29 Temmuz 2011

Pahalı bir meditasyon yöntemi: alışveriş!*

Alışveriş her geçen gün ihtiyaçtan değil, zevkten yapılan bir eylem haline geliyor. Hiçbir şeye ihtiyacımız yok, ama sürekli bir şeyler satın alıyoruz. Kazanmak için beyin patlatıp, vücüdumuzu yorduğumuz paracıklarımızla vedalaşmaktan bu kadar keyif alıyor olmamızda büyük bir ironi olsa da, işe yaradığı inkar edilemez.

Bayılarak aldığım pop-art yastığın koltuğun üzerinde duruşu, üzerimde güzel durduğunu düşündüğüm bir elbiseyi ilk giyişim, yeni çarşafların üzerine ilk uzanışım, elimde torbalarla apartmanın merdivenlerinden çıkışım beni gerçekten mutlu ediyor. Hele bir de ortalıkta indirim varsa ve iyi bir fiyata iyi bir parça kaparsam kendimi çok büyük bir iş başarmış gibi hissediyorum.




Bu aralar alışverişe niyetliyseniz, ya da benim gibi sürekli çaktırmadan bir şeyler alıp duranlardansanız, ev eşyaları için Bahariye'deki Mudo Outlet'e mutlaka yolunuzu düşürün. Çok fazla çeşit yok, fiyatlar çok uygun, sık sık uğranılası adreslerden. Esse'den Aşk süper zevkli şeyler alıyor, pötikare kahvaltı çatal bıçaklar oradan. En çok çeşidi Cevahir'deki Esse'de bulabilirsiniz. İndirimleri efsane oluyor.

Benim için yazların göz bebeği platform topuklu espadriller. Hem çok rahat oluyor hem de çok şık duruyorlar ayakta. Ancak yürüyebildiğiniz yükseklikte olanları tercih edin, ördek ördek yürüyenlerde korkunç duruyorlar, bazen önümde yürüyen kadınların videosunu çekmemek için zor tutuyorum kendimi. :) Platform topuk espadrile ihtiyacınız varsa Deriden'e indirimdeyken mutlaka uğrayın, harika parçalar var. Ortaköy'e gitmişken takıcılara da bir göz atmamak olmaz. Kışlık bir şeylere ihtiyacınız varsa Mango Outlet'e bir bakın, montlar gerçekten çok uygun fiyatlı, ama yazlıklarda iş yok.

Bir de sonunda dolabımda tadilat bekleyen kıyafetlerin de bir kısmını toparlayıp terziye götürdüm. Giymediğim kıyafetlerin boyları veya genişlikleriyle biraz oynayınca daha çok içime sindiler. Üşenmeyin, yapın! Vee tabii tatil için minik bir alışveriş yaptım. Yanık tende en favori rengim olan kıpkırmızı bikini Koton'dan, güneşlenme krem takımı Watsons'tan.

Bir de Beşiktaş'ta harika elbiseler satan bir butik keşfettim. Üzerimdekileri kim beğense oraya yolluyorum, onlar da harika elbiselerle geçiyorlar sonra karşıma. Bu butikten daha sonra daha detaylı olarak bahsedeceğim.

Online alışveriş, alışveriş tutkusunun ayrı bir boyutu. Daha özgün ve daha ekonomik bir alışveriş imkanı sağlıyor ve insana hiçbir limiti yokmuş gibi hissettiriyor-du ki bir genelge buna limit koydu. Epey yazıldı çizildi konuşuldu, ama hala haberdar olmayan alışveriş-severlere duyurmuş olayım: Eskiden kozmetik ürünleri, sporcu gıdaları, gıda takviyelerini yurtdışından sipariş ettiğinizde 150 Euro'nun altında olduğu sürece vargiden muaftınız. Şimdi buna senede 5 kerelik bir sınır getirildi. Senede 5 kere 150 Euro'yu aşmamak şartıyla hala yurtdışından bu ürünlerden sipariş verebilirsiniz. Ama bir sene içinde altıncı siparişinizi verdiniz mi, vergi ödemek durumundasınız. Ben 150 euroluk kozmetikle rahat bir seneyi devirebilirim, ama bu uygulamanın şimdilik CD, kitap ve DVD'ler için de geçerli olması can sıkıcı. Yeni bir genelde ile bunların kapsam dışında bırakılması bekleniyor, ama hala o genelge yayınlanmadı.

