28 Haziran 2011

Bana hayatın dondurma ve ayakkabıdan ibaret olmadığını hatırlat!

Bazen kısacık mailler alıyorum bu bloga tesadüfen yolu düşüp, bir kaç saat o yazıdan bu yazıya savrulanlardan. İçeriği özetle "Hayat sana güzel" oluyor bu maillerin. Evet iyi bir işim, harika arkadaşlarım, birlikte çok mutlu olduğum bir sevgilim ve attığım her adımda arkamda olan hem maddi hem manevi desteğini sürekli hissettiğim bir ailem var. Ama... "Herşey her zaman harika, ooo çok mutluyum mars benim dünya benim!" durumu da yok. Çalışıyorum, yoruluyorum, bazen çok sıkılıyorum, içim daralıyor, kaçasım geliyor her şeyden ve hatta bazen kaçma hayali bile kuramayacak kadar yorgun oluyorum. Eve geliyorum, ayaklarımı uzatıyorum, "ohhhh" çekiyorum. İçimde bir yerde "Mutlu değilim" diye haykıran bir ses oluyor, sahip olduğum için kendimi şanslı hissettiğim her şeyi kendime bir bir hatırlatıyorum onu susturabilmek için.


Böyle zamanlarda kitaplar ve filmler can kurtarıcı demek abartılı olsa bile ruh hali kurtarıcı oluyor. Yormadan, bambaşka bir aleme alıp götürüyorlar. Yoksunluk çekiyormuşçasına gömülüyorum kitaplara filmlere. Çok iyi geliyorlar.

Tatil yapanlar için çözüm daha basit: Biraz güneş, biraz deniz, after-sun kokulu akşam üstü tembelliğinin saramayacağı hiç bir yara yok. Tatile bile gidemeyenlerdenseniz, işte bu yazı sizin için ;)

Sophie Kinsella benim için eskiden güneşlenme eşlikçisi bir yazardı. Artık işe giderken ve gelirkenki yollarıma eşlik ediyor. Daha önce Alışverişkolik'i okumuştum, arada başka kitapları da var galiba ama onları okumadan direk sonuncu kitaba geçtim: Mini Alışverişkolik. Hatta bir pazar sabahı market alışverişinden geldikten sonra Aşk fişe bakıp, şaşkın şaşkın "Mini Alışverişkolik diye bir şey almışız biz!?" dedi. :) Bizim genç ve bekar Betty büyümüş, evlenmiş hatta anne olmuş. Genç ve bekar hali bana bizden biri gibi geliyordu, aynı şuursuzluğu koruyan bir anne haline gelince Harry Potter kadar fantastik bir karakter olmuş. Değişmeyen tek şey hala çok eğlenceli oluşu.

"Jess hakkında hiçbir zaman anlayamayacağım bazı şeyler var. Gelinlik yok. Çiçek yok. Fotoğraf yok. Şampanya yok. Evliliğinden eline geçen yegane şey, kocası."


Angel.a, Cinemushaboom gecelerimizden birinin filmi oldu. Hepimizin aklında bambaşka tarzda bir film izlemek olmasına rağmen, hepimizi kendisine kilitledi. Paris...siyah-beyaz...Luc Besson.. her şeyi yüzüne gözüne bulaştıran bir adam ve topmodel ile fahişe karışımı bir görüntüsü olan bir melek. Sıradışı bir konusu var, harika espriler içeriyor ve büyük bir merakla izleniyor. Ölmeden önce izlenmesi gereken bilmemkaç film diye bir liste yapsam bu film listedeki yerini mutlaka alır öyle söyleyeyim.

Ve beni bütün haftasonu eve kapatan kitap: Bir Gün.
Tez sunumumu geçme hediyesi olarak çok sevgili ofis-oda arkadaşım hediye etti bana bu kitabı. Cuma günü biraz okumaya başladım ve sonra bırakamadım! 'Aşk romanı' demek kitabı çok sıradalaştırır. Aşk romanlarında hep bir yapmacıklık, hep bir gerçeküstülük vardır ya, anında birbirlerinin doğru insan olduğunu anlarlar, ilişkilerde gel gitler yaşamazlar, romanın serseri veya kötü karakteri değillerse yanlış yapmazlar... Bu romanda öyle değil. İyi ve kötüler yok, hepimiz gibi iyi olmaya çalışan ama bol bol hata da yapan, istemeden etrafındakileri kırabilen karakterler var. İlişkiler de mutlu ve mutsuz diye ayrılmamış, aynen hayattaki gibi mutlu ve mutsuz anlar var. Em ve Dex'in yaşadığı ilişkilerin içinde, onların tanıdıklarının yanında buluveriyor insan romanı okurken... Yakında filmi de çekiliyormuş, ama bilirsiniz hep kitaplar, filmlerinden daha iyidir, filmler hep biraz eksik kalır.

