26 Mayıs 2012

Beyrut gün 3: Rafik Hariri Camii, Souk el Tayebi, Bread Republic, Lux, Zico House

Sabah yine vücudumuz çarşafın bir parçasına dönüşmekte ısrarcıyken, alarmlarımız ısrarla çalmaya başlıyor. Bir önceki sabahtan farklı olarak sadece yorgun ve uykusuz değiliz, ayaklarımız da yürümekten gezmekten sancılı ve şişmiş. Sürünerek kalkıp duşa giriyoruz, sonra valizlerin başına geçiyoruz. Giyiniyoruz, soyunuyoruz, giyiniyoruz, soyunuyoruz. Bir türlü ne giysek sinmiyor içimize. Sanki bir first date'e hazırlanır gibiyiz. Altı üstü camii'ye gideceğiz! Öyle bir şeyler giymemiz lazım ki, dekoltesi olmaması lazım, çünkü dini bir gezi var aklımızda. Diğer yandan uzun zaman sokaklarda kalacağız, dışarıda yakıcı bir güneş var, ince de olması lazım.

Bu yüzden otelin kahvaltısını da kaçırıyoruz. Sonunda sıkılıyoruz, içinde kendimizi rahat hissettiğimiz bir şeyler giyiyoruz, ayaklarımız sancılı sadece flip-floplarımızı geçirip atıyoruz kendimizi sokağa.

Hamra'daki Starbucks'a dalıyoruz. Söz vermiştik, dünyanın her yerinde birbirinin aynısı olan zincirlerden uzak duracağız diye. Ama kahve ve sandiviç çok cazip geliyor. İlk defa Arapça yazılmış Starbucks görmüşüz ayrıca. :)


Hamra'da yürüyerek kahvaltımızı yapıp, kahvemizi içtikten sonra, ilk günkü çekingenliğimizden eser kalmadan, bir taksi çevirip "servis" diyoruz. Taksiler aynı zamanda dolmuş gibi de çalışıyor bu şehirde. Servis diyip binerseniz, yolda aynı yöne giden başka yolcuları da alıyor taksi. Hem daha ekonomik oluyor, hem de yerlilerle tanışıp sohbet etme fırsatı buluyorsunuz.

Soluğu Downtown'da alıyoruz. Bir önceki gün gittiğimiz modern alışveriş merkezinin arkasında cumartesi günleri 09:00 - 14:00 arası lokal pazar kuruluyor: Souk El Tayebi. Açıkçası pazar denilince aklımıza bizim devasa pazarlarımız geldiği için küçüklüğü karşısında biraz düş kırıklığı yaşıyoruz. Ama çok keyifli bir pazar. Ekoseli örtüler serilmiş tezgahlara, sergileme şekilleri çok şık.

Ne alacağımızı biliyoruz: Zeytin ve zeytinyağı. Malum çok lezzetli oranın zeytinyağı. Tezgahlara bir göz atıyoruz, yerlileri takip ediyoruz nereden zeytinyağı alıyorlar diye, birer şişe de biz kapıyoruz.

Sonra pazara oldukça yakın olan Rafik Hariri Camii'ne gidiyoruz. Masmavi kubbesiyle ilk gece karşımıza çıktığında bizi çok etkileyen camii'ye... Planlı ve stratejik bir suikast ile öldürülmüş olan başbakan Rafik Hariri  'nin anısına yaptırılmış bu camii. Yanında da bir çadır var, bir nevi Rafik Harir müzesi gibi...


Sonra dışı mavi kubbesiyle modern, içi devasa avizeleriyle şaşalı camiinin kapısına gidiyoruz. Başı kapalı ablalar ayakkabılarını çıkarıp, tık diye içeri geçerken, kapıdaki güvenlik bizi bir süzdükten sonra, hemen girişteki siyah kıyafetlere yönlendiriyor, lütfen bunları giyin, diyor kibarca. İtaat ediyor, kapkara siyah entariyi giyiyoruz. Sonra da siyah örtülerle kafamızı kapatıyoruz. Böyle anlattığıma bakmayın, bu iş oldukça meşakkatli oluyor bizim için. Bir kere entari çok uzun benim için, adım attığım anda yanlışlıkla basıyorum, önündeki cırt cırt şak diye açılıyor. Kahküllerim kafamdaki örtüden fırlıyor. Kapıdaki güvenlik ısrarla tam derli toplu olmamızı bekliyor, bakıyor beceremiyoruz, "İzin verirseniz yardım edeyim." diyor. Sonuç aynı benim kahküller fora... Bu sırada Martha o kıyafeti giyebilmek için elindeki ayakkabıları yere bırakınca azar işitiyor. En sonunda güvenlik de vazgeçiyor, salıyor bizi içeri.