Online olarak son zamanlarda en çok beğendiğim şey ahşap MacBook case oldu. Silva Ltd.'den... Sadece 180 dolarcık... Hele de dolar kuru bu kadar zirvede gezerken...
Size iyi alışverişler, ben tatile gidiyorum ;) Öptümmmm

* Başlık, Ekşisözlük, real angel 'dan.

24 Temmuz 2011

Hava güzel kafam güzel ben güzelim her şey güzel...

Rock'n Coke'un üzerinden bir hafta geçti, bu hafta sun.day.sky haftası aslında; ama geçtiğimiz hafta hiçbir şeye yetişememe sendromunda olduğumdan ancak sıra geldi.

Daha önceleri "gece dışarı çıkmak" benim için çok daha geniş kapsamlıydı. Sohbet ederek yemek yemek gecenin sadece başlangıcı olabilirdi, illa ki kafa güzel olana kadar içilmeli ve oldukça geç saatlere kadar dans edilmeliydi. Mojito, Roxy filan gece çıkılınca illa ki gidilen yerlerdendi. Daha sonra -isterseniz doymak olarak kendimizi kandıralım, ama işin aslı yaşın ilerlemesi ve iş hayatının yorması- sadece sohbet edip yemek yenerek geçen günler başlıca bir dışarı çıkmak aktivitesi haline geldi. Konser yoksa, dans da yok gibi bir durum var artık. Konserlere gidince daha çok eğleniyoruz, o yüzden de sıkı birer konser takipçisiyiz.

Konserlerde de şöyle bir sıkıntı var: Konser alanına gidiyoruz, birer içki alıyoruz, konser mooduna girene kadar 1 saaat geçiyor, konserin sadece son yarım saatinden gerçekten tad alınıyor. Rock'n Coke'u sevme nedenim tam olarak bu. Gidiyorsun, bütün gün yavaştan yavaştan konser havasına giriyorsun ve akşamki performansların tamamının gerçekten tadını çıkartıyorsun.

Dada'da leziz bir serpme kahvaltı ile güne başladık ve sonra AKM'nin önünden servise binip Hazerfan Havaalanı'nın yolunu tuttuk. Herkes nedense Hazerfan'ı daha çok beğeniyor; ama bir önceki, 2009'daki Rock'n Coke'un yapıldığı alanı daha çok sevmiştim. Yapay mapay ama çimdi her taraf, rahat rahat oturabiliyordu insan. Hazerfan'da ya sabah erkenden gidip minder kapmak ya da popoya batan çalıçırpıya ve toprak lekelerine katlanmak şart.


Athena'dan çok umutluydum, son albümlerine bayılıyorum çünkü; ama performansları büyük bir hayal kırıklığıydı benim için. Ses sistemi mi çok kötüydü, sıcak yüzünden halleri mi yoktu bilmiyorum; ama çok düşük bir ses ile bitti konser. Paola Nutini beklediğimden çok çok daha iyiydi, Travis harikaydı, Moby (ertesi gün pazartesi olması sebebiyle erken tüysek de) efsane başladı.

Athena - Tersine (click)
Paolo Nutini - Candy (click)
Travis - Love will come through (click)
Moby - Porcelain (click)


Rock'n Coke'tan bahsetmeyen bloggerı dövüyorlar, gibi bir durum var ortada, konser hakkında bir dolu ayrıntıyı defalarca okumuşsunuzdur zaten, tekrar etmeyeye gerek yok, ben asıl "Like Me"den bahsetmek istiyorum. Festival alanına girerken, festival bilekliği dışında bir de kırmızı saat gibi bir bileklik daha veriyorlardı, hemen girişteki makinelerde facebook, e-mail ve telefon gibi bilgilerinizi vererek bu bilekliği aktive edebiliyordunuz. Bu arada inanılmaz bir de database oluşturuyorlar tabii. Sonra festival alanının çeşitli noktalarında bu bilekliğinizi okutarak sosyal paylaşımlarda bulunabiliyordunuz. Ve metinler inanılmaz esprili ve güzel yazılmıştı, sulama görevlisi benim favorim:





Yazıyı okuyup festival gazına gelenlere de müjde; bu akşam da sun.day.sky'da Gevende var.
Keyifli pazarlar! =)

20 Temmuz 2011

Bir yığından, bir düşünceler kalabalığından farkın yok. Bu şekilde nereye varacağını sanıyorsun?