" Sanki diploması dik kafalılık edip kullanmadığı bir süper güçmüş gibi, annesi her gün 'Ama iki ana dal yaptın sen! Ne oldu iki ana dalına?' diye soruyordu."

" Emma'nın da burjuva kelimesini aşağılama ifadesi olarak kullanan kızlardan biri olduğunu anlamıştı; ama burjuva sözcüğünü ve beraberinde getirdiği her şeyi seviyordu oysa. Güvenlik, seyahat, güzel yemekler, iyi davranışlar, hırs, bunun için özür dilemeye ne gerek vardı ki?"

" Yerel barda garson olarak bir iş bulmuştu, zaman geçiriyordu ve beyninin buzdolabının arka tarafında unutulmuş bir şey gibi yumuşamaya başladığını hissediyordu."

" Henüz uyumamış olduğu için bunun günün ilk içkisi değil, gün gecenin son içkisi olduğu düşüncesiyle kendini rahatlatmaya çalışıyor."

"İşin sırrı cesur ve atılgan olup bir fark yaratmakta. Bütün dünyayı değil, sadece etrafını birazcık değiştireceksin. Çifte diploman, tutkun ve daktilonla dışarı çık ve herhangi bir şey için çok sıkı çalış. Mesela sanatla hayatları değiştir. Çok güzel şeyler yaz. Arkadaşlarına değer ver, ilkelerine sadık kal, tutkuyla ve dolu dolu yaşa. Yeni şeyler dene. Sev ve sevil mümkünse. Dengeli beslen. Bunun gibi şeyler..."

24 Haziran 2011

Stil ikonum! İlham Perim! Dudaklarındaki rujun tonu ne öyle?

Mushaboom'u takip edenlerin elbette dikkatini çekmiştir; yıllardır değişmeyen blog tasarımımla biraz oynadım. "Daha az daha çoktur" anlayışı ile daha sade, ama daha kullanışlı bir hale getirmeye çalışıyorum. Şimdiye kadar yazdığım 700 küsür yazının taglerini düzenlemek, konularına göre gruplamak için çok fazla fırsat bulamadığımdan kaplumbağa hızıyla ilerliyor, yukarıdaki butonlar tam anlamıyla işlevsellik kazanmış değil. 'Aşk'ın bana güzel bir web sitesi tasarlamak gibi düşünceli ve cömert tekliflerini de blogun amatör ve doğal halini bozmamak için kabul etmiyorum. Herkesin bloggerlığı bir türlü ticari yatırım gördüğü bu alanda bunu hobim olarak tutmak konusunda çok ısrarcıyım.

Durup durduk yerde, ki düzenleme bile tam bitmemişken bunlardan neden bahsediyorum? En çok tıklanan butonun "moda&bakım" olduğunu keşfettim! Dürüst olmak gerekirse moda benim hiç umrumda değil. Evet haftada en az bir-iki parça kıyafet alıyorum kendime, taptığım ve ev elbisesi olarak bile giyilemeyecek hale gelene kadar tepe tepe kullandığım nadide parçalarım haricindeki kıyafetlerimi maksimum iki kere giyiyorum, bu yüzden kar elde etme amacı asla gütmeyen sadece kıyafet odama sığabilmemi sağlayan chucha boutique'im var; ama liseden beri moda olan bir şeyi almaya hiç niyetlenmedim. Bu sezon ne moda diye sorsanız mesela, aklıma sadece 'tulum' geliyor ve tulumlardan nefret ediyorum.