Üzerimde kara çarşaf, elimde zeytinyağım nasılım ama?! :))))



Camiiden çıktıktan sonra, bir önceki gün Ramzi'nin bize gösterdiği el yapımı ürünler ve espirili hediyelikler satan mağazanın yolunu tutuyoruz: l'artisan du liban.

Barlar sokağı Gemmazyeh'i sonuna kadar yürüdükten sonra, sol tarafta bir hanın içinde burası. Çok keyifli bir mağaza. Kanaviçeli havlular gibi geleneksel ürünlerden tutun, çok orijinal takılara kadar yok yok. Birilerine hediye, kendinize farklı hatıralık bir şeyler almak istiyorsanız mutlaka ve mutlaka düşürün yolunuzu buraya.



Hediye olarak dışı kumaş kaplı lokumluklardan ve takılardan, Mushaboom'a oryantal motifli renkli bardak altlıklarından ve tuğralı şarap tıpalarından ve kendime de birkaç takı aldıktan sonra alışveriş faslını kapatıyorum. Tesadüfen de bu hediyelikler tam anneler günü öncesine denk geldi bu arada, annem aradı birkaç gün sonra "Lütfen her anneler gününden önce sen bir seyahate çık, bayıldım ben bunlara" diye.


Maronite Kilisesi'nde bir düğün hazırlığına denk geliyoruz. Kiliseleri de gezdikten sonra, turist information tabelasında sinagogu da görünce şaşırıyoruz ve sinagogun olduğu sokağı bulmak için gezinmeye başlıyoruz.

Çok fazla asker ve güvenliğin olduğu bir sokakta sonunda sinagogu buluyoruz. Bir kaçı yanımıza gelip burada ne aradığımızı soruyor. Turistiz geziyoruz, diyoruz. "Buralar özel mülk, oyalanmayın." cevabını alıyoruz. Bir önceki yazıda bahsetmiştim, bütün Downtown tek bir şirkete ait ve yerliler bazen sokaklardan özel mülk olduğu gerekçesiyle kovulduklarını söylediklerinde abarttıklarını düşünmüştük. Bizzat deneyimliyoruz bunu. Sinagog çok güzel bir bina, nefis bir bahçesi var, ama kapısı kapalı. Tam fotoğraf çekeceğiz, tekrar güvenlikler geliyor, "Fotoğraf çekmek yasak. Gidin buradan" diyorlar.


Herhalde sinagoga bu kadar meraklı olunca tepki çektik diye düşünüyoruz. Uzatmadan yolumuza devam ediyoruz. Biraz ileride bütün o modern binaların içinde, çok güzel mimarili çok etkileyici bir bina görüyoruz. Önünde şöyle bir duruyoruz. Tekrar güvenlikler geliyor, daha sert bir şekilde ne yaptığımızı soruyorlar. Ne biçim şey bu böyle, diye söylene söylene gidiyoruz.

Zaten öğleden sonra olmuş, acıkmışız, Hamra'ya kadar yürüyoruz. Güneş o kadar güzel ki, İstanbul'da bitmek bilmeyen kış bize güneşi o kadar özletmiş ki doyamıyoruz. Hamra'da Bread Republic'e oturuyoruz. Burası aslında çeşit çeşit ekmeler yapan bir yer. Sokağın arasına da masalar koymuşlar, yemek servisi de yapıyorlar. 

Ortamı çok hoşumuza gidiyor Bread Republic'in. Her tarzdan insan var. Yaşlıca turist bir çift, hararetli hararetli siyasi konuları tartışan bir Lübnanlı grup genç, bebekleri ile oturan aileler, lap topunu almış tek başına takılanlar... Ben enginarlı ahtapotlu leziz bir salata yiyorum, Martha güzel bir sandiviç. Üzerine de garsonun tavsiyesiyle ekmekli bir tatlı alıyorum.



