28 Ağustos 2012

Tanrıça Athena'nın şehri: Ayakkabı ve frappe cenneti!

Sabah alarm sesi ile gözümü açtığımda, İstanbul'daki yatağımda uyanacağımı, kahve hazırlamak için su ısıtıcısının tuşuna bastıktan sonra, arka odadaki gardroplarımın kapağını açıp, o anda en içime sinen kıyafetleri geçirip, saatin erken veya geç olmasına bağlı taksiye atlayıp veya vitrinlere bakarak Osmanbey metrosuna yürüyerek ofisin yolunu tutacağımı sanıyordum. O yüzden alarmı ertelemek için biraz doğruldum yattığım yerden.

Denizi gördüm önce. Masmavi...

Biraz yukarıda yeni yeni doğan güneşi.
Ne uzun zaman olmuştu, güneşin doğuşunu izlemeyeli. Eskiden hep izlerdim, çünkü son dakikacı bir insan olarak sınav dönemlerimde sabahlara kadar ders çalışırdım. Sonra bir kahve yapardım, Cihangir'de yüksek giriş evimin camından bomboş sokaklara ve güneşe bakardım, uyumadan önce. Şans dilerdim kendi kendime. Sınav dönemim değilse zaten, ancak o saatlerde gelirdim eve, o geceyi düşünerek güneşin doğuşunu izlerken sızıp kalırdım.

Bir gemide olduğumu ve Atina limanı Pire'ye yaklaştığımızı ve hatırladım. Tatlı bir his yayıldı bütün vücuduma: Tatildeydim!



Biraz güneşi, biraz denizi, biraz yaklaştığımız karayı izledim. Zaman kaybetmemem lazımdı, Atina beni bekliyordu! Flip-floplarımı, t-shirtumu, mini eteğimi geçirip, kahvaltıyı ettikten sonra gemiyi terk ettim.

Yıllar önce bir AEGEE Summer University vesilesiyle Atina'da birkaç gün geçirmiş, yeni tanıştığım harika insanlarla, tarihi yerlerin neredeyse tamamını köşe bucak gezmiştim. Son gün Atina'dan Nafplio'ya yola çıkmadan önceki son saatlerde Syntagma meydanından bir çift ayakkabı almıştım, daha sonra parçalanana kadar giyeceğimi, herkesin nereden aldığımı soracağını bilmeden...

[Meraklıları için o günleri anlatan yazılarım: "Bira sponsorluğunda yaz üniversitesi başlarken", "Atina'yı görmeyen ne kaybeder?", "Gelelim geceler ve yemeklere" , "Tarihi yerler bahane, fotoğraflar şahane". O dönemlerde pek acemi bir blogger olduğumu göz önünde tutunuz :) ]

O yüzden geminin Atina'ya uğrayacağını öğrendiğimde, tek hedefim Syntagma meydanının karşı arasındaki ayakkabıcılar sokağına gitmekti. Hali hazırda hepsinde onlarca fotoğrafım bulunan, tarihi anıtlara ve müzelere karşı hiçbir hevesim yoktu.



Annem, babam ve kardeşimle birlikte Pire iskelesinden, metronun Pyraeus durağına kadar yürüdük, oradan tek bir aktarma ile Syntagma'ya ulaştık.


Syntagma Meydanı...

Yıllar yıllar önce Selanik'ten Atina'ya geldiğimde de ilk buraya adım atmıştım. Elimde valizimle... Summer University'nin organizatorlerinden biri olan ve daha sonraki günlerde yaz aşkım olacak adam beni orada karşılamıştı. Meydanda hangi cafede oturup frappe içtiğimizi hatırlamaya çalıştım. "Ne komik. Daha 25 yaşındayım ve şimdiden bir sürü şehirde nostalji yapacak kadar şey yaşamışım." diye düşündüm.


Ayakkabıcıların hangi sokakta olduğunu hatırlamam gerekiyordu. Oldukça kolay oldu. Sytytagma'nın parlamento binasına doğru olan değil, diğer tarafındaki caddenin üzerindeki büfenin yanından geçen sokağa daldık.


Öncelikle güzel bir cafede oturup sabah kahvelerimizi içtik. Sonra kardeşim ile babam tarihi kısımlara doğru yol aldı, biz annemle kendimizi alışverişe adadık. Sağlı sollu ayakkabıcılar, sokağın aşağı kısmına yürüdükçe güzelleşti. İstanbul'a kıyasla oldukça uygun fiyatlara (30- 60 Euro), kimsenin ayağında görmediğimiz ve çok beğendiğimiz bir kaç çift ayakkabı aldık.


