26 Temmuz 2012

I want to be the whole world's girl, gramma. Tell me do you think that's wrong? *

Bir ilişki ne zaman biter?

Ayrılık konuşması yapınca mı? Beklentilerin artmaya başlayınca mı? Hayal kırıklıklarını ardarda yaşamaya başlayınca mı? Aslında mutsuz olduğunu fark edince mi?

Peki ilişki bittikten sonra ne yapmak gerekir? Ne yapmamak gerekir?

Toplum dayatması olan bir kesin doğru var: Uzun bir ilişkiden çıkınca, bir süre başka bir adamla görüşmemen gerekir.

Peki ya görüşüyorsan? Liseli kızlar gibi saatlerce mesajlaşıyorsan? Birlikteyken tahmin edebileceğinden çok daha iyi vakit geçiriyorsan? Gördüğün anda boynuna atlayıp dudaklarına yapışmak istiyorsan? Sonrası gerçekten umurunda değilse, ama şu an ayakların yerden biraz kesilmişse? Üstelik de anlamını ve devamını sorgulamaksızın böyle hissetmeye bayılıyorsan?

Bittin!
Çünkü mutsuz olman gerekiyor. Çünkü pişman olman gerekiyor. Çünkü etrafındaki insanlar senden bunu bekliyor. Mutsuz ve pişman olmayarak oyunun kurallarını bozuyorsun. İnsanların tepkisini çekiyorsun. "Ne yaptığını sanıyor?" diye öfkelendiriyorsun onları.

Anlatamıyorsun kimseciklere. Anlatmaya kalksan da hiç kimse anlamıyor.
Çünkü ayrıldığın adam mutsuz, sen başka bir adam için heyecanlısın. Meali: kötüsün, kalpsizsin, kaltaksın!

Adam ne zaman kavga etseniz, asmış suratını her ortamda, mutsuz suratsız gezmiş. Sense adam seni her üzdüğünde saklanmışsın insanlardan, hep kendi içinde yaşamışsın... Öyle öğrenmişssin çünkü annenden babandan. Özel hayat sorunları, neşeli içki sofralarına ve işe taşınmaz.  Evin kapısından çıktığın anda özel hayatınla ilgili problemin orada kalır, hayatına devam edersin. Nokta!

Diyemiyorsun ki, "Bakın, ben bu adamı gerçekten çok sevdim. Birlikte çok güzel zamanlar geçirdik. Benim hayatımda apayrı bir yeri oldu. Belki başka hiç kimse beni onun kadar çok sevmeyecek bunun da farkındayım. Ama birinin seni sevmesi, her zaman seni mutlu etmesi anlamına gelmiyor. Bir yandan beni boğdu, bir adamla yemeğe çıksam barda iki kadeh içki içsem beni aldattın diye ortalığı velveleye verdi, diğer yandan da yanımda olup bana destek olması gereken zamanlarda hep başkalarıyla gezip tozdu. Aslında bu ilişki aylar önce bitmişti ama biz biraz alışkanlık, biraz arkadaşlar, biraz birlikte geçirilen zamanların hatırı derken ayrılamayıp sürekli kavga edip barışan çiftlerden biri olmuştuk."

Bunları söylesen de altı boş kalıyor, çok şey anlatman lazım. Senin hastaneden çıktığın gece Ice Bar'a gitmesini, sen ateşler içinde yatarken Bebek'teyim tatlı söyledim şimdi gelemem demesini, geceleri eğlencesini erken kesmeye kıyamazken seni gecenin bir vaktinde uyandırmaya kıymasını, sen bir adamla İstinye Park'ta öğle yemeği yedin diye kıyameti koparma hakkını kendinde bulurken, bir kadınla Berlin'de gecenin bir vakti buluşup mantıcı arama macerasına atılmayı çok normal bulmasındaki mantık hatasını...

Adam seni gerçekten seviyor ya, geri kalan her şeyi kabul etmen gerekiyor!

Zaten yaşarken o kadar yorulmuşsun ki anlatmaya mecalin yok. Hatırlamak da istemiyorsun zaten. Çok geçmişte kalmış gibi hepsi...

Bir yıl önce kendini tutamayarak yazdığın bir yazıyı ("Bir erkek bir kadınla ancak onu sevmediği sürece mutlu olabilir") okurken ürpererek fark ediyorsun ki aslında her şey çatlayalı sandığından da uzun zaman olmuş. Aslında sen bir yıl önce hissetmeye başlamışsın bugün olacakları:
  
İki insanın birbirini sevmesi yetmez, esnemesi gerekir, farklı olduklarını kabul etmesi, karşısındakini farklılıkları ile sevmesi gerekir. Bay Doğru ile Bayan Cadı'nın ilişkilerine olduğu gibi köşeli durumlarda en iyi ihtimalle yaşanmışlıklar kalır insanın elinde. Keşke doğru düzgün ayrılmayı becerebilseydik, kalır bir de. 


Böyle yazmışsın. Tam bir yıl önce. Yine de ilişkiye inanmışsın, çabalamışsın, farklı olsun istemişsin... Ama içten içe olacakları görüyormuş gibi yazmışsın.