Hamra'daki mağazalara da göz attıktan sonra, otelimize yakın bir marketten yerel bira ve sigara alıp, biraz dinlenmek üzere otelimize dönüyoruz. Duş ve uykudan sonra, biralarımızı içerek balkon keyfi yapıyoruz.

Vee akşam yemeği için tekrar düşüyoruz yollara. Bu sefer istikametimiz daha önce ayak basmadığımız bir kısım: Marina. Ramzi bizim için rezervasyon yaptırmakla kalmamış, bizi alıp oraya götürmesi için otele taksi bile yolluyor. Misafirperverlik zirvesi!

Lux'te güzel bir masaya yerleşiyoruz, içeride ve dışarıda bütün masalar dolu, tek turist biziz muhtemelen. Kalabalık gruplar yemek yiyor, bir masada aynı muhabbetin içinde İngilizce, Arapça, Fransızca konuşuluyor olması bizi cezbediyor. Biri İngilizce konuşuyor, diğeri ona Arapça cevap veriyor örneğin. Menülerle birlikte sezon spesyali olarak aperatif bir kokteyl geliyor. İnanılmaz! Hayatımda içtiğim en güzel şeyler listesinde ilk beşi zorlar. Çok hafif, çok lezzetli, çok fresh....

İstanbul'da harika yemekler yapan restoralarımız var, her markanın mağazası var, ama astronomik olmayan bir fiyata iyi kokteyl yok. Hatta gereğinden fazla pahalı kokteyller de çoğu zaman alkol cimrisi ve özensiz hazırlanıyor. Bu eksikliği bir kere daha hissediyoruz.

Gelen menülerden kalın olanının yemek menüsü, ince olanının içki menüsü olmasına alışmışız. Beyrut'ta hep tam tersi. Yemek seçenekleri az ve öz. Kokteyl menüsü kafa karıştıracak, insana fikrini on kere değiştirecek kadar çeşitli.

Bir Ortadoğu ülkesine gittiğimiz için yemekler konusunda ön yargılarımız vardı. Temizlik ve sağlık açısından. İlk gün iyi yıkanmamıştır diye yeşillikten, çabuk bozulur diye tavuktan uzak durmuştuk. Gönül rahatlığı ile tavuk söylüyorum. Gerçekten çok lezzetli soslu bir tavuk geliyor.

Sonra kokteyller kokteyller derken kalkasımız gelmiyor bir türlü laf lafı açıyor. Yemekten kalktığımızda kafamız kıyak, saat gece yarısı. Biraz yürüyüp hava alalım diyoruz. Yürürken kendimizi tekrar Downtown'da buluyoruz. Coldplay'in sesini takip ediyoruz. Bir sokak, Asmalımescit gibi, yanyana mekanlar, hepsi birbirinden güzel müzikler çalıyor, tıklım tıklım, herkes sokaktaki masalarda oturmuş sohbet edip içkilerini yudumluyor.

Biraz orada takıldıktan sonra internette hakkında çok olumlu şeyler okuduğumuz Zico House'un yolunu tutuyoruz. Mustafa Yamout  ailesinin evini kullanarak 1990larda bir kültür evi kuruyor. Burası bar, sergi alanı, sanatçılara çalışma ortamı, work shop evi, kalmak isteyenlere konaklama alanı, ofise ihtiyaç duyanlara ofisten oluşan bir bina. Dışında Zico House diye bir şey yazmıyor binanın. Merdivenlerinden çıkıyoruz, bizden başka kimse yok ortalıkta. Birisi şaşırarak karşılıyor bizi, Zico House'un aşçısıymış. Yarım saate kapatıyoruz, diyor. "Biz çok merak ediyorduk burayı o yüzden geldik, barınız açıksa bir içkinizi içeriz, yarım saatte de bitiririz" diyoruz. Birer shot ve nereden geliyorsunuzla başlıyor, Zico House nedir, ülkeler, siyaset derken biralar devriliyor, saatler geçiyor. Bir masada bir yarı Alman-yarı Hollandalı, bir Türk, bir Lübnanlı fıkra gibiyiz, muhabbet çok keyifli.