Benim için bir kıyafette üç şey önemli: 1)Yakışmalı. Vücudumu tanıyorum, neyin bana gitmediğini biliyorum, olmayacak şeylere saldırmıyorum. 2) İşlevsel olmalı. Sabah Maslak'ta bir plazada güne başlıyorum, öğleden sonra adliyelerde ve emniyetlerde geziyorum, akşam partilerde konserlerde oluyorum. İstisna durumlar haricinde gün içinde üstümü değiştirmeye fırsat bulamıyorum. 3) Fiyatı makul olmalı. Sıkıldığım zaman sırf dünya para verdim diye dolabımda tutmak veya giymek zorunda hissetmemeliyim. Dolabımda Versace de var, Cavalli de, ama klasik parçalar bunlar. Renkli elbiseler, t-shirtlar için pasajlardan pazarlardan, Mango'dan Bershka'dan H&M'den şaşmam. Takas yaparak edindiğim bir sürü parçayı da severek giyiyorum.

Türkiye Vogue'unun sadece iki sayısını okudum şimdiye kadar, kadın dergileri benim için havalanı bekleme ritüelinden ibaret. TimeOut İstanbul'un tek sayısını kaçırmam mesela, ama seyahat etmiyorsam moda dergisi okumadan yıl deviririm. Ki bence iyi moda blogları dergilerden kat be kat güzel.

Özetle bu sezon modaları, bilmemkimin tasarımları gibi yazılar için tıklıyorsanız o butona, üzgünüm ki (aslında değilim de lafın gelişi) yanlış yerdesiniz :)) Ve anladım ki benim de o buton için daha iyi bir isim bulmam lazım.

Ama alışverişi severim. Çok... İlla kıyafet alışverişi de değil bahsettiğim. Yurtdışında da bir yere gittiğimde, otelde bile kalıyor olsam mutlaka markete giderim mesela. "Algida" ve "Orkid"in değişik ülkelerdeki isimlerine bakmaya, abur cuburlarını, içkilerini, sigaralarını keşfetmeye bayılırım. İstanbul'da da 'Aşk' ile Migros'a gitmek bizim için çok keyifli bir ritüel. Kahvaltılık alışverişi diye evden bir çıkıyoruz, saatler sonra açlıktan ve torba taşımaktan ölerek dönüyoruz eve :)



Kıyafetlere gelince bu aralar iki elbiseye aşık oldum! Biri çok dişiyken, diğeri çok hanımhanımcık, ama ikisi de muhteşem detaylara sahipler. 

Ayrıca Melissa plastik flip-flopları, İpekyol uçuş uçuş pudra rengi gömleği, Diesel kırmızı bikiniyi, D&G ekoseli espadrilleri ve Pieces diye mağazanın (hiç girmediğim bir mağaza bu mesela, Cevahir'de var sanırım) yeşil tuniğini çok beğendim.

Bu aralar kaçırdığıma çok üzüldüğüm tasarım alaturka sergisinin ürünlerinin satışa çıkmasını dört gözle bekliyorum. Acıların Stencil'ine talibim! Vee kırmızı üzüme doyamıyorummmm!

Yine de siz siz olun bu aralar çok fazla alışveriş yapmayın, bu sene bayram tatilleri uzun ve güzel döneme denk geliyor, dolabınızda nasıl olsa ihtiyacınız olandan daha fazla kıyafet var, ama hiç görmediğiniz bir sürü şehir ve ülke de var! Öperim. 

20 Haziran 2011

Kalamar dolması, viskili dondurma diyerek gittim rüzgar gülüyle geldim

Yaz gelince çalışan İstanbullu'lar kımıl kımıl olmaya başlıyor, 'Haftasonu yakınlarda bir yerlere gitsek ya' sayıklamaları başlıyor, arkadaş ekibi gaza gelmeye müsaitse kendilerini yolda buluveriyorlar. Arkadaşların hepsi birden "bana bu hafta uymaz, ya bakarız" gibi geçiştirmeciyse bütün yaz şevklenmek- şevki kırılmak arasında İstanbul'da geçiyor. Yaz bitiyor, bahaneler bitmiyor. 

Ben bu konuda epey şanslıyım.'Aşk' tam bir organizasyoncu kişiliğe sahip. Gecenin bir vakti Bağdat Caddesi'nde sinema çıkışı miskin miskin yürürken "Hadi Sedef Adası'na gidiyoruz." diyip, Asmalımescit'te takılanları bile gece 12:00'de vapura binecek kadar gaza getirmişliği var. Sanırım tavlandığım gece de o gecedir :)) Eh, arkadaşların da hakkını yememek lazım, onlar da kurtlu. Birisi whatsup'tan iki kelime yazıyor, hooop bir bakıyoruz yoldayız. Nadiren en kurtlunun bile katılmama bahanesi oluyor, ama peace, aşk ve tabii ki ben çekirdek kadroyuz her planda.