Tabii böyle bir cümlede anlatılıyor ama, onlarca mağaza, denenen en az yirmişer çift ayakkabı var ortada. En az iki saat!


Ayakkkabı poşetleri ellerimizi doldurup, bebek elbiseleri satan bir dükkanın şıklığı karşısında büyülendikten sonra, sokağın sonundaki dizi dizi cafelerin önünde bir bira molasında karar kıldık.



Sokakta oturup, yerlileri izleyerek, lokal Alfa biralarımızı mideye indirdik.


Annemle ikimiz de bir yeni şehre gittiğimizde aynı kafadayız. Dokunmak istiyoruz o şehre. Turist kalmak istemiyoruz. Onların gittiği cafelerde oturmak, onların içtiklerinden içmek, onları gözlemlemek istiyoruz. Yoksa fark edemiyoruz farklı bir şehirde olduğumuzu.

Yaşlı teyzelerin sade şıklıkları karşısında büyülendikten ve biralarımızı mideye indirdikten sonra, biraz daha yürüdük şehrin sokaklarında. Akşam üstü gemi tekrardan harekete geçecekti, o yüzden çok fazla vaktimiz yoktu.


Bir taksiye atlamaya karar verdik, ben camdan kafamı uzatıp pazarlık yapmak için bir fiyat söyledim, taksici benim söylediğimden daha düşük bir fiyat söyledi. Şaşkınlıkla oturduk arka koltuğa, taksici "Where are you from?" klasik sorusunu patlattı. Birimizden "İstanbul", birimizden "Turkey" cevabı çıktı aynı anda.

Taksici tatlı bir kahkahanın ardından "Hoşgelmişsiniz. Ben unutuyorum Türkçeyi, konuşacak kimse kalmadı." dedi. Annesinin babasının nerelerden olduğunu anlattı, krizden yakındı, fakir olduk biz, dedi. Dayanamadım, "Hiç kriz varmış gibi değil. Herkes şen şakrak, kahkahalar yüksek ve her yerde" dedim.
"Her şeyimizi alırlar bizim, onu bizden alamazlar." dedi.

Hayran oldum.
Bizim de her şeyimiz var, bir neşemiz yok. Güzel İstanbul'umun dört bir yanı asık suratlı insanlarla dolu.


Duty free alışverişinden sonra, kendimizi direk geminin güvertesine havuz başına attık. Atina'dan yavaş yavaş uzaklaşırken, Duty Free'den aldığım minnoş şişedeki beyaz şarabı yudumlarken, bronzlaşmaya başladım. 

26 Ağustos 2012

Cruise Günlüğü: Gemide neler oluyor.


Şu anda Atina'dan Mykanos'a doğru giden Aegean Paradise adlı cruise gemisindeki kamaramızın balkonundayım. Üzerimdeki tuzlu suyu akıtmak için duştan çıktım, ıslak saçlarımı fönle değil, rüzgarla kurutmak istedim. Elimde dün gece içtiğimiz Martini Brüt'ten geriye kalan son bardak köpüklü şarap / şampanya var, bu satırları yazıyorum.



Böyle yazmışım.

Henüz seyahatin ilk gününde. Daha Mykonos'u, Santoroni'yi, Midilli'yi görmeden...
Anlatılacak o kadar çok şey var ki!Bir sürü harika mekan keşfettim, gideceklere anlatmak için tavsiyeler hazırladım, hatta şimdiden kendime Mykonos uçak bileti bakmaya başladım!

Mahalle aralarında leziz frappeler içmeyi, inanılmaz yüksek sesle içten atılan kahkahaları duymayı, bastonuyla denize girecek kadar hayat dolu teyzeleri, tertemiz sokakları, cennetten bir parça plajları, istediğimi giyebilme özgürlüğünü, karakteristik mağazaları inanılmaz özleyeceğim. 

Hatta dürüst olmak gerekirse şimdiden özledim bile.

Her şey annemle birbirimize “Bayramda ne yapacaksın?” sorusunu sormamızla başladı. İkimiz de bayramı İstanbul'da geçirmek istemiyorduk, Türkiye'deki tatil seçeneklerini de çok kalabalık olacağı için elemiştik. Bence Türkiye sahillerinde en iyi tatil Ramazan'da yapılan (tabii Ramazan yaza denk geldiği sürece)... Turlara göz atarken, “Bayram yaza gelmişken güneşli denizli bir şey olsun.” dedik. Sonra cruise fikri geldi aklımıza, içimize sindi. Babamla kardeşim de bu plana sıcak bakınca, bayramda ailecek Yunan Adaları cruise'u yapmaya karar verdik.