Aşçı bize kendi geldiği kasabada, daha önce evlerde su olmadığını, kadınların her gün çamaşır yıkamak ve su almak için birkaç kilometre gitmesi gerektiğini, daha sonra onlara iyilik olsun diye evlere su bağlandığında kadınların hepsinin mutsuz olduğunu anlatıyor. Çünkü o bir kaç saat kadınların kocalarından çocuklarından uzak kendi başlarına kaldığı, arkadaşları ile buluştuğu saatlerken, bir anda kadınlara su verilip, kendi saatleri ellerinden alınmış oluyor. Ayrıca Beyrut'ta pek çok insanın bomba sığınağında geçirdikleri günleri, keyifle anlattığından bahsederek şaşırtıyor bizi. Evet insanın şehrinin bombalanıyor olması korkunç bir şey ama o insanlar bugün bu maceralarını keyifle, ne güzel o zaman her gün görüşüyorduk şimdi görüşemez olduk, diye anlatıyorlarmış. İnsanları konuşa konuşa bitiremeyeceğimiz için, saat epeyce geç olunca kalkıyoruz. Bizden keyifli muhabete ek olarak hesap da almıyor.

Otelimize yüzümüzde kocaman gülümsemelerle dönüyoruz. Yatağa girmemizle uyumamız arasında geçen bir kaç saniyede anımsıyoruz ki, bu Beyrut'taki "şimdilik" son gecemiz....

11 Mayıs 2012

Beyrut gün 2: Downtown, Beirut Souk, Ermeni Mahallesi, Onno, Demo, Teras, BO18...

İkinci günün sabahı alarmlarımız çalmaya başlıyor. Vücudumuzun her yanı sızlıyor, özellikle de yürümekten harap düşmüş ayaklarımız yataktan çıkmamak konusunda direniyor. Ama Beyrut'tayız! Yalnızca bir kaç saat uyumuş olsak da, görmek istediğimiz o kadar çok şey var ki! Ayaklarımıza rağmen kalkıyoruz o yataktan sabahın köründe, pijamalarımızla otelde kahvaltıya iniyoruz. Fena halde alkol ve sigara içmişiz akşam, başımız ve boğazımız ağrıyor. Kokteyller çok kral Beyrut'ta, gerçekten lezzetliler, İstanbul'daki gibi bir gıdım alkol koyup meyve suyu ve buz basmıyorlar üzerine. Sigara yasağı yok, her yerde sigara içiliyor. Otelin asansöründe bile kül tablası var! Yasak olmadığı gibi, çılgın vergi de yok. 2.000 lübnan poundu bir paket sigara, yaklaşık 2 TL, üzerinde iğrenç fotoğraflar, sinir bozucu yazılar da yok.  Tek kötü yanı ertesi sabahı işte. Bu gün alkol yok sigara yok, diyerek bir iki lokma bir şey atıyoruz ağzımıza, duş almak için odaya çıkıyoruz.

Telefonumuz çalıyor. "Nerdesiniz siz, neden beni aramıyorsunuz?!" Seyahat arkadaşım Martha'nın ailesinin İstanbul'daki bir şarap kulübünden tanıdığı Beyrutlu bir aile var, onlar... Ne yapmak nereyi görmek istersiniz, sizin için ne yapabiliriz diye soruyorlar. Planımızda "downtown"ı gezmek var. "Hımmmm şimdi oğlumu yolluyorum size rehberlik yapması için, otelden alacak sizi" diyor; "Ama Downtown'ı hiç sevmez, aklınızda olsun." diye de uyarıyor.

Kim sevmez Downtown'ı, gıcır gıcır bir bölge, inanılamayacak kadar temiz, bütün binalar çok havalı, meydanında bir Rolex Saat Kulesi, mavi kubbeli çok şık bir camiisi var, diye durumu kavramaya çalışarak duşumuzu alıp giyiniyoruz. Otelin kapısına inip beklemeye başlıyoruz. 20 yaşında, kıvırcık, çok güleryüzlü rehberimiz geliyor: Ramzi. Beyrut'ta doğmuş büyümüş, Amerika'da yaşıyor, yaşı küçük ama inanılmaz politikaya merkalı, film üzerine eğitim görüyormuş, kendi ülkesiyle ilgili bir film çekmek istiyormuş. Herkesi tanıyor, her yerde üç beş kişiyle selamlaşıyor. Rehberimizi bulduk, diye seviniyoruz.