Bu aralar oldukça huyusuzum. "Çocuk da yaparım kariyer de" şarkıları gençliğimde beynime yeterli zehri bırakmış galiba, aynı anda birden fazla hayatı yaşamaya çalışıyorum. Hem hukuk kariyerim yükselen bir çizgi izlesin, hem bütün konser ve etkinliklerde boy göstereyim , hem de çok hamarat bir kadın olamasam da Mushaboom temiz kalsın, kıyafetlerim dolabımda düzenli dursun, arada seyahatlere çıkayım, sık sık blog yazayım, bu sırada paçozlaşmadan gayet bakımlı görünmeyi sürdürebileyim istiyorum. Bir hafta bunu başardım mı, ertesi hafta her fırsatta, her yerde yorgunluktan uyuklamaya başlıyorum. Veya bunlardan biri eksik kaldı mı kendi kendime sinirleniyorum, suratım düşüyor.

"Her şeye birden yetişemezsin!"i de benimsemek istemiyorum. Çok başarılı ama çok bakımsız veya çok sosyal ve hoş ama oldukça sönük bir kariyer sahibi olmanın fikri bile korkutuyor beni. Sonuç mu? Kendi kendimi hayal kırıklığına uğratıp cadoloz bir kadın oluyorum.

Ne yapabilirim diye kafa patlattım durdum, sonuçta hiçbir şey yapmadan geçirilen zamanları azaltmanın -yok etmek değil, azaltmak: tembellik güzeldir!- işime yarayabileceğine karar verdim. Bu da daha iyi zaman planlaması ve haliyle daha iyi ajanda tutma alışkanlığı gerektiriyordu. Tam bu sırada karşıma Geninne'in blogu çıktı. Harika resimler yapan, Meksika'da kocasının yaptığı evlerde yaşayan bir kadın... Ve onun ajandalarının sayfalarına aşık oldum:










"Her şeyi başarabiliriz ama aynı anda değil." diyen Farketing'in de önceliklendirme önerisi işime yarayacak sanıyorum. "Önceliklendir ve ne kadar çekici olursa olsun, önceliğin dışındakilerle uğraşma."




Yeni bir defter, daha iyi bir planlama ve önceliklendirme teorisi ile yarın başlıyorum.
Bütün bunlar umurumda değil diyorsanız da harika bir şarkı bırakıyorum size: Jenny Lewis - Bad Man's World

13 Temmuz 2011

do you want the truth or something beautiful?

"Do you want the truth or something beautiful?"
Eğer gerçeği duymak istiyorsanız, yazın ortasındayız, İstanbul'da kalmak manasız bir şey. Bu yazıyı okumak yerine ucuz tatil fırsatlarına göz atabilirsiniz, ufaktan valiz toplamaya başlayabilirsiniz, çok çaresizseniz yazlığı olan arkadaşlarınızı onları ne kadar özlediğinizi söylemek için arayabilirsiniz.
 :)

Ama güzel bir şeyler duymak isterseniz tam doğru yerdesiniz. İstanbul'da yazı devirmeyi de oldukça keyifli bir hale getirebilirsiniz. Konserler bütün maaşı biletlere saçmaya teşvik edecek kadar cazip. Konserleri pas geçsek bile henüz gitmediğiniz bir sürü mekan var İstanbul'da.


Der Die Das'ın yerine açılan Kaf:f'ı merak ediyordum zaten. Geçenlerde bir akşam, evde mayışık mayışık otururken, bu sıcakta Asmalımescit yolları gözümüzde büyüdükçe büyürken, NuTeras'a gitme fikri bile bizi hareketlendiremezken ev yakınlarındaki Kaf:f'ı hayırlama fikri çok cazip geldi ve gittik.
Kapıdan ilk içeri girdiğimiz an kelimenin tam anlamıyla hayal kırıklığıydı. DerDieDas'ın güzelim dekorasyonu yok olmuştu, yerine biraz arabesk her telden bir şeyler kondurulmuştu.