Çünkü kendine en dürüst olduğun zamanlar, yazdığın zamanlar.
Rol yapamadığın, düşüncelerini sansürleyemediğin zamanlar. Mutluymuş gibi yapamadığın anlar...

İnsanlar "Daha çok erken yeni bir macera için." derken, sen gıcır bir maceranın belki de en güzel günlerini yaşamaya başladın bile. Yakın arkadaşların, "Beş görüşmek istiyorsa bir görüş" gibi akıllar verirken, arsızca "O beş istiyorsa ben on istemek istiyorum." diyebiliyorsun. Hazır karşında seni tanıyan bir adam varken, hiç rol yapmıyorsun, hiç dizginlemiyorsun kendini. Stratejiler, ayaklar, roller yok. Sürdürmek için çaba harcamak değil, keyfiyle zevkiyle yaşamak istiyorsun.



Toplumun dayattığı doğrular...Yazılı kurallardan bile daha sıkı sıkıya uyar bizim insanımız onlara. Kırmızı ışıkta gaza basar geçer, ama toplum içinde kalbini pıt pıt attıran adamla cilveleşme arzusunu dizginler mesela.

Sen hiçbir zaman beceremeyenlerdensin bu toplum dayatmalarına uymayı. 

Beceremediğin için de çok insanı kırdın, üzdün ve kızdırdın. Hep keyfini ve kalbini dinledin.
Kimseyi üzmek istemiyorsun aslında. Ama ters orantılı, kendi mutluluğunu düşündükçe başkalarının üzülmesini kabullenmek zorunda kalıyorsun.

Şimdi de emin değilsin, bu kalp çarpıntıların doğrudan o adam için mi, yoksa tekrardan canının istediğini yapan ve o yaramaz enerjisine kavuşan "sen"in şerefine mi? Ne fark eder ki, diyorsun. Önemli olan dudaklarına muzip gülümsemenin geri gelmiş olması... Kulaklıklarını takıyorsun: "You can have me all you want....any way....any day...."




Dip Not: 

Evet bu yazılar geri döndü. Hani "Ya senin eskiden bazı yazıların vardı. Böyle ilişkilere ve hayata dair. Neden yok onlardan artık?" diye sitem ettiğiniz "hayat ve aşk yazıları" başlığı altında toplanan yazılar...

Mr. Prozac hayatımdayken yazmaya başlamıştım o yazıları. Yaşadığım her anı, ilişkinin zirveden ve heyecandan; dibe ve sıradanlığa düşüşünü, ilişkiyi yaşarken yazarak sorguluyordum. Bu blogun pek çok müdavimi de o dönemlerde kapıldı buraya. O yazılar sayesinde çok fazla insanla tanıştım. Bazıları alakasız bir yerde boynuma atlayıp mutlu etti beni, bazıları masama yazıların şerefine içkiler yolladı, bir kişi hepsinden ayrı oldu.

Mr. Prozac ile oturup konuşup ayrılırken, bana kelime kelime ne demişti hatırlamıyorum; ama blog yazılarının benim bütün düşüncelerimi bu kadar net bilmenin ilişkiye zarar verici bir şey olduğu mesajını almıştım. O yüzden bir sonraki ilişkimde iki yıl boyunca - kendimi tutamadığım birkaç istisna dışında- hiç yazmadım.

Ama şimdi fark ettim ki, yazınca kendi kalbimin ve aklımın dibi ortaya çıkıyor. Ve ben o kıvrımlarda gezinen arsız, depresif, aykırı şeyleri seviyorum. Evet, hem de çok...

Dibin dibi not: Başlık, bu aralar dinlemeye doyamadığım Lana Del Rey'in Gramma şarkısının sözlerinden. 

12 Temmuz 2012

Keşke sevişmekten ve gülmekten başka bir şeye ihtiyaç duymasaydık*.


Haftaiçi bir gün...

İşten çıkmışım, sabahın köründe kalkıp İstanbul’un bir ucuna gitmişim, çok yorgunum plan yapmak, birileriyle buluşmak, laflamak için. Diğer yandan hava güzel, yeni cilt bakımı yaptırmışım, yüzüm ışıldıyor, yeni aldığım bir kıyafetimi giymişim, özetle aynada kendimi sevdiğim günlerden biri, adımlarım eve yaklaştıkça yavaşlıyor. Citys’e dalıyorum, Macrocenter’dan akşam yemelik bir şeyler ve bir bira kapıyorum, sonra D&R’a gidiyorum. Seyahatte olduğum zamanlar haricinde kadın dergileri alıp okuyanlardan değilim. Ama Vogue’un kapağındaki “Romantik İlişki Sözleşmesi” yazısı beni avlıyor. Meslek hastalığı,  “sözleşme” gördüm mü, alıp okuyasım, avantajlı dezavantajlı yanlarını ölçüp biçesim, bulmaca çözer gibi köylü kurnazlıklarını yakalayasım geliyor.

Peki ya ilişki sözleşmesi de neyin nesi?

Evlilik sözleşmelerini bile hazmedemedik daha. Bismillah!