Cunda macerası da böyle başladı.Sensus'ta şarapları içtikten sonra, "Açarız radyoyu yol nereye biz oraya" eşliğinde arabaya doluşuldu,  sayelerinde tatilimizin çok daha keyifli hale geldiği keyifli çift de kapılıp Cunda'ya gidildi.

Cunda hakkındaki ön araştırmalarım sonucunda beklentilerim inanılmaz yükselmişti. İnsanda daha üniversitede okurken emekli olup orada yaşama hayalleri kurdurduğunu bile okumuştum. O kadar abartılacak bir şey yokmuş ortada, ama yine de gitmek için sebep çok: Uzaklaşmak, deniz, yemek...

Giderseniz, sizi hemen merkezde karşılayan midyeciyle selamlaşmadan ve midenizi doldurmadan geçmeyin. Civardaki restoranların da hepsine midyeyi o hazırlayıp veriyor. Elindekiler de ne zaman biterse o zaman tezgahı kapatıp gidiyor. 
Mideniz dolduktan sonra sokaklarda gezmeye başlayın. Bazı sokaklar çok döküntü olmakla birlikte, bazı binalar da çokçok zevkli. Sokaklarda tarihi binaların dışında çok keyifli dükkanlar da bulabilirsiniz. Biz her şekilde şişesi olan, parfümcü gibi bir zeytinyağcıya denk geldik mesela. Dükkan sahibi bize birer shot zeytinyağı bile içirdi hatta şifa niyetine.

Sokaklarda gezmekten yorulunca yorgunluk kahvesi için Cunda'nın meşhur mekanlarında Taş Kahve'ye oturup, sakızlı Türk Kahvesi söyleyin. İçi tam anlamıyla 'kahve', yerlileri oturmuş okey ve iskambil oynuyor. Vitraylı camları ve kahve kültürü ile tarihten ışınlanmış gibi bir yer. Dışarıdaki masalar da turist işgalinde.


Cunda'ya gitmişken yüzmemek olmaz tabii. Biz Ada Camping'ten yana tercih yaptık. Deniz billur gibi, oturmak için gölge kısımlar mevcut, güneşlenmek için kumun üzerinde şezlonglar... Tam sezonda gereğinden fazla tıklım tıkış olur mu bilmiyorum, ama sakinken pek beğendim ben. Günlük plaj girişi 20 TL. Kamp sevenlerdenseniz, çadır kurup konaklayabileceğiniz gibi, bungalov ve karavan kiralayıp kalmanız da mümkün. Olympos'a güzel bir alternatif olabilir. Detaylar için tık!


Akşam yemeği için de Bay Nihat'a rezervasyon yaptırın. Rezervasyon şart, en dolu restoran Cunda'daki. Buğlama levrekten deniz börülcesine yediğimiz her şey lezizdi. Fiyat olarak diğerlerinden biraz daha yüksekmiş sanırım, ama İstanbul'dan gidiyorsanız alışkın olduğunuzdan daha iyi fiyatlarla karşılaşacaksınız. Sadece çok merak ettiğim kalamar dolması malesef Bay Nihat'ta yoktu.


Afiyetle yemeklerimizi yiyip, keyifle rakı kadehlerimizi tokuştura tokuştura sohbet ettikten sonra da yeni yapılan lokmanın kokusuna karşı koyamadık. Cunda gezisi gerçekten çok lezzetli oldu. :))

  

Aşkla denizle güneşle tatille kalın ;)
 

Dip not: Bu yazıyı okuyor olması ihtimaliyle öpüyoruuum ve soruyorum nerede bizim fotolar?! =))

12 Haziran 2011

Her güne bir mekan: Salt, Vogue, Dada Bahçe, Ada, Sensus, Elifli

İstanbul öyle bir şehir ki, işten eve evden işe bir hayat sürünce çileden başka bir şey değil. Yollarda çok zaman kaybediliyor, her yer çok kalabalık, diğer şehirlere kıyasla oldukça pahalı... Ama diğer yandan tadını çıkartacak kadar enerjisi ve şevki olanlar için de cennet! Mağazalar, restoranlar, konserler, sanatsal etkinlikler...