Sonra...Birer kokteyl, birer tekila shot derken bir baktık sandalyelerin üzerindeyiz! Geçmişten bugüne bütün türkçe parçalara avaz avaz eşlik ederek... Kaf:f'ın çizgisi belli "eğlenmek" ve "türkçe müzik". Ortam rahat, Akaretler'de en rahat kıyafetlerle gidilebilecek, kapısı en problemsiz mekan burası diyebilirim. Oldukça da 'gay-friendly' bir ortam. Minicik şortları, biçimli bacakları ile biz kadınlara taş çıkartacak şekilde müthiş güzel dans ediyorlar. Bizim ekibi de uzun zamandır bu kadar çok dans ederken görmemiştim. Ayık kafa gitmeyin, bayabilir, ama biraz güzel kafayla arada sırada gidip bütün kurtları dökmek için doğru istikamet.



Dans, Türkçe müzik bana göre değil derseniz X, İKSV Binası'nın teras katında, güzel manzaralı bir restoran. Geçen hafta kuzenimin düğünü nedeniyle bütün aile bir araya gelmişken, yemek eşliğinde sohbet edelim diye gittik. Güzel manzaralı bir yerde oturmak isterseniz rezervasyonsuz gitmemenizi tavsiye ederim. Dekorasyon güzeldi, personel çok ilgili ve kibardı.

Yemekler de lezzetliydi, ancak porsiyonlar sanırım insanlar için değil kuşlar için. Bir porsiyon yemekle doymanın imkanı yok, birkaç porsiyon yemek için de pahalı bir adres. Karnınız tokken, terasında bir kadeh içki içmek için gidin keyfini çıkarın. Ama yemek yemek için havalı ve manzaralı bir restoran arıyorsanız, tercihininizi Vogue'dan yana yapın. Fiyatlar hemen hemen aynı. Ancak Vogue'da hem manzara çok daha iyi, hem de yemek porsiyonları doyurucu.


Veee Mama! Nişantaşı'nda ikidir, açık havada bir yerde oturup yemek yiyelim diye çıkıyoruz kızlarla. Atiye Sokak'tan başlıyoruz, Midpoint'e göz atıyoruz cadde boyunca yürümeye başlıyoruz. Her yer mi dolu olur. Haftaiçi haftasonu fark etmiyor. Mekanların içleri boş, açık havalar tıklımtıklım, bir de oturmak için sıra bekleyenler var. İkidir de bizi bu durumdan Mama'nın arkadaki üstü açılabilir kapanabilir avlusu kurtarıyor. Oldukça geniş olduğu için bir boş masa yakalıyoruz oradan. Klasik ve şık bir dekorasyonu var. Yemekleri leziz, sadece menüdeki yemeklerin adını telaffuz edip sipariş verebilmek temel italyanca gerektiriyor. Sangria'nın bambaşka bir yorumu olan şarap kokteyli Roseship Rose'u o kadar iştahlı içip, içindeki şarabı ve votkayı emmiş olan meyve parçalarını yedim ki "Seviştin yahu kokteylle resmen!" yorumu aldım, tadılmayı hakediyor.

Birkaç gündür iş çıkışı ev keyfi yapıyorum, o da süper iyi geldi, sabahları zorlanmadan uyanıyorum bu sayede. Ben tembellik moodundayken, siz İstanbul'u alt-üst etmeye niyetliyseniz, mekanlarla ilgili yazdığım yazıların tamamı şurada.


Dip Not: Başlık Paloma Faith'in şarkısının adı. "I can be who you want me to be / but do you want me?" Dinlemeden geçmeyin, tık!

08 Temmuz 2011

Aren't things more easy, with a tight six pack

Fena halde tatilim geldi. Üç koca ay tatil yaptığım yıllar geçiyor gözümün önünden. Hayatımda gitmediğim yerlerdeki adliyelere gidip gelirken en favori dergilerimi okuyor, İETT otobüsünde tatil yolculuğu yapıyormuş moodu yaratmaya çalışıyorum. Nafile! Haftasonu kaçamakları ile bronzlaştırdığım tenim günden güne beyazlarken, en büyük hayalim bütün gün yüzüp güneşlendikten sonra, duş alıp serinleyerek uçuş uçuş beyaz bir elbise giyip, arkamda after-sun kokulu bir esinti bırakarak, tercihen buz gibi bir beyaz şarap kadehiyle denize doğru oturup sohbet etmek veya kitap okumak. Bir seneden uzun zamandır tatilsiz çalıştığım (tatil hakkımı da yine hukuk eğitimi için Almanya'da gerçirdiğim) göz önünde tutulursa böyle tatil krizine girmem de normal.