Biliyorum şu anda “İlişkinin sözleşmesi mi olurmuş, insanın aklının başından gitmesi lazım, ölçüp biçerek olmaz bu işler, içinden nasıl geliyorsa öyle davranmak lazım.” gibi şeyler geçiyor aklınızdan sözleşmeli ilişki kavramını reddediyorsunuz.

Peki. Diyelim ki öyle...

Kaçınız gerçekten hesapsızca yaşıyorsunuz ilişkinizi? Beklentisiz, sırf içinizden geldiği gibi? Hiç rol yapmadan, hiç bir şeyleri elde etmek için içten içten planlar yapmadan?

Sex and the City’de bir replik vardı, kim kime söylüyordu hatırlamıyorum; ama “Onu hadi gel kasabaya taşınalım dese, New York’tan bile vazgeçecek kadar çok mu seviyorsun? Yoksa daha iyisi gelene kadar birlikte vakit geçirecek kadar mı seviyorsun?” diye soruyordu çılgın kadınlardan biri diğerine.

Hayatınızdaki adam size sahip olduğunuz her şeyden vazgeç gel benimle derse vazgeçer misiniz? Boktan bir hayat yaşıyor, kurtulmak için bahane arıyorsanız kolay zaten vazgeçmek. Çabalayarak elde ettiğiniz, gerçekten vazgeçmenizi zor kılacak bir şeylerin varlığı halinde vazgeçer misiniz asıl?

Onu gerçekten size nasıl davranırsa davransın sevebiliyor musunuz? Zor biraz. İlla ki “Şunu bana yaparsa hazmedemem” dediğiniz bir şeyler vardır. Hadi dürüst olun kendinize.

O zaman kartları açık oynamanın kime ne zararı olur ki? Zaten bu kadar koşturmalı hayatlar yaşıyorken, açık açık söylemeden karşınızdaki insana ondan ne beklediğinizi anlatmak için çırpınmak yerine, açık açık söyleseniz ben böyle bir ilişki istiyorum, senden beklentilerim budur deseniz, hatta bunları yazıya dökseniz ki unutulmasa. Hatta hayatınız, beklentileriniz değiştiğinde yine karşılıklı oturup sözleşmenizi revize etseniz? Böylece herkes karşısındakinin ne istediğinden emin ve mutlu olsa? Fena olmaz bence.


Ben hayatıma giren adamlarla hep absürt denilebilecek şekilde başladım ilişkilerime... Gecenin bir vakti Ağva’ya giderek, yağmurlu bir akşamda arabada şarap içip tiramisu yiyerek, bir yerde bir arkadaşımı beklerken sırf zaman öldürmek için laflayarak, alakasız bir ülkede güneşlenirken laf olsun diye bir iddiaya girerek.... Sonra da birlikte harika zamanlar geçirdikten sonra, ilişkiden beklentilerimiz farklı olduğu için, karşı tarafın aklındakinin ne olduğunu çözemediğimiz için yollarımızı ayırdık.


Başka bir örnek; çok yakın arkadaşlarımdan biri bu senenin sonunda evleniyor. Adamla tanışmaları tamamen tesadüfi. Adam İsviçre’den gelmiş Taksim’de bir otelde kalıyor, arkadaşım o otelin altındaki club’ta eğlenmeye gitmiş, kafası güzel sağın solun fotoğrafını çekerken sohbet etmeye başlıyorlar. O sohbetin üstünden bir yıl geçti, şimdi evlilik planları yapıyorlar. Ne kadar mantığa sığmayan bir başlangıçsa, şimdi oturup mantıklı kararlar almaya çalışıyorlar, nerede yaşayacaklarına, ne iş yapacaklarına ilişkin...

Yani ilişkiler ne kadar tesadüfi, ne kadar şuursuz, ne kadar mantıksız başlarsa başlasın, devam edebilmesi için mantık gerekiyor, birbirini mutlu tutabilmek gerekiyor.



Genç kızlığınızdan hatırlarsınız, aslında evdeki bütün kararları babanız verdiğini sanırken, o verilen kararlar aslında annenizin kararlarıdır. Anneniz alttan girer üstten çıkar, doğru zamanda adamın beynini yıkar, kendi kararını babanızın kararıymış gibi benimsetir.

Artık zamanımız yok bunlara. İşten arta kalan iki gıdım zamanımızı ve enerjimizi de hayatımızdaki erkeğe sözsüz olarak bir şeyler anlatmak için harcamak işimize gelmiyor. Aynı şey adam için de geçerli. Adamcağız dırdırımızdan korktuğundan dile bile getiremeyip mutsuz oluyor belki.
O yüzden ben sevdim bu romantik ilişki sözleşmesi fikrini.

Hatta işi bir adım ileriye götürelim, sözleşmeye aykırılığın tazminatları olması lazım. Oha, demeyin, parasal tazminatlardan bahsetmiyorum. Masaj yapmak da olur, en sevdiği yemeği hazırlamak da...

