ve elegan şapkalarla Paris'te moda dünyasına atılan Chanel, daha sonra yıllarca hep "yeni"leri yayan kadın olmuştur. Jarsenin kıyafetlerde kullanılmasından tutun da, saçını kısacık kestirip bunu bir furyaya dönüştürmeye kadar her şeyde onun parmağı vardır. Bir zamanlarki rakibi etek boyunu ayak bileğine çıkarmaya kalkınca, baldırları açıkta bırakacak minilikte etek üretmeye cüret etmiş, bir sevgilisinin yatında geçirdiği tatilden sonra bronz olup beyaz tenin kalite olarak algılandığı bir toplumda bronz ten modası başlatmıştır.


Bu hafta mini eteğim ve bronz olmayı çok özlemiş tenimle adliyeler arasında mekik dokurken okuduğum ve bitirdiğim kitap Alfonso Signorini'nin Chanel - Rüya Gibi Bir Hayat kitabı oldu. Ve işin aslı Chanel'e olan hayranlığım büyük bir darbe yedi. Evet Chanel yokluktan gelmiş, korkunç bir ailede yoksulluk içinde ve sonra yetimhane eziyetleri ile büyümüş; ama yoktan kendini var etmiş de denemez pek. Metresi olduğu iki adam sayesinde Chanel olmuş, onların paralarını da çevrelerini de ünlerini de sonuna kadar sömürerek bu kadar büyümüş ve ünlenmiş. Evet yaratıcı, cüretkar ve ileriyi görebilen bir kadınmış; ama sırf fabrikaları çalışabilsin diye bir Nazi subayı ile aşk yaşamak, savaşı iki konuşmayla durdurabileceğine inanmak da pek takdir edileesi sayılamaz.

Kitaba gelince kurgu güzel, dili akıcı, gereksiz ayrıntılara yer yok. Keyifle ve merakla okutuyor kendini. Gerçek adı Gabrielle olan Chanel'in nasıl Coco'ya dönüştüğü, parfümünün adının neden No:5 olduğu, neden hiç çocuk doğurmadığı gibi ilgi çekici bir sürü cevabı da bu kitapta buluyorsunuz.

"Güzel olmadığımı biliyorum; ama farklılığın büyüsüne sahibim." 

"Her kadın hak ettiği yaştadır." 

"Bir kadının en çıplak hali, en iyi giyindiği halidir."

" Moda basit bir kıyafet meselesi değildir. Moda rüzgarla doğar, gökyüzünde yaşar, bazen de sokaklara çıkar. Onu sadece hissedersiniz."

Bunlar gibi muhteşem Chanel deyişlerinin yanında kitabın yazarının da cümleleri oldukça şık:

İnsanın kendi geçmişi, bir başkası dinlemek istediğinde derlenip toplanacak bir öyküden başka bir şey değildir. İnsan bu öyküyü bir tefrika roman gibi oluşturarak keyfine göre dönüştürebilir. Üzerine göre yeniden biçimlendiren bir yazar gibidir. İnsan yeğlediği geçmişi yaratmak için birkaç yararlı yalandan yardım alır, işte o kadar.

Hayat tombalasının merasimle ve sonsuza dek yanlarına yakıştırdığı erkeklerin koluna girmiş kadınlardı bunlar.

Hayal kurmaya ihtiyacı kalmamıştı, tasarı yapabilirdi. Şimdi gelecek yanı başındaydı ve ona dokunabilir, üzerinde konuşabilir, onun esrikliğini tadabilir hatta onu kabul etme ya da reddetme ayrıcalığını bile hissedebilirdi.

Acının gösterilmemesi gerektiğini öğrenmişti. Asla. Öteki türlü kendi zayıflığı başkasının elinde en öldürücü silah halini alırdı.



Bir de bahsetmeden duramayacağım bir konu var: Blogger yasağı. ( #blogumadokunma )
Digiturk'un başlattığı hukuki süreç sonucunda blogger da engellenen siteler arasına girmiş. Muhtemelen fosilleşmiş hakimlerin bakmış olduğu davada, ilgili maç yayınını yapan kişinin tespit edilmeye çalışılması veya video paylaşma özelliğinin engellenmesi gibi ölçülü tedbirler yerine blogger komple engellenmiş. Frankfurt'taki insan hakları derslerinden birinde özgürlükleri tartışıyorduk. Eğitmen bize birkaç örnek case verip, bunları youtube ve twitter'dan takip edebileceğimiz anahtar sözcükleri yazdığında, "Türkiye'de Youtube yasak" dediğimde herkes espri yaptığımı sanmıştı ne yazık ki. Bir blog aşığı ve bir hukukçu olarak bu tür yasaklayıcı ve düşünce paylaşımını engelleyen kararları kınıyorum.Ne olursa olsun dns ayarları gibi çözümlerle hiçbir yere gitmeye niyetim yok. Hukuk yasaklar, teknoloji deler. Keyifle, yasaksız kalın!



Pinterest'im

Instagram'ım