Peki bu sırada beni ne yatıştırıyor? Avukat adaylığının en can sıkıcı süreci olan stajyerliğin bitmesine sadece 6 gün kalmış olması mı? Hayır tabii ki. Son zamanlarda moda olan deyişle söylersek "city-break"ler. Yani yaşanan şehri terk etmeden, gündelik tempodan uzaklaştıran kaçamaklar.

Bu hafta Santralistanbul'da iki ayrı etkinliğe katıldım. Biri tamamen hayal kırıklığıyken, diğer tamamen hayal güzelliğindeydi. Artık gelenekselleşen OneLove'a yıllardır bir türlü gidemiyordum. Ya final sınavları dönemime geliyordu, ya bir önceki gece çok uzun oluyordu toparlanamıyordum. Bu sene Cake aşkına gidelim 'never there'i bir de onlarla bağıra bağıra söyleyelim diye gittik. Kredi kartı problemleri nedeniyle herkes bir gergindi. Kapıda pos cihazları çalışmıyor upuzun bir kuyruk, içki sıralarında da aynen öyle. Ve gereksiz bir kalabalık. 'Bileti bitmeyen' etkinliklerin rezalet olduğuna karar verdim ben. Balık istifi konser hiç eğlenceli bir şey değil, ya da ben yaşlanmaya başladım bilemiyorum. :) OneLove'ın tek güzel tarafı uzun zamandır göremediğim bir sürü kişiyle görüşme bahanesi olmasıydı. Jon Bon Jovi konserine olan hevesim de tam olarak bu yüzden kaçtı.

Gittiğim ikinci konser ise Jamie Cullum'du. Santralistanbul Kıyı Anfi'deydi konser. Kesinlikle balık istifi bir durum yoktu, çok güzel bir oturma düzeni ve ayakta kısım yapılmıştı. Orada bir konsere giderseniz aklınızda olsun en güzel görüş alanı C ve D bloklardan. Yogita kıyağı ile C blokta nefis bir yerde oturarak izledik konseri. Hiç şüphesiz son zamanlarda izlediğim en iyi konserdi. Sahnenin arkasında visual'lar yerine canlı kanlı bir İstanbul silüeti vardı. Evlerin ışıkları, haliç ve camiiler. Ses sistemi harikaydı. Jamie Cullum performansına gelirsek... Jamie Cullum'un sesini ve şarkılarını oldum olası severim ben, yine de canlı canlı dinlemek konusunda ultra bir hevesim yoktu. 'Caz söyleyen bir adamın performansında ne olabilir ki, piyanosunun başına oturup çalıp söyleyecek işte.' gibi sığ bir düşünce içindeydim. Jamie Cullum ise kıpır kıpır ve zıpırdı. Dans ederek piyano çalıyor, piyanonun üzerine çıkıp dans ediyor, oradan oraya atlıyor, seyircilere şahane esprilerle sataşıyordu. "Sahneye bir şeyler fırlatmakta serbestsiniz. İç çamaşırlarını tercih ediyoruz. Kadın veya erkek fark etmez. Sevildiğimizi hissetmemiz yeterli." Konserin hiç şüphesiz en enteresan anı, Jamie Cullum'un piyanonun başına geçip yeni bir şarkıyı çalmaya başladığı anda arkadan ezan okunmaya başlamasıydı. Şarkının sözlü kısmına hiç girmeden, usul usul piyanoyu çalmaya devam etti. Hepimiz için farklı bir deneyimdi.


Konserde iki şey yasaktı. Açık hava olmasına rağmen sigara içmek ve fotoğraf çekmek. Elbette ikisini de yaptık. Ancak flaşsız yakalayabildiğim en net fotoğraflar bunlar. Özetle 1) Kıyı Anfi'de ne konser yapılırsa gidin C veya D blokta oturun keyif alacağınız garantili. Joss Stone da yine burada olacak mesela. 2) Jamie Cullum konseri bir daha nerede ne zaman olursa kaçırmayın. Bayılacaksınız adama.

Don't stop the music cover'ı da benim uzun zamandır dinlediğim en iyi cover olmuş: 




Şu anda tatildeyseniz de en havalı gözlüklerinizle bana fotoğraflarınızı yollayıp nispet yapın! =) Öpüyorum.

Dip Not: Yazıdaki ilk ve son havalı fotoğraflar bayıla bayıla takip ettiğim online yayınlardan biri olan Flamboyant'ın Pre Summer Edition'undan.