Düşünün bir, siz bugün sözleşme imzalayacak olsanız neler eklerdiniz? Ve karşınızdaki adam bunların kaçından haberdar?  Bir kalp çarpıntısı bir macera ilişkiye dönerken oturup bunları konuşmak gelecekteki hayal kırıklıklarının da önüne geçebilir. Siz evde pijamalarla oturup sevgilinizle film izlerken mutlu oluyorsunuzdur, o kalabalık gruplarla gece dışarı çıkarken (veya tam tersi)... Yazarsınız sözleşmenize en az bir gece evde oturup film izlenecek, en az bir gece sokaklar fethedilecek diye herkes mutlu olur. Uymayan tazminatını öder, yine diğeri mutlu olur. Win win situation! Happy Ending...

Eve gelene kadar sırf başlıktan yola çıkarak bunları kurdum kafamda. Sonra açtım yazıyı okudum.
Zeynep Güven’in yazısı Marc Zuckerberg’in imzaladığı sözleşme ile başlıyor. Sözleşme, çiftin her hafta evlerinin ve ofislerinin dışında, tamamen birbirlerine odaklanarak 100 dakika geçireceklerini düzenliyormuş. “Göbek bırakmak her iki taraf için de yasak olacak”, “Yılda bir kere terapiste gidilecek. Her iki taraf da yok bu sene çok iyiyiz gitmeye gerek yok dese de gidilecek” gibi öneri maddeleri veriliyor.

“Keşke romantik filmlerde olduğu gibi hiç konuşmadan anlaşabilseydik. Keşke daha ilk günden itibaren onun bir bakışından ne demek istediğini alayabilseydik. Keşke aşkın verdiği sarhoşluk 30 hafta değil 30 yıl sürseydi de playstationundan dağınıklığına her şeyini sevimli bulmaya devam edebilseydik. Keşke sevişmekten ve gülmekten başka bir şeye ihtiyaç duymasaydık. Ama öyle olmuyor. Bir çocuğun okuma yazmayı öğrenmesi gibi bizim de önce ilişkinin alfabesini oluşturmamız, sonra onunla okumayı yazmayı öğrenmemiz gerekiyor. Ve eğer ortak bir hikayemiz olacaksa ancak bundan sonra yazılıyor.” diye bitiyor.


Zeynep Güven kimdir bilmiyorum; ama yazısına da fikrine de bayıldım. Siz de hiç ilginiz olmasa bile bu ayki Vogue’u alıp, bu üç sayfalık makaleye bir göz atın derim.

Şahsen ben fikri çok sevdim, makaleyle bu yazının linkini saklayacağım, bundan sonraki ilk sevgilimin burnuna bunları dayayıp, ilişkime de sözleşmeyle başlayacağım. Mutlaka içindeki maddelerden biri de "Bir kadınla başbaşa tatile çıkamazsın" olacak. :)) 

Siz ne dersiniz? Saçmalık mı, denemeye değer mi?: 

Dip Not: Başlık, Zeynep Güven'in yazısından alıntıdır. 

08 Temmuz 2012

Yürekten sevdiğin bir insan varsa, bir kişi olsun yeter, hayatın kurtulmuş demektir. O seni sevmese bile. *


Cuma günleri her şey daha katlanılır olur.

Sabah uykunun en tatlı yerinde çalan alarm, şöyle bütün evi kokutan filtre kahveyi sakin sakin yudumlayıp gazeteyi bitiremeden evden çıkmak, ofise oturup mailleri açar açmaz yığılan ve kesinlikle hepsi “acele” olan işler, tam hepsini toparlamışken son dakika golü gibi acı gelen telefon... Bunlar Cuma günü diğer günlerden daha kolay halledilir.

Günün bir anında mutlaka insanın için “Friday I’m in love” şarkısının melodisi geçer. I Love Fridays baskılı t-shirtlar giymiş insanlar size dünyanın en tatlı şeylerinden biri gibi gelir.

Ve Cuma günleri İstanbul’un metrekare başına en çok güleryüzlü insan düşen bölgesi havaalanı olur. Kimsenin acelesi yoktur, kimse gergin değildir. Çünkü tatile gidiyorlardır! Herkes herkese gülümser, herkes herkese teşekkür eder. Bir nevi İstanbul ütopyası orada hayat bulur.


Geçen hafta Cuma günü, ofisten çıkmış köprü trafiği hesapları yaparak koşa koşa Havataş’a yetişmiş, mışıl mışıl uyuyarak Sabiha Gökçen’e ayak basmıştım. Bir anda ruh halim değilmişti, benimle aynı saatlerde havalanında olan, fakat farklı uçaklarla seyahat ettiğimiz babamla buluşup ayak üstü laflamış, Wings’e şöyle bir göz atmış oturacak yer bile olmadığını fark edip vazgeçmiş (Wings Lounge artık ayrıcalıktan ziyade sıradanlığa dönüştü. Bir sonraki adıma geçmeleri lazım artık, Wings Plus Lounge filan...), havalanının içinde adını bile bilmediğim bir başka yere oturdum.

Elimde Haruki Murakami’nin Türkçe’ye tercümesi uzun zamandır beklenen  ansiklopedik boyutta romanı 1Q84 ile...