Biz Downtown diye tutturunca bizi Downtown'a götürüyor. Bu bölgeyi neden sevmediğini anlatmaya başlıyor. Bütün kargaşalardan ve savaş dönemlerinden sonra, bu bölgenin yenilenmesi için girişimde bulunmaya başlanıyor. İyi niyetli bir girişim. Ama umulmadık bir şekilde sonuçlanıyor. Bir adam geliyor, insanların evlerini yok pahasına satın alıp, onları şehir dışına sürüyor ve bütün evlerin yerine çok havalı çok gıcır apartmanlar dikiyor. Çoğu bomboş, çünkü aşırı pahalılar. Yine de fiyatları düşürmüyorlar, buralarda yaşayanlar Beyrut'un yerli halkı değil, Dubai'den filan gelen şeyhler, zenginler. Şehrin merkezinin tamamı tek bir şirkete ait ve halk dışlanmış. Şok oluyoruz, Taksim'in tek bir şirkete ait olduğunu hayal etmeye çalışıyoruz, ürperiyoruz. Sonraki günlerde sohbet ettiğimiz bütün yerli halkın aynı şekilde tepkili bu şirkete karşı tepkili olduğunu görüyoruz. "Hatta çoğu zaman burada duramazsınız, özel mülk burası diye kovalandığımız oluyor" kısmı bize biraz abartılı geliyor, ama sonraki günlerde bizzat deneyimliyoruz bunu.

Ramzi bizi Downtown'da ufo şeklinde eski bir sinemaya gizlice soktuktan sonra, "Siz gezin tozun takılın burada biraz, ben sizi birkaç saat sonra alırım, "Gerçek, yaşayan, yapay olmayan kısımları gösteririm size" diyor.



Tertemiz sokaklarda fotoğraflar çekerek geziyoruz. Alışveriş merkezi Beirut Souk'a da dalıyoruz, fiyat karşılaştırması için, Türkiye'den daha ucuz mu fiyatlar diye kontrol ediyoruz. Çok fark yok, alışveriş yapmıyoruz.




Öğrendiklerimizden sonra, DownTown'a olan ilgimiz biraz azalıyor. Dolandıktan ve doyduktan sonra Ramzi önde biz arkada, Doğu Beyrut'un yolunu tutuyoruz. Eski ama rengarenk boyanmış binaları ve sokakta oturan insanları ile daha gerçek daha sahici. Kapılar, camlar açık, evlerin içini sokaktan yürürken incelemek pekala mümkün.



Zaman zaman dökülmüş, yarısı yıkılmış binalarla karşılaşıyoruz. Bunlar bombalanmış mı? diye soruyoruz. Çoğu sadece terk edilmiş cevabını alıyoruz. İnanılmaz ilgimizi çeken bir diğer şeyde elektrik telleri oluyor. Her yerde başınızın biraz üzerinden geçiyorlar.


Doğu Beyrut'tan sonra Ermeni bölgesine geçiyoruz. Rahat rahat Türkiye'den Amerika'dan, Beyrut'tan, Avrupa Birliği'nden bahsederken ki, bir duvarla karşılaşıyorum ki baştan sonra Atatürk'e ve Türkiye'ye küfürlerle dolu. Şok olmak, korkmak, sinirlenmek arası bir sürü şey hissediyorum. Duygularımı bastırınca İstanbul'dan ve Türkiye'den bahsetmeyi kesiyorum.


Öğle yemeğimizi bir gazetecinin bize tavsiye etmiş olduğu, ev yapımı Ermeni yemekleri yapan Onno'da yemeye karar veriyoruz. Mantı, su böreği, mercimekli köfte, muhammara, yumurtalı pastırma.... O kadar tanıdık o kadar lezzetli yemekler...


En az 4-5 saat yürümüşüz, biz biraz otele gidip uyuyup dinlenelim gece için diyoruz. Bir taksiye biniyoruz. Beyrut'ta insanlar o kadar tatlı, o kadar yardımsever, o kadar ilgili ki! Başımızın tek belası taksiler. Taksimetre yok, pazarlık yapmak gerekiyor. Arapça bilmediğimiz için bu iş gittikçe zorlaşıyor. 15 pounda anlaşıyoruz, adam 15 dolara anlaştık diye tutturuyor, verilen paranın üstü bahşiş kabul edilip iade edilmiyor filan. Hamra'ya otele dönerken, bize taksici önce camdan gideceğmiz bölgeyi söyleyip sonra "Hams talif!" demeyi öğretiyor. Nereden nereye fiyat nedir, pazarlıkla ne olur genel bilgimiz oluyor. Bize defalarca pratik yaptırıyor, kahkahalar ata ata geliyor otele.