Ne zamandır ev-iş döngüsünde olup da artık çıkmaya karar verenler ve zaten keşifçi ruha sahip olup yeni yerler arayışında olanlar işte benim son keşiflerim:


Fındıklı'daki Elifli Pastanesi'nin cevizli, kayısılı ve incirli bu lokmalık lezzetlerini mutlaka denemelisiniz. Hem hafif, hem lezizler. Hatta bir sabah Elifli Pastanesi'nden tatlı tuzlu bir şeyler kapıp, hemen yolun karşısına geçip sahildeki çay bahçesine oturup, mis gibi çaylarınızla denizin dibinde muhteşem bir manzaraya karşı kahvaltınızı edebilirsiniz. Sahil trafiği çekmeyeceğiniz, boş masa için sıra beklemeyeceğiniz ve garsonu yakalamak için olağanüstü efor sarfetmeyeceğiniz için Ortaköy- Hisar hattındaki kahvaltılardan çok daha keyifli olacağını garati ediyorum.


İstanbul'a "SALT" diye bir şey açıldı malum. 'Şey' diyorum çünkü kendisini kategorize ederek sınırlandırmak istemeyen bir sanat alanı burası. Neymiş ne değilmiş diye gidip kendimiz deneyimleyelim dedik. İş çıkışı sergi gezmeyi imkansız hale getiren anlayışı sürdürüp 18:00'de kapılarını kapatmış olduğundan binanın içini gezmeyi bir haftasonuna erteledik. Binanın arka kısmına sakladıkları cafe'de oturduk.


Cafe çok keyifli, kuytuya saklanmış bir yer, İstikal Caddesi'nin dibinde olmasına rağmen, İstiklal'den bambaşka bir ruha sahip. Mutfağı açık, menüsü güzel. Yediğimiz yemekler de oldukça lezzetliydi.


Keyiften dört köşe kalkmak üzere hesabımızı istediğimizde işin rengi değişti: Kredi kartı geçmiyordu. (?!??!?!?) Belki bundan yıllar yıllar önce kredi kartı geçen yerlerde bu bir ekstra olarak belirtiliyordu, ama artık durum değişti. Şahsen ben üzerimde ancak taksi parasına yetecek kadar nakit para taşıyorum. Onun dışında ya kredi kartı ya da direk hesaptaki parayı harcamaya olanak sağlayan para kartımı kullanıyorum. Kredi kartı geçmememesi ve bunun da hiçbir yerde hiçbir şekilde belirtilmemesi benim açımdan büyük bir eksi oldu. Keşfedilesi bir yer, ama nakitsiz gitmeyin.


İstiklal Caddesi'nin üzerindeki Ada'nın kitapevi her geçen gün küçülürken, cafe kısmı büyüyor. Avukatlık stajı yapmış herkes için Ada önemli bir yere sahiptir, çünkü baro ile komşu olması sebebiyle, SEM derslerimiz süresince burada bol bol vakit geçirdik hepimiz.


Benim staj dönemimde Ada'nın yemekleri ve lokasyonunun güzelliğine rağmen servisi o kadar kötüydü ki... Garsonların ilgisizliği bir yana, büyük bir çabayla ilgilenmelerini sağladığınızda da son derece ters ve ukala bir tavır sergiliyorlardı. Geçenlerde yine gittim, uzun boylu güzel giyimli bir adam gelmiş (yeni işletmeci olduğunu sanıyorum) ve servise sihirli bir değnek değmiş gibi olmuş. Garsonları çok iyi koordine ettiği gibi, onların yetişemediği yerlerde de bizzat kendisi sandalyenizi çekiyor, uzun süre kararsız kalanlara sipariş konusunda yardımcı oluyor...


Parmesanlı tavuk salatayı şiddetle tavsiye ederim. Üstelik de baro kimliğinizi hesap isterken gösterirseniz %20 indirimlisiniz, aklınızda olsun.


Bir misafiriniz geliyor, özel bir gün kutlayacaksınız veya kendinizi şımartmanız lazım. Şöyle yemekleri leziz, ortamı kırosuz, manzarası şahanesinden bir mekana ihtiyacınız var diyelim. Tereddütsüz Vogue'dan yana tercih yapın. Akaretler'deki Beşiktaş Plaza'nın terasında yer alan Vogue, sizi muhteşem bir manzarayla karşılıyor. Rezervasyonsuz gitmemenizi, hatta rezervasyonunu biraz erken bir terihte yaptırıp havalar da güzelken terastan bir yer kapmak için ısrarcı olmanızı tavsiye ederim.