Bahsettiğim yere oturdum, buz gibi bir bira istedim, garson sordu “O kitap nedir?” diye. Açıkladım. “Yani iş veya okulla ilgili değil, keyiften mi okuyorsunuz?” diye teyit etmek istedi. Gülerek onayladım. Biramın yanına “Benden bu. Romanla iyi gider” diye patlamış mısırlar çerezler getirdi.

Biraz sonra hemen yanıma ingilizce türkçe karışık konuşmayı abartmış, taze üniversite mezunu iki kız müsade isteyerek oturdu. Beş dakika geçmeden, “Aaa o 1Q84 mü? Ben de çok okumak istiyorum o kitabı.” dedi. Onlarla biraz lafladım.


Bütün seyahatim böyle geçti.  Şöyle yeni insanlarla tanışıp kaynaşayım, havaalanı beklemesi daha keyifli hale gelsin isterseniz bu kitabı şiddetle tavsiye ederim. Kimseyle kaynaşamazsanız bile roman baya enteresan. İyi vakit geçirmek her türlü garanti yani. 


Her yıl bu blogta bir Altınorfoz yazısı yazmak adetten oldu. Sezon deniz açılışımı sektirmeden orada yapıyorum. İlk başlarda oradaki otele gidiyorduk, sonradan Cemal’in yerini keşfettik. Buraya bayılıyorum, çünkü etrafta makyajlı ve takılı deniz dışında her yere gitmeye müsait kadınlardan olmuyor, yemekler inanılmaz lezzetli, denizi harika ve pek kimse bilmediği için saklı cennetim gibi.


Sabah gidiyorsunuz, bütün aile oturmuş patetes soyuyor, salata malzemesi yıkıyor. Önce taraçada oturup, Türk kahvenizi içiyorsunuz, sonra kendinize bir şezlong beğenip yüzüp güneşleniyorsunuz. Öğle vakti gelince balıkçıya çıkıyorsunuz. Taze balıklara, roka salatası, ekşili patates kızarması eşlik ediyor. Biraz gölgede deniz esintisiyle kestirdikten sonra, yine yüzüyorsunuz, yine güneşleniyorsunuz. Sudan çıkasınız gelmiyor. Cennet!




Altınorfoz keyfinden sonra yoldaki kaplumbağaları kurtarıp kenara kaldıra kaldıra Adana’ya ayak bastık.


Adana’ya duruşma için veya bir sebeple yolu düşen arkadaşlarım bana hep soruyor. Ne yapılır Adana’da diye. Ben Adana’ya gittiğimde üç şey yapmadan asla dönmüyorum.



1) Kebap Yemek.

Adana’da herkesin ayrı bir favori kebapçısı vardır. Ben favorilerimin dışında yeni açılan ve çok methedilenlere de bir yolumu düşürüyorum. Bu sefer çok fazla vaktim olmadığından şehir merkezindeki Gazipaşa Kebap’a gittik. Lokasyonu ve dekorasyonu güzel bu kebapçıya ilk gittiğimde çok lezzetli bir kebap yemiştim. Ancak bu sefer  nar ekşisiz ezme ve köfteye benzeyen kebap beni biraz hayal kırıklığına uğrattı. 

Beni tavlama sebebi ise tuvaletteki tek kullanımlık diş fırçaları....Harika düşünülmüş.


2) Doğan Abi’ye Gitmek.

 Liseden mezun olduğum gün Doğan Abi’ye gidip kahkül kestirmiş ve saçıma ilk gölgeleri attırmıştım. O günden bu güne de saçımı ondan başkasına boyatmadım. Bana nefis bakır tonu tutturduğu günler de oldu, tatlı kahveler de. Son birkaç yıldır ise sarı röflelerim onun eseri.

Bütün kuaförlerin kendilerinin yapmadığı saçı kötülemek gibi bir adeti vardır malum. Ama Doğan Abi'nin elinden çıkan röflelerimi İstanbul’daki kuaförler bile takdir ediyor.  Adana’ya yolu düşen her arkadaşımı da oraya selamımla birlikte yolluyorum. İstanbul’da evlenenlerin gelin saçı için onu İstanbul’a getirmeleri de rastlanan bir durum. Doğan Abi'nin bağımlısı çok yani. Aklınızda olsun Adana’ya yolunuz düşerse, Ziyapaşa’da Rolex’in hemen bitişiği, Özsüt’ün karşısında  Abdullah Yağmur diye bir kuaför var. Gidin, Doğan Abi’yi bulun.



3) Havuza girmek. 

İstanbul’da sitelerin havuzları iğne atsan yere düşmez ya; Adana’da da havuz o kadar sıradan o kadar basit bir şey ki, kimse meraklısı değil. O sakin, huzurlu havuzun keyfi de bir başka oluyor.


Adana’ya her yolum düştüğünde fırsatım olmuyor; ama leziz cezerye bulabilirsiniz. Bir de Küçüksaat’te bir yer var cezeryenin başka bir versiyonunu yapıyor: Madonna. İnsanın aklını başından alır, vücuduna 5-10 kilo olarak iade eder. O kadar iyi.

Bir de küçük bir sır XS veya S bedenseniz, Optimum’daki Fabrika mağazasına gidin. Sanıyorum Adana’da formal giyim çok trend değil. Network ve Fabrika’nın blazerlarını, gömleklerini, eteklerini oldukça uygun fiyatlara alabilirsiniz.  