Bayramın ilk gününü sakin sakin evimde geçirdikten sonra, pazartesi sabahı babamla Sabiha Gökçen'de buluşup, İzmir'e uçtuk. Havalanında annem ve kardeşimle buluştuk. Cruise, İzmir- Alsancak Limanı'ndan başlayacaktı. Valizlerimizi teslim ettikten sonra, geminin hareket saatine kadar İzmir'de takıldık, Pasaport sahilde buz gibi biralarımızı içtkten sonra, İzmir'in meşhur et lokantalarından Topçu'nun yolunu tuttuk, karnımızı doyurduk. Tavuklu çökertme lezizdi.



Duty Free'de aklımızı yiyip, altı-yedi şişe içki, paket paket sigara ve çikolata aldıktan sonra, (Evet, ne kadar seyahat edersem edeyim Duty Free'lerde hem kıtlıktan çıkmış gibi davranıyorum.) gemimiz Aegeean Paradise'a adımımızı attık.



Öncelikle şöyle bir turladık gemiyi. Doktordan, kuaföre, spor salonundan, duty free'ye, kumarhaneden, havuza kadar her şey var gemide. Gerçekten bir nevi yüzen bir otel. 

Kitleye gelince, parasını zorla denkleştirip balayına gelenler de var, bir rulete gözünü kırpmadan 25.000 Euro basanlar da... Aynı şekilde her yaştan çiftler de var, çoluk çocuk aileler de, genç gruplar da... Yani seyahat eden kitleyi belli bir yaş grubu veya mali durumla tasvir etmek pek mümkün değil.




Cruise turlarını herşey dahil otel gibi değil, ulaşım ve otel gibi düşünmek lazım. İçtiğiniz her şey, kahvaltı ve akşam yemeği arasında yedikleriniz, geminin bağlandığı limandan şehir merkezine ulaşımınız, katılmak isterseniz geminin düzenlediği günlük turlar filan hepsi ekstra ücrete tabii. 

Her biri kişi başı yaklaşık 60 Euro olan ve toplu hareket edilen turlara katılmak bana oldukça saçma gelse de, ki son gün gemide bu turlara katılan kişilerle sohbet ettiğimde hiç bir şey keşfetmediklerini teyit etmiş oldum, geri kalan her şeyin fiyatı çok makul. Bir bira, gazoz gibi giden düşük alkollü Smirnoff'lar 3 euro, kokteyller 8 euro civarında. İstanbul'da gezip tozan biriyseniz, gemi üzerindeki her şey size çok uygun gelecektir.

Benim en bayıldığım şey, gemiye check-in yaparken, pasaportunuzu teslim ediyorsunuz ve size kredi kartı gibi bir kart veriyorlar. Gümrüklerde, pasaport kontrollerde bu sizin pasaportunuz yerine geçiyor. Aynı zamanda bu kart, gemi içindeki tek geçerli ödeme aracı. Ne yiyip içiyorsanız, ne alıyorsanız bu kartla alıyorsunuz, tur biterken pasaportunuzu teslim alırken, hesabınızı kapatıyorsunuz.


Gün boyu Yunan Adaları'nda olduğumuz için gemide geçirdiğimiz saatler oldukça sınırlıydı, bütün gün adalarda güneşlenelim yiyelim içelim her şeyi görelim derken, enerjinin dibine vurduğumuz için gemide geçen zamanları genellikle dinlenme amaçlı harcadık. 

Sky Bar isimli bir disco bulunsa da, kimse discoya rağbet etmiyordu. 3. katta bulunan kumarhane en trend akşam mekanıydı. Kumar oynamayanlar bile, serbestçe sigara içilen bu alanda oturuyordu. Hemen yanındaki Show Lounge'ta da her akşam bir etkinlik yapılıyordu. Kati Garbi konseri, evli çiftlerle oynanan oyun, dans showlar... 


Bu kattayken insan teknede olduğunu unutuyor. Sonra bir sallıyor gemi. “Sarhoş muyum, deprem mi oluyor, noluyor?” diye irkiliyor.