02 Temmuz 2011

İstanbul'da Temmuz Ayında Neler Yapalım Listesi :))

Hepimiz bu aralar yorgunluktan dertliyiz, havanın bir güneşli bir rüzgarlı, bir yağmurlu oluşuna alışamayan vücudumuz sürekli yorgun, sürekli yorgun bir vücutla oradan oraya giden biz de hafiften keyifsiziz. Zaten ne giyeceğimizi hepten şaşırmış haldeyiz. Dün ben bir elbise ve hırka ile evden çıktım, gündüz hırka fazla geldi, akşam da sağnak yağışa yakalandım ayakkabım çok yazlık kaçtı. Düğünler, partiler, açık hava organizasyonları, tatil planları da daimi sallantıda. Mesela ben bugün akşam düğüne gidiyorum. Temmuzda olduğu için açıkhavada havuz başında organize edilmiş bir düğün, meteroloji yağmurlu diyor, biz "eyvah!"

Bu hava koşullarından etkilenmeyen tek şey İstanbul'un canlılığı. İnanılmaz güzel şeyler oluyor şehirde, her zamankinden çok belki. Konserlerin hepsi birbirinden güzel, yeni mekanlar açılmaya devam ediyor, sergiler, festivaller.... Temmuz ayında olmazsa olmazlarımın listesini yaptım ben, belki size de ilham verir. :)

Yeni açılan mekanlardan Akaretler'deki Kaff ilgimi çekti. der die das'ın yerine açılan Kaff'ta Türkçe müzik çalınıyormuş. Yemek yerken türkçe müzik hiç dinlememiştim, bütün eski anlara ışınlanmak eğlenceli olabilir. Yemek yerken dans etmeye başlayan insanları izlemek de... Osmanlı İmparatorları'nın adını taşıyan kokteyller de Hürrem dizisi ile başlayan Osmanlı aşkının son esintisi sanıyorum, yine de çok eğlenceli.

Giritli İdilka ne zamadır gitmek istediğim restoranlardan biriydi. Gidenlerin bir kısmı mezeleri yerden yere vururken, diğer bir kısmı da yemekleri öve öve bitiremiyordu, gidip bir de ben deneyeyim diyordum ki bu arada SuAda'ya taşınmış. Havanın güzel olduğu bir gün havuz üstüne güzel bir yemek ile güzel bir haftasonu kapanışı yapılabilir.



Ghetto Teras, Baileys Puding yapıyormuş, kulağa leziz geliyor, bir de gerçekten tadına bakayım istiyorum. Ayrıca 'tapasatapan' bir insan olarak (Torro da beni hayal kırıklığına uğrattıktan) sonra
Park Hyatt Maçka Teras'ta çarşambaları tapas geceleri olduğunu öğrenmek çok hoşuma gitti. Dada Bahçe'de yeni menüdeki spesyalleri deneyerek, İstanbul dergileri okuyup bu listeyi genişletmeyi de planlıyorum ayrıca.

Tabii temmuz boyunca yapılacaklar sadece yiyip içmekten ibaret değil, SALT Cafe'ye daha önce gitmiştim malum, ama iş çıkışında gittiğim için sergileri gezememiştim. SALT'ın sergilerini gezmek binanın içini keşfetmek ve İstanbul Modern'deki "Masum Suretler" sergisini gezmek de var aklımda.

Koserlere gelirsek; yarın Cake dinlemek için One Love'da olmayı planlıyorum. Üniversite yıllarımız boyunca Taksim'deki leş barlarda bağıra bağıra az eşlik etmedik Cake coverlarına. :) 8 Temmuz'da Bon Jovi, Caz Festivali kapsamında 12 Temmuz'da  Sing the Truth, 16 Temmuz'da Sezen Aksu, 17 Temmuz'da Rock'n Coke (Hangi gün gidelim diye çok kafa patlattık, Kooks ile 2manydjs'i kaçırmaya biraz içim yandıysa da Travis ile Moby ağır bastı.) ve 28 Temmuz'da Joss Stone'a gitmeye niyetliyim.

Tabii ki "ben  ben" diye anlattım da, sevgili arkadaşlarım, aramıza yeni katılan kardeşim ve tabii ki "aşk"sız olmaz bu işler :) Siz de ay başından etkinliklere bir göz atmayı ihmal etmeyin, sonra ben nasıl kaçırdım bunu, diye üzülmeyin. İyi haftasonları :)

Pinterest'im

Instagram'ım