Biraz uyku sonrası ayaklanıp giyiniyoruz. Bir önceki geceden çok daha özgüvenliyiz. Yolları biliyoruz, hams talif demeyi biliyoruz, nereye gideceğimizi biliyoruz. Kolayca taksiyle pazarlık yapıp, Gemmazyeh'e geliyoruz. Elimizle koymuş gibi buluyoruz Demo'yu. Yerlilerin çok sevdiği barlardan biriymiş burası. İnanılmaz güzel müzikler çalıyorlar, içeride biz hariç herkes birbirini tanıyor. Keyiften dört köşe kuruluyoruz bir yere. Yerli bira Almaza söylüyoruz. Karnımızın aç olduğunu fark ediyoruz, birer de sandiviç istiyoruz, ki pesto soslu, hellimli acayip lezzetli bir şey geliyor.


Saat 12'ye gelirken, biz Demo'yu çok sevmiş hiç bir yere kımıldamazken, barda içtiğimiz garip shotlarla kendimize geliyoruz, Ramzi rehberliğinde gezmeye başlıyoruz.


Laf atanlara "eyiri fik" demeyi de öğrenerek oryantasyonumuzu tamamladıktan sonra, Gemmazyeh dolaylarında yabancı diller enstitüsü gibi bir yerin oradaki, canlı müzikli bir mekana giriyoruz. Tam bir eller havaya yeri! Yalellaaaah!


Orada biraz göbek attıktan sonra, hemen üst katındaki terasa çıkıyoruz. Bir anda Arapça şarkılardan, chil-outa geçiş! Meksika Birası dedikleri spesyalden içiyoruz. Bir nevi margaritanın birayla yapılanı. Bardağın dibine lime suyu konuluyor, ağız kısmına tuz ekleniyor, bira içine dolduruluyor. Ben çok beğendim, İstanbul'da da bir "meksika birası" partisi yapacağım Mushaboom'da en kısa zamanda :)


Saat 2:00'yi geçerken artık BO18'in yolunu tutalım diyoruz. BO18'in özelliği bir zamanlar bomba sığnağı olarak kullanılan yerin club'a dönüşmüş olması. İçeride localar ve localar dışında dans edenler var. Perşembe geceleri 80's partileri yapılıyormuş, onun dışında techno ağırlıklı çalıyorlar. İnanılmaz kalabalık, bardan bir içki alabilmek gerçekten eziyete dönüşebiliyor. Gecenin bir saatinden sonra, sığnağın üzerinin açılması çok havalı.

Dürüst olmak gerekirse, malesef benim club evrem bitmiş artık. İstanbul'da da çeşitli club'lara gidip sabahlara kadar dans etmeyeli aylar oldu, gece çıkmak benim için konsere gitmek veya bir yerlerde güzel bir sohbet eşliğinde içmekten ibaret. O yüzden BO18'in benim için bomba sığınağı olmasının ötesinde bir esprisi olmuyor.

İlk içkilerimiz bittikten sonra, tekrar o bar sırasına girmek gözümüzde büyüyor, saat 4:00'ü geçtiği için pazarlığımızı yaparak taksiye biniyoruz, hoop otele.


İçeride fotoğraf çekmek de yasak olduğu için,  tek fotoğrafımız da tuvaletten aynadan yansıma usulü :))

08 Mayıs 2012

Beyrut Gün 1: Liquid Cocain Shot!

Geçen yılın son aylarından biri.... Hava soğuk, ofisteki oda arkadaşımla birlikte onun ikamet tezkeresini uzatmak için Vatan Caddesi'ne gidiyoruz. Yolumuz uzun, yaz aylarını ve tatilleri düşlüyoruz. Şimdiye kadar gittiğimiz yerlerden, gitmek istediğimiz yerlerden laflıyoruz. Fark ediyoruz ki, ikimiz de Beyrut'u çok merak ediyoruz. Ve  "Beyrut'a gidelimmm!" diye tutturduğumuzda, ikimizin arkadaşları da burun kıvırmış. Bu yüzden, yani kendimiz kadar hevesli kimseyi bulamadığımızdan erteleyip durmuşuz. Gidelim diyoruz, mayıs diyoruz. Böyle planlar hep yalan olur ya, bu sefer gerçek oluyor.