Fiyatlar konusunda da, önünüze ilk önce şarap menüsü koyduklarında kadehi 300TL'lik şaraplar yüzünden gözünüz korkmasın, kendi yapımları olan şaraplar da oldukça güzel. Tavuklar, etler ve rizottolar başka hiçbir yerde yiyemeyeceğiniz kadar leziz. Makul bir şarap tercihi yaptığınız takdirde gelen hesap da Nişantaşı'nda herhangi bir yerde ortalama yemekler yediğinizde ödediğinizden daha fazla değil.


Son zamanlardaki en favori adreslerimden biri olan Vogue'dan çıkışta Akaret'lerdeki Minyon'a veya der die das'a uğrayıp daha genç, daha müzikli, daha alkollü bir şekilde geceye devam edebilirsiniz.



Cunda'ya doğru yola çıkmadan önce bir Foursquare check-in'i bizim yolumuzu Galata'ya düşürdü. Sensus Şarap Evi'ne... Anemon Otel'in mahzeni bir şarap evine dönüştürülmüş, oldukça da güzel bir yer olmuş. Sakın aç olarak gitmeyin, burada yemek yok. Ama peynir tabağı oldukça başarılı. Şarap sevenlerdenseniz en kısa zamanda yolunuzu buraya düşürün derim.


Ve Sıraselviler'deki Dada Bahçe benim en en favori mekanım. Yürümeyi gerektirmeyen lokasyonu, rengarenk mobilyaları ve püfür püfür bahçesiyle bizim buluşma noktamız oldu. Yorgun bir günün sonunda buz gibi bir blush içmek, açlıktan ölürken leziz sebzeli pizzayı mideye indirmek, tatlı krizinde dondurmalı sufleyi kaşıklamak, aç değilim ama bir şeyler yesem ya anlarında börekçi tabağına saldırmak gibisi yok.

08 Haziran 2011

Sıkıldık minimalden, yaşasın bit pazarları!

 




Evlerin tamamen tek bir akım doğrultusunda döşenmesi demode olalı çok oldu. Hala antika severler ve minimalistler varlığını korusa da, ben her şeyin içiçe geçtiği tarzı çok sevdiğime karar verdim. Antika severlerin "Bu antika değil eski" diye küçümsediği, minimalistlerin safi çöp gözüyle baktığı, boyanarak veya işlev değişikliği ile yeniden kazandırılan parçaların hastasıyım.

Rengarenk kocaman ahizeli telefonlar (ki bunları i-phone'lara bile bağlıyoruz), cart renklere boyanmış eski mobilyalar, saksı olarak kullanılan paslanmış teneke kutular,  eski vantilatörler, çerçevelenmiş nakışlar modern mobilyalarla kullanılınca sizce de harika olmuyor mu?





Fotoğraflar Apartment Therapy ve Please Sir'den.

07 Haziran 2011

Kötü işletmecilik work-shop'ı: Solar Beach!

Bu günlerde İstanbul pek bir hareketli, pek bir güzel. O kadar çok etkinlik var ki, işten geri kalan zamanda hepsine yetişmek imkansız. Yine de her gün yapılacak farklı bir şey olması bile motive ediyor insanı. Ben bu aralar Küçükçiftlik Park'ta birbirinden çok alakasız iki konser izledim: Interpol ve Serdar Ortaç. Bebek Şenliği'ne bir göz attım, hatta ne zamandır Mika Home'un vitrininde görüp de bayıldığım pop-art yastığı edindim.

Pazar sabahı da Grupanya'dan edindiğimiz fırsatlarla bütün gün Solar Beach'te güneş keyfi yapıp, akşam da Duman konserini izlemek için Kilyos yolu tuttuk.

Bu sene Solar Beach'in işletmesini yeniden Urban Bug almış. Urban Bug'a özel bir ilgi ve sempatim vardır. Daha İstanbul'da yaşamadığım velet yıllarımda, her tatilde kendimi İstanbul'a atar, Park Orman'ın çimlerinde yatar, Urban Bug'ın boyu minyatür, içeriği efsane dergilerini okur, İstanbul'a taşınınca tam bir 'urban bug' olma sözleri verirdim kendime. O yüzden Urba Bug işletmesindeki Solar Beach hakkında bir övgü yazısı yazıyor olmayı gerçekten çok isterdim.