Cumalar ne kadar tatlıysa, pazarlar ve geri dönüşler o kadar tatsız biliyorum. Ama yine de siz hiç karartmayın içinizi, açın bir bölüm Suits izleyin.


Hani her avukatın içinde bir yerlerde akıl oyunlarına girmek, satranç oynar gibi hamlelerle karşı tarafı şah mat etmek arzusu vardır ve aslında pratikte böyle şeyler pek olmaz ya; o yüzden bu dizi bir yerde bütün avukatların içindeki gizli arzuları tetikliyor. 


Avukat olduğum için mi diziyi bu kadar çok sevdim, yoksa dizi gerçekten harika mı bilmiyorum.





İzledikçe Gabriel Macht'ın canlandırdığı gerçekte olmayan bir karaktere aşık oluyorum ve çalışma şevki geliyor.  Haftaiçi her gün birer, Pazar günleri ikişer doz iyi gelir, çalışma aşkı yaratır. 

Pazarın kalan saatlerinin tadını çıkarın, tatile gidemediyseniz kendinize bir masaj ısmarlayın ve bütün pazar eklerini güzel bir kahve eşliğinde okuyun mesela.

Öperim :*

Not1:  Bu kadar bahsetmişken içerikle çok alakası olmasa bile yazının başlığı 1Q84'ten olsun istedim. s.260'dan alıntıdır. 

Not2: Yazıdaki ilk fotoğrafın sahibi Instagram'daki "morz"dur. Güzel fotoğrafları var, tavsiye edilir.

01 Temmuz 2012

Yazı İstanbul'da geçirenlere ithaf edilmiş yazı

Yaz...

Tatilde olanlar için: Güneş, uçuş uçuş elbiseler, burnu açık ayakkabılar, bronz bacaklar, renkli kıyafetler, after sun kokusu, bikiniler, toplanan valizler, parmak arası terlikler, kum, dağınık saçlar, vantilatör, buz gibi bira, sahilde esen rüzgar, uçak biletleri, plaj çantaları, chick-lit kitaplar...

Şehirde kalanlar içinse yaz demek çoğu zaman sıcak ve rehavet demek. Neyse ki tatil hayalleri, konserler, yakın plajlar ve havuzlar var. Onlar da olmasa ne yapardık bilmiyorum.

Ben bir İstanbul Üniversitesi mezunu olarak (akademik takvimi sonunda değiştirdiler mi acaba?) okulun yaz tatili temmuz sonunda başladığı için, İstanbul'da yaz geçirmeye oldukça alışkınım. Diğer okullar haziranın ilk haftalarında kapanıp, bütün arkadaşlarımız tatile çıktığında, biz elimizde ders notları ile çimlere yayılmış ders çalışıyor, daha doğrusu ders çalışmaya çalışıyor olurduk. Temmuzda finaller biter, bütünlemeler başlardı. Bazı seneler üzerime bir aydınlanma gelirdi, "20 yaşındayım, mevsimlerden yaz, başlarım bu işe" der, pılımı pırtımı toplar sınav ders umursamaz basar giderdim tatile.

Yaş oldu 25, fakülte bitti, hala aynı hisse kapılıyorum zaman zaman. Aşağıdaki yaratık gibi "I don't give a fuck!" dansı yapmaya başlayıp,  yok daha bir yılım dolmadı, yok iznim şu kadar gün umursamadan, bir bikini, bir kaç elbise, güzel kokulu kremler ve güzel kitaplarla alıp başımı gidesim geliyor.


Gidesim geliyor da ne oluyor? Beni gitmekten ne alıkoyuyor? Para kazanmanın tatlılığı mı, sorumsuz olarak anılmanın çekincesi mi,  içten içe yaptığım işe tapıyor olmam mı yoksa çekip gittikten sonra gittiğim yerden de sıkılacağımı bilecek kadar kendimi tanıyor olmam mı bilmiyorum. Belki hepsi biraz biraz, en çok da sonuncusu. 

O yüzden İstanbul hazır boşalmışken sefasını sürüyorum.Sadece haftasonu kaçamakları ile yetiniyorum.
Siz de kalış sebebiniz ne olursa olsun, İstanbul'da kalanlardansanız birkaç sefa tavsiyesi için buradan buyurun:

1) Şehirdeki havuzlarda günü birlik tatil yapın!

Yaz boyunca hiçbir yere kımıldayamasam dahi, sudan güneşten kendimi mahrum etmemeye söz verdim. O yüzden son yüksek lisans sınavıma girdiğim cumartesi, sınavın üzerine gidip bir de ofiste rapor yazdıktan sonra, pazar pılımı pırtımı toplayıp soluğu bana en yakın olan havuzda aldım. Conrad Otel'in havuzu...



Otele giriyorsunuz, sol taraftaki asansörlerden birine binip LL katına iniyorsunuz. Üyeliğiniz olmadığı ve otelde konaklamadığınız için günlük giriş parası ödemeniz gerekiyor. Haftasonu kişi başı ücreti: 120 TL.