Yine de en sosyalleşilen alan kesinlikle akşamüstü havuz başıydı. Havuz minicikti, ama zaten rüzgar püfür püfür estiği için serinleme ihtiyacı duyulmuyordu. Akşam üstleri latin, caz, lounge gibi canlı müzik ve dans showlar eşliğinde güneşleniliyor, daha sonra dj müziği eşiliğinde dans ediliyordu. 400 mayolu kişinin aynı anda makarena dansı yapmışlığı var :) 



Bir de geceleri kıç kısmında içki içip denizi ve yakından geçen gemileri izlemek ve sohbet etmek geminin en geleneksel etkinliğiydi. Uzun zamandır ilk defa üşüdük! Yani cruise'a çıkmaya kalkarsanız, benim gibi amaaan yaz diyip sadece etek elbise atmayın çantanıza.



Gemi bir Adam & Eve kesinlikle değil.
En büyük iki eleştirim yemeklerin vasatlığı ve free wi-fi olmayışı...

Cruise turlarının artılarına gelince;
Uğradığınız yerlerde geçirdiğiniz zaman kısıtlı olduğu için tamamen keşfetmenize imkan yok, ama fikir sahibi olmak için en iyi ve en zahmetsiz yol. Bir sürü yer görüyorsunuz, ama kaldığınız yer hep aynı olduğu için valiz toplama açma derdi yok. Uçakla böyle bir tur yapmaya kalksanız, en az 4 kere valiz toplayacak, başka otellere yerleşecek, sonra o valizleri defalarca taşıyacaksınız. Cruise'da ise bir kere valizinizi açıyorsunuz, sonra gezinin en sonunda topluyorsunuz. O kadar.

Gemide ilk gece uyumak o kadar zor oldu ki... Defalarca da uyandım.
Sonraki gecelerde ise, yorgunluktan mıdır, alışmaktan mıdır bilmiyorum, bebekler gibi uyudum. 



Sabahları da 06:30da çalan alarmı susturmak için gözümü açtığımda denizi görünce, üstelik de karaya yaklaşmayı izleme fikri ile hemen uyandım. Aradaki fiyat farkı nedir bilmiyorum; ama niyetlenirseniz mutlaka balkonlu kamaralardan yana tercihinizi yapın derim ben.



Cruise mutlaka denenmesi gereken bir şey. Çok keyif aldık. Ama ben favori adamı seçtim: Mykonos. Bir dahaki sefere doğrudan oraya gideceğim.

Daha sık, çok çok daha sık seyahat etmeye kesinlikle karar verdim. En az üç ayda bir...
Bütün ruh halim değişiyor. Ben seyahat ederek mutlu olanlardanım. 
Yarın pazartesi!
Yoğun bir hafta beni bekliyor.
Aklımda Yunanistan...

20 Ağustos 2012

Disari cikip dunyayi kesfet. Yuzune kirisikliklar dolmadan hayatin tadini cikar!



Herkesin günü 24 saat.

Kimisi için bu zaman dilimi birkaç kere "Off çok sıkıldım" diyecek kadar uzun, kimisi için hiçbir şeye yetmeyecek kadar kısa.

Beni azıcık tanıyanlar bile ikinci grup içinde olduğumu çok iyi bilir. Hayatı ikiye bölünmüşlerin -yani bir yandan ciddiyet ve disiplin gerektiren bir işte çalışıp, diğer yandan eğlenceden vazgeçmeyenlerin- çok iyi anlayacağı üzere, son birkaç aydır bir güne o kadar çok şey sığdırıyordum ki, hayata epeyce uyku borçlanmıştım. Bu haftasonu bütün borcumu ödedim.



Evden kuaföre, markete gitmek ve kardeşimin güneş gözlüğü siparişini almak dışında hiç çıkmadım. İnanılmaz çok uyudum, müzik dinleyip hayal kurarak  saatler geçirdim, film izledim, alıp da okumaya fırsat bulamadığım geçmiş aylara ait dergileri okudum, yapılacaklar listesi hazırladım, Mr. Prozac'im ile ağzım kulaklarımda telefonda konuştum, onun “Bu ayrı geçirdiğimiz son bayram olsun.” Dileği aklıma geldikçe gülümsemeye devam ettim, buz gibi Bomonti’ler içtim, gardrobumdaki giymediğim kıyafetleri ayıkladım, tatil valizimi hazırladım, film izledim, aynaya bakıp uyumaktan şişmiş gözlerimden korktum. Hiç saate bakmadım. Aklımdaki fırtınaları yatıştırdım, bedenimi şarj ettim. Hatta anneanne-style vucuduma zeytinyağı bile sürüp, hiçbir yere değmeden (yani hiçbir şey yapmadan) yarım saat kadar beklemeye bile vaktim vardı.




48 saatlik bu sarj beni yıl sonuna kadar götürür sanırım. Şimdi havaalanındayım. Önce İzmir, oradan da Yunan Adaları...