Size de Babylon Ayayorgi güzelliğinde bir denizi olamasa da, burnumuzun dibinde Babylon Ayayorgi hizmeti güzelliğinde bir beach olduğunu müjdelemek isterdim.

-dim. Ancak bunu imkansızlaştıran o kadar çok şey vardı ki orada. Kapıdan adımınız atar atmaz nerenin yolunu tutarsınız? Tabii ki soyunma kabinlerinin. Böyle bir leş alan ben hayatımda sadece adliye tuvaletlerinde gördüm. Açılışlarının hatırına bile temizlik yapmaya gerek görmemişler. Ki içeride de maksimum 100 kişi vardı biz gittiğimizde. Öyle temizliğine yetişilemeyecek bir kalabalık yoktu yani. 

Neyse keyif kaçırılmaz bununla, altı üstü bikinilerimizi giyip, güneşli havanın tadını çıkarmak için mindere attık kendimizi. Tam güneş altında mayışmışken tam 3 kere patlayan kolon ile hopladık yerimizden. Bizce oldukça kötü olan müzikleri belki seven vardır diye sesimizi çıkarmadık. Şöyle buzzz gibi biralar içelim bunları görmezden gelelim dedik, "Şu an soğuk sadece su var, biralar soğuk değil" cevabını aldık. Hönk?!?!?! İçeride bizim göremediğimiz bira tüketen soğuk biraları bitiren görünmez bir Rock'n Coke kalabalığı mı var diye etrafıma bakındım bakındım, yok öyle bir şey!

Biraz deniz, biraz güneşlenmece derken karnımız acıktı, yukarıdaki yemek bölümüne çıktık. Cheeseburger ve patates kızartmasında yana tercih yaptık. Ben ikisini de ketçapsız yiyemem. Ketçap istedim, boş ketçap kutusu geldi. Tekrar istedim, birazdan getiriyoruz dendi. Tekrar istedim: "Arkadaşımız mutfağa gitti, başına bir şey geldi." dendi. Şanslı Masa formatında bir televizyon programında mıyız diye etrafta kamera arandım boş yere. Restoran kısmını işleten kibar beye gidip, rahatsızlığımı dile getirdim. Hemen telafi edeceğiz diyip ketçap beklerken buz gibi olmuş cheeseburger'imin yerine yenisini verdi, ama hala ketçap yok. O da buz olduktan sonra anladılar ki ketçapları yok. Üstüne bir de bana çok bulunmaz bir sos istemişim gibi bir tavır yaptılar ki, evlere şenlik!!


Akşam yemeği zamanında da benzer durumlar yaşadık. Bu arada en yakın markete birini yollayıp ketçap aldırmayı akıl etmişlerdi neyse ki, hayatımda ketçap ilk defa bu kadar zor bulunan bir şey oldu. Hatta hayatımda ilk defa ketçap şişesiyle bir fotoğrafım oldu. :)) Ancak bu sefer de başka fiyaskolarla yüzleştik. "Pide kalmamış malesef" cevabı aldıktan bir süre sonra, başka bir şey almak için gittiğimizde bir başkasına yapılmış pide burnumuzun dibinden geçti mesela.

Hayır işin en kötü tarafı aç kalmak da değil, misafirimiz David Guetta'ya çok ayıp oldu. Neyse ki hemşerisi Stephan Pompugnac oradaydı, akşam üstü oldukça güzel bir performans sergiledi :))



Biz çok keyifli bir ekip ve çok keyifli bir ruh hali ile gittik Kilyos'a. Güneş de deniz de güzeldi; o yüzden oldukça güzel bir gün geçirdik. Ama Solar Beach işletmesi bunu bozmak için elinden geleni ardına koymadı. Hani mekan işletmeciliği dersleri veren eğitim kurumları var ya, bence öğrencilerini toplayıp bir haftasonu Solar Beach'e götürmeli. "Bir mekan nasıl kötü işletilir, neleri yapmamalısınız" work-shop'ı niyetine.




Bir dahaki sefere o bölgedeki diğer beachlerden birine gideceğiz. Umarım ki o zaman size tavsiye edeceğim, İstanbul'a yakın günü birlik tatil moodu yaşatan bir beach keşfetmiş olacağım.

 İstanbul'daki etkinlikleri takipte kalın, harika şeyler oluyor bu aralar şehirde.