Siz uzanacağınız şezlongu seçtikten sonra hemen gelip şezlonga lastikli tertemiz bir havlu takıyorlar, size de havuzda kullanmanız için bir havlu veriyorlar. Giderken havlu filan taşımanıza gerek yok yani. Havuz büyük denemez, ama yüzmeye müsait. Benim en çok sevdiğim tarafı ise tenha ve sessiz oluşu oldu. Benim şansıma mı öyleydi, her hafta mı öyle bilmiyorum. Tenis oynamadan önce havuz başında takılanlar ile tek tük otel misafiri dışında kimse yoktu.

Çıkışta da soyunma odasındaki dolabımın içinde beni tertemiz bir havlu ve bir çift havlu terlik bekliyordu. Duşta havuzdan çıktıktan sonra ihtiyaç duyabileceğiniz şampuan, vücut jeli, nemlendirici, saç şekillendirici gibi her şey mevcuttu. Havuzdan sonra dilerseniz sauna keyfi yapabilir, dilerseniz süslenip püslenip gününüze devam edebilirsiniz.

+ Çok kalabalık olmamasını sevdim.
+ Şezlonga tertemiz havlu sermelerini, ayrıca havlu bırakmalarını sevdim.

- Havuz biraz küçük.
- Havuz başına cam bardak ile servis yapmıyorlar. Çok tehlikeliymiş!! Yeterince soğuk olmayan bir birayı plastik bardaktan içmek açıkçası keyif azaltıcı oluyor.


Tek günlük havuz maceramın sonunda bir ıstakoz oldum. İki gün popomun üzerine oturamadım, hala soyuluyorum. :)

Ben tenha havuz istemiyorum, kalabalıkta bereket vardır diyorsanız kampanya sitelerinde her gün bir havuz indirimi mevcut onlardan yana yapabilirsiniz tercihinizi.

2) Konserlere gidin buz gibi biraları çakın!


Organizasyonlar yetersiz kalsa da, ses sistemleri yeterince iyi olmasa da, gereğinden fazla bilet kesildiği için konser dinlemek eziyete dönüşebilse de, biletler olması gerekenden pahalı olsa da, İstanbul konser çeşitliliği bakımından her yıl bir önceki yıla göre daha da zenginleşiyor. Eskiden tek festivalimiz Rock'n Coke iken, artık gıcır gıcır festivallerimiz onun yokluğunu hissettirmiyor. Girin kurcalayın Biletix'i illa ki bayılacağınız üç beş konser bulacaksınızdır. Takipte kalın, katılımcı olun!

Ben bu sene iki festivale katılımcı oldum. Parkorman'da Babylon Soundgarden ve Küçükçiftlikpark'ta Pozitif Günler...


Parkorman'daki Soundgarden'ın tam anlamıyla tadını çıkarmak için gündüzden gitmek gerekiyordu aslında, ama okul filan derken ancak Oi Va Voi başlamadan biraz önce konser alanına gidebildik biz. Açlıktan ölüyordum ve yemek alınabilecek sadece iki stand vardı: Hot Dog ve Mano Burger! Hot Dog tükendiği için yüze yakın insan Mano Burger'in önüne yığılmıştı. Üstelik sıra bile yoktu, herkes herkesi iterek sağdan soldan sıvışarak tezgaha ulaşmaya çalışıyordu. O kalabalığın arasında tost olmuş, açlıktan bayılmak üzereyken, "Para verip de rezillik çekmek bu olsa gerek. Evimi özledim." diye isyan ediyordum. Hamburgerimi almayı başardığımda ayakkabılarımın üzerinden yüz ayak geçmişti ve Oi Va Voi konseri sona ermişti.

Gelgelelim Parov Stelar o kadar başarılıydı ki; sahneye çıktıkları anda biraz önce çektiğim bütün eziyetleri unuttum. Parov Stelar'ın müziği ile bundan birkaç yıl önce tanışmış ve bayılmıştım. Türkiye'de katıldığım bütün performanları vokalsiz sadece DJ set olduğu için hep bir şeyler eksik kalmıştı. Bu sefer tam takım sahnedelerdi, vokal şeffaf eteği ve inanılmaz sempatik tavırları ile, bütün ekip güzel müziği ile gerçekten çok keyifli birkaç saat yaşattılar bize.

Burada bir Parov Stelar dinleme molası verelim :)))


Pozitif günler kapsamındaki konserlere katılımım ise tamamen spontane olarak gelişti.
Pazartesi günü, bütün sınavlarım bitmişken, bütün derslerimden geçmişken, dönem sonu ödevimi de teslim etmişken iş çıkışında canım eve gitmek istemedi. Uzun zamandan sonra ilk defa çalışmam gereken bir sınav veya yetiştirmem gereken ödev yoktu. Ne işim vardı evde?!


Taksim BiBuçuk'ta olabilecek en lezzetli kanatları mideye indirirken (hala denemediyseniz gerçekten bir şeyler kaçırıyorsunuz), sevgili Peace tatil enerjisi ve bronz teni ile yanımıza gelip, Nouvelle Vague konserine gitme konusunda bizi kandırdı. Ve hooop kendimizi Küçükçiftlik Park'ta bulduk. 