Ve birkaç ay sonra, perşembe sabahı merak içinde Atatürk Havalimanı'ndayız. İstikamet Beyrut! Kalbimiz küt küt! Türkiye'deki bütün köşe yazarları Beyrut'a gidip bir yazı döktürmek şartmış gibi davrandığından ve Beyrut içerikli blogların zenginliğinden oldukça zengin "yapılacaklar- görülecekler" listesi var elimizde. Daha önce orada olan arkadaşlarımızın tavsiyelerini ve guide'daki yerleri elimizdeki listelerle kıyaslıyoruz. Uçağın kalkmasıyla inmesi bir oluyor: Türkiye'de bir şehre gider gibi 1,5 saat sonra Beyrut'tayız.


Çıktığımız gibi "Taksi taksi" diye geliyorlar yanımıza. Taksimetre olmamasına hazırlıklıyız, pazarlık yapacağız. O kadar inatçıyım ki "15 dolar" konusunda, adam en son "Türkiye'den geliyorsun değil mi?" diye soruyor. 15 dolara şehir merkezine gidiyoruz ve Hamra'daki Mayflower Otel'ine yerleşiyoruz.Otel biraz eski ama, temiz ve çalışanlar inanılmaz güler yüzlü. Güneş alan çok güzel bir de balkonumuz var üstelik.


Nasıl giyinmemiz gerektiğini kestiremiyoruz. Hayatımda ilk defa Ortadoğu'dayım. Evet Beyrut Ortadoğu'nun Paris'i, ama yine de emin olamıyoruz. Upuzun elbiselerde karar kılıyoruz. O sırada bir arkadaşım mail atıyor, beni Facebook üzerinden orada yaşayan biriyle tanıştırıyor. Şans bu ya, o da aynı gün İstanbul'a gidiyormuş. Onu boğmayalım, kendi başımızın çaresine bakarız diyoruz. Elimizde şehir haritası, şöyle bir turlamak üzere çıkıyoruz otelden.

Beyrut'ta ilk fark ettiğim şey: Perdeleri camlara değil, balkonlara takmaları oluyor. Çok karakteristik. Bir de yepyeni binalarla yıkık döküklerin yanyana olması...




İstanbul'da güneşi özlemişiz, doğrudan sahile vuruyoruz kendimizi. Öğle vakti çoktan geçmiş olmasına rağmen yakıyor güneş. Güneşin altında biraz yürüdükten sonra, sahil kenarında salaş bir cafe'ye oturuyoruz: Cafe Palace. Suyun dibinde bir yerel bira söylüyoruz. Kayalara vuran su sesiyle, güneşle mayışarak Almaza yudumluyoruz.


Her yaştan, her tarzdan insan var. Hemen yan masamızdakilerle tanışıyoruz. İkisi de aslen Beyrutlu, biri Paris'te, biri Amerika'da yaşıyormuş, ziyarete gelmişler. Hesabı dolarla ödeyip, ilk Lübnan Pound'larımıza kavuşuyoruz. Bir anda çok sıfırlı paralar zengin hissettiriyor.

1.000 Lübnan Poundu yaklaşık 1 TL ediyor. Hoşuma gidiyor, hesap kitap işi kolay olacakmış gibime geliyor. Bilmiyorum ki bir süre sonra 4 farklı para birimiyle uğraşmak zorunda kalacağız. Neredeyse her yerde Dolar geçtiği için harcadığımız paralar ya Lübnan Poundu ve Dolar oluyor. Ben otomatikman her şeyi TL olarak hesaplıyorum kendi kafamda, Martha Euro olarak. O yüzden her ödeme anında Dolar, Euro, Lübnan Poundu, TL hesaplarına giriyoruz.

Sonra bana göre "kordon", Beyrutlulara göre "korniş" olan sahil boyunca yürüyoruz saatlerce. Ara sokaklara giriyoruz. Binalara, özellikle de Arapça tabelalara bayılıyoruz, onlarca fotoğraf çekiyoruz.







Birkaç saat sonra, elimizde harita otelimizin olduğu Hamra bölgesine ulaşıyoruz. Otelin yakınlarında bir supermarket var, hemen dalıyoruz içeri. Hem diş fırçası, su gibi ihtiyaçlarımızı karşılamak için, hem de biraz meraktan. Küçük bir süpermarket olmasına rağmen, Avrupa markalarından yerel markalara; Türk markalarından Amerikanlara yok yok. Türkiye'de nedense bulunmayan Oreo'ları görünce çılgına dönüyoruz.