05 Haziran 2011

Açarız radyoyu yol nereye biz oraya part 1: Düşler Vadisi ve Uçurumoba

Takvime göre havaların ısınması gereken, açık hava konserleri başlamış olmasına rağmen hala kat kat giyinmek zorunda olduğumuz günlerden bir gün, Maroon5 konseri çıkışında kendi aramızda bir parti yaparken bir şarkı keşfetmiştik. "Sevişmeden uyumayalım" diyen Sıla, yine çok cezbedici şeyler söylüyordu: "Hadi kalk gidelim hemen şu anda. Kapa telefonu bulamasın arayan da. Açarız radyoyu yol nereye biz oraya. İyi gelmez mi hiç deniz havası? Bi göz oda bulur sokarız başımızı. Bi de koyarız iki kadeh kafa nereye biz oraya."

Veee geçen haftasonu bu şarkıyı dinleye dinleye atladık arabaya, çıktık yola. Aklımızdaki plan Cunda'da bir haftasonu geçirmekti. Sadece Cunda. Ama iyi ki de öyle olmadı! Çok daha gezgin, çok daha keyifli, çok daha spontane bir haftasonu devirdik.

Keşfettiğimiz yerlerden bahsetmeye, günlerden pazar olması sebebiyle kahvaltılarla başlıyorum. Ne de olsa pazar günlerinin en önemli kısmı kahvaltıdır.

Bahsedeceğim iki yeri de bizim öyle yol nereye biz oraya havalarında giderken bulmamız mümkün değildi. Birkaç senedir orada yaşayan, bizim sabaha karşı harika evlerine tanrı misafiri olarak düştüğümüz, pek tatlı çift olmasaydı biz bu iki harika yerde leziz kahvaltılar etmemiş olacaktık.

İlk sabah Güre'den yaklaşık 15 dakikalık bir yol ile Düşler Vadisi'ne gittik ve kahvaltımızı burada yaptık.  Hem deniz, hem dağ manzarasına bakan kocaman bir terasta ettik kahvaltımızı. Uzun zamandır görmediğimiz kadar donatılmış bir masada oturduk. İlk fotoğrafa bakıp da donatılmış masa bu mudur demeyin, onlar daha ilk serviste gelenlerdi. Sonrasında artık nasıl yumulduysak yemeğe kimsenin aklına fotoğraf çekmek gelmemiş.

Her şeyin bitmesinin imkansız olduğu masada, yiyebildiğimiz kadar çoğunu afiyetle yedik. O bölgede bütün peynirlerin, zeytinyağının ve domatesin gerçekten çok lezzetli olduğunu ilk burada deneyimledim. Daha sonra gittiğim her yerde de pekişti bu kanı zaten.

Düşler Vadisi bu mevsimde sadece kahvaltı olarak hizmet verse de, havaların iyice ısınmasını bekleyen bir yüzme havuzu ve daha ileri tarihleri bekleyen bir butik otel projesi var. O yüzden aklınızın kenarına bu ismi bir not edin derim ben.

Gelelim bir sonraki güne...
Bir sonraki günkü kahvaltı durağımız Uçurumoba oldu. Yeşillikler arasında, geleneksel ile modern karışımı çok keyifli dekorasyonu olan bir yer burası. Country dekorasyon dergilerinden fırlamış gibi duran kütükten sehpalara ben bittim zaten. Kahvaltı konusunda Düşler Vadisi gibi çok çeşitli bir sofra olmasa da, gözlemelerimiz ve güzel ortam ile yine çok güzel başladık güne.

Burada kendin pişir- kendin ye uygulaması da mevcut. Biz "çay"" derken gelen diğer konuklar masaya geldikleri gibi bir "büyük" oturtup mangal faslına giriştiler hatta. :)
İki sabah da güne lezzetli şeyler yiyerek, yeşillikler içinde başladık. Günlerin devamının nasıl geçtiğinden elbette daha sonra bahsedeceğim, ama şimdi Solar Beach yolu tutmak için yola çıkıyorum.

Sizin için pazar kahvaltısı hayatın keyfi mi, yoksa sıradan bir sabah doymak için atıştırılan bir kaç parça birşey mi bilmiyorum; ama harika kahvaltı adreslerinizi veya leziz kahvaltı tariflerinizi benimle paylaşırsanız ne güzel olur :))

Keyifli pazarlar, uzuuun bol sohbetli kahvaltılar.

Pinterest'im

Instagram'ım