Biz gittiğimizde Walk off the Earth sahneye çıkmıştı. Hippi gibi giyinmiş, hoplayıp zıplıyorlar ve çok eğlenceli bir müzik yapıyorlardı. Bayıldım!






Ardından da Nouvelle Vague konseri başladı. Nouvelle Vague parçalarını çok severim; ama ayakta bir konser için çok da doğru bir tercih değilmiş. Fazla yavaş gelmeye başladı birkaç parça sonra, konserden kopup sohbete daldık kendi aramızda. Gelgelelim aşırı seksi danslar ve sürekli değişen harika elbiselerle bizim dikkatimizi tekrar tekrar sahneye çekmeyi başardılar. Göğüsleri avuçlamış gibi duran iki el şeklindeki büstiyer benim aklımı başımdan aldı. İstiyorum istiyorum aynısından istiyorum!




Nouvelle Vouge'tan da en sevdiğim parça budur:

Sonra salı günü, Beyrut seyahat arkadaşım Martha'dan bir mesaj aldım. "Bu akşamki planlarına bağlı olarak sana bir süprizim var." diye. Veee iş çıkışı elimizde VIP Zaz davetiyeriyle Küçükçiftlik Park'taydık.

Beyrut eşlikçimle İstanbul'da Fransız gecesi fikri bile çok eğlenceliydi. Davetli olmak, sahnenin dibinde olmak oldukça keyifliydi. Vee Zaz inanılmazdı! Üzerinde bir elbise, elbisenin altında bir eşofman, ayağında spor ayakkabılar, kuaförsüz saçlarla çıktı sahneye. Ve o kadar rahat, kendini hiç zorlamadan o kadar berrak bir sesle söyledi ki bütün şarkıları... Harikaydı!



Küçükçiftlik Park benim bu sezon favori konser mekanım olacağa benzer. Sahne çok ince uzun olmadığı için, gerilerden bile sahneyi görmek mümkün oluyor ve konserden çıkışta 15 dakikada yürüyerek eve dönebiliyorum. Ayrıca haftaiçi konserlerine karşı önyargım da ortadan kalktı. Hatta tam tersine haftaiçi konserlerinin daha keyifli olduğuna karar verdim. Sürekli bir haftasonu ruh hali yaşadım, üstelik de konserler saat 24:00 dedin mi bittiği için uykusuz da kalmadım.

Hazır İstanbul'daysanız bol bol konsere gidin, yeni insanlarla tanışın, tanıyıp da uzun zamandır görmediklerinizle karşılaşın, buz gibi biralar için, hoplayın zıplayın, keyfini çıkarın.



 3) Kadıköy'ü keşfedin, indirimleri talan edin, alışveriş yapın!


Malum indirim sezonu başladı. Güneşlenip size nispet yapanların inadına, indirimdeki bütün güzel parçaların bedenlerini bitirebilirsiniz. Tabii beyazların ve parlak renklerin bronz tende daha güzel durduğu gerçeğini kabullenerek...


Artık bir AVM cenneti olduğumuz için tercihinizi klimalı olan bu yerlerden yana yapabilirsiniz.
Benim son favori alışveriş istikametim Kadıköy. Karşılıklı olan Mango Outlet ile Deriden Outlet'ten henüz hiç elim boş çıkmadım. Üstelik de sokak aralarında çok güzel butiklere denk gelebiliyorsunuz. Her semtte gördüğünüz markalar dışında orijinal ve güzel parçalar arıyorsanız, Kadıköy'ün sokak araları taramak için doğru adres.

Şiddetle tavsiye ettiğim iki yer var: 1) Moda Caddesi 81A'da bulunan Arden. Karışık markalar satıyor. Bildiğimiz ünlü markalardan hiç duymadığımız İsrail markalarına kadar kumaş kalitesi çok yüksek parçalar var. Fiyatlar çok uygun değil, ama farklı ve kaliteli parçalar peşindeyseniz yolunuzu düşürün derim ben.
İki yıl önce de şurada bahsetmiştim Arden'den.O günden bu güne fırsat buldukça uğrar, herkesin "Neden aldın bunu?" diye sorduğu şeyler edinirim.

2) Takıcı MayaMira. Her telden çok zevkli takılar satan bir dükkan burası. Sürekli yeni ürünler geliyor, fiyatlar oldukça uygun. MayaMira'dan da daha önce şurada bahsetmiştim.


Alışverişiniz bittikten sonra da Starbucks'ta kahve yudumlamak yerine, bir değişiklik yapın Kadıköy Çarşısı içindeki Kadı Nimet Balıçısı'na oturun, buz gibi bir bira, taze salata ve leziz balıklarla alışveriş yorgunluğunuzu atlatın. Pişman olmazsınız.


Bu satırları İstanbul'a dönüş uçağımı beklerken tamamlıyorum. Daha bronz ve daha sarışın bir dönüş zamanı! Kebap Cumhuriyeti'nden havadislerim de çok yakında burada olacak tabii...

Keyifle kalın  =)

Pinterest'im

Instagram'ım