Otele gidip, üzerimize daha şık kıyafetler giyip, tekrardan dışarı çıkıyoruz. Yemek için uzak bir yerlere gidemeyecek kadar açız, listemizde olan en yakın yere, Laziz'e gidiyoruz.

Dekorasyonu oldukça modern olan Laziz'de bizi önce çok cana yakın bir garson, ardından da inanılmaz yaratıcı ve neşeli bir menü karşılıyor.




Adını şimdi hatırlayamadığım bir çeşit kebap, humus ve ıspanaklı dev mantı şeklinde bir börek yedik, yerel bir şarap içtik. İlk başta hepsini ucundan ucundan tadarken, bir süre sonra keyifle yaladık yuttuk. Şarabımız  dibini görünce ayaklandık.

Saat gece yarısına geliyordu zaten, bir taksiye atlayıp Downtown'a gittik. Downtown şehrin geri kalanına kıyasla inanılmaz gıcır, inanılmaz temiz bir bölge. Savaş sonrası yıkılan evleri insanlar yenilemiş diye düşündük, ama gerçekleri ancak ertesi gün öğrenecektik.



Mutlaka gitmelisin denilen Buddha Bar'a göz attıktan sonra Downtown'dan 5-10 dakikalık yürüme mesafesinde barlar sokağı olan Gemmayzeh'e geçtik. Köşesinde Paul olan sokak olarak tarif ediyordu herkes. Sokağa ilk girince epey boş göründü gözümüze, yanlış sokaktayız sandık ama birkaç adım atınca anladık ki doğru yerdeyiz. Dizi dizi barlar...

Sokakta birkaç tur attıktan sonra Dragon Fly'da karar kıldık. İçeri girdik, bara oturduk. Ertesi gün erken kalkıp şehri keşfedeceğimiz için sadece bir kokteyl içip kalkmak vardı aklımızda. Kokteyl listesinin uzunluğundan kafamız karıştıktan sonra birimiz Dragon Fly kokteyl, birimiz de Asian birşey söyledik.

Bardaki Nino turist olduğumuzu anladı, hemen bir adisyonun arkasına bize Beyrut'ta en sevdiği mekanları yazmaya başladı. Biz Nino'ya listemizdeki mekanları gösterip nerede olduklarını not ederken, bir adam ikimizin arasına girdi ve masanın üzerine bankonotlar yerleştirmeye başladı. Biz ne olduğunu anlayamadan, "for you" dedi, bizim şaşkınlığımız daha da arttı. Sinirlendik, ne demeye çalışıyor bu adam diye homurdanmaya başladık! Alışmışız ya İstanbul'da, birisi içki ısmarlamak isterse mutlaka arkasında bir art niyet vardır. Oysa ki adam bize çok güzel gülüyorsunuz, içkilerinizi ısmarlamak istedim, iyi eğlenceler dedikten sonra çıktı gitti. Önümüzde bankonotlar, elimizde leziz kokteyller kahkahalarla gülmeye başladık.


Biraz sonra bar iyice boşaldı. Nino bize Cuban Cigar ve Liquid Cocain Shot gibi inanılmaz değişik ve güzel shotlar hazırladı. Erken otele gidip erken kalkmayı planlayan biz, Dragon Fly'ı kapattıktan sonra, birkaç arka sokaktaki Crew'da birer kokteyl daha yuvarladık. Şaşırarak fark ettik ki, Beyrut'ta biraz da yaşananların etkisiyle olsa gerek, sabaha karşı bile muhabbetler dönüp dolaşıp dinlere ve politikaya geliyor. Bir masada bir Hristiyan, bir Müslüman, bir Dürzi çok lezzetli kokteyller içerek lafladıktan sonra, bir taksiye atlayıp otelimize döndük.

Beyrut'a yolunuz düşerse Dragon Fly'a yolunuzu düşürün, Nino'ya selam söyleyin, Nino'nun arkadaşına bir İbrahim Tatlıses albümü götürürseniz de, "Bebeğim" "Mavi mavi" söyleyerek hazırladığı en güzel shotları siz içersiniz. ;)

Pinterest'im

Instagram'ım