Adam&Eve, Milano, Beyrut, Çeşme, Altınorfoz kaçamaklarımı hep haftasonundan bir önceki veya sonraki günü dahil ederek long-weekend şeklinde yapıyordum. İki yıldır ilk defa bir haftalık tatile çıkacağım. Heyecanlıyım... Daha önce üniversitedeyken Yunanistan’da üç haftalık bir tatil yapmıştım. (bkz: Yunanistan) O yüzden heyecanımın sebebi Yunanistan ziyade, uzun tatil yapacak olmam.. Bir de ilk cruise deneyimim olması da cabası...

İstanbul’da kalanlar için birkaç tavsiye geliyor hemen:

1)      Karabatak:


Bu aralar İstanbul’daki en favori mekanlarımdan biri. Karaköy’ün curcunasının içine dalıyorsunuz ve sadece bir kaç adım sonra, bambaşka bir yerdesiniz. İstanbul’da olduğunuzu unutacağınız bir adres burası. Dekorasyonu retro severlerin aklını başından alıyor, kahveleri son zamanlarda içtiklerinizin en iyisi oluyor, sokaktaki kediler mekanı sahiplenmişlikleri ile sizi tavlıyor. Keyif çatmak istediğinizde veya uzaklaşmaya ihtiyaç duyduğunuzda tek başınıza bilgisayarınızı, gazetenizi, kitabınızı alıp gidin. Kesinlike bir kere daha bir kere daha gideceksiniz.

2)      George’s Hotel:

Galata’da kaldığım dönemde, içerideki kalabalığa bakıp, “Yeni açılıyor herhalde burası, henüz tabela filan koymamışlar.” diye düşünmüştüm. Aradan aylar geçti, Ayşemin doğum günü yemeği vesilesi ile tekrar yolum düştü. Hala tabelası yok, muhtemelen hiç olmayacak, sadece bilenler için. Galata ruhunu koruyarak butik bir otel yapmışlar, az sayıda odası var. Terasında ise birkaç masalık, inanılmaz manzaralı bir Fransız restoranı var. İstanbul’daki en geniş manzaralardan birine sahip, yemekler inanılmaz iyi. Biz oldukça kalabalık bir ekiptik, herkes yediğinden çok mutlu kalktı masadan. Benim tercihim mevsim sebzeli risotto ise, Milano’da yediklerimle boy ölçüşecek kadar iyiydi, şiddetle tavsiye ederim. İster özel bir gün için aklınızın bir kenarına yazın burayı, isterseniz keyif özel gün beklemez diyip tutun yolunu. Ama rezervasyonsuz gidip de tıpış tıpış geri dönmeyin. Beyaz çikolatalı çilek ve şampanya eşliğinde manzarayı izlerken kulaklarımı çınlatmayı da unutmayın tabii.


3)      Chilai:

Sushi için tuttuk yolunu, haftaiçi bir gün. Herkesin kendi masasına odaklandığı, sağı solu kesmediği güzel bir kalabalık vardı. Gizli bir keşif değil, populer ve bilinen bir adres. Bebek’te denizin dibinde, güzel müzikler eşliğinde sushi’leri mideye indirmek için yolu tutulası...

4)      Corvus:


Bozcaada’ya gittiğimde tanıştığım bu şarap markası, bir süredir Akaretler’de komşum. Kızkıza rahat rahat laflamak için, çok aç olmadığımız bir iş çıkışı tercihimizi Corvus’tan yana yaptık. Çok aç olduğunuz zaman değil, güzel ve ucuz şarap içip, lezzetli bir şeyler atıştırmak istiyorsanuz, istikamet Corvus olmalı. Peynir sepetine aldanmayın, iki dilim peynir geliyor. Yufkaya sarılmış bonfileler leziz!   

5)      Ev Yapımı Salata

Evden hiç çıkasım yok diyorsanız, lezzetli ve pratik nar ekşili buğday salatamla tanıştırayım sizi.

İhtiyacınız olanlar: Diş buğdayı, domates, dereotu, ceviz, peynir (ben en son favorim Sütaş Süzme Peynir kullandım, ister tulum peyniri, ister beyaz peynir koyun siz), zeytinyağı, tuz ve nar ekşisi.


Üstüne de Mr. Prozac kokteyli yaptınız mı kendinize, değmeyin keyfinize. Buz, nane, viski, jager ve esmer şeker mikserde karıştırılır, karışım buzlukta biraz bekletildikten sonra servis edilir. ‘Ohhh ne hafif bu’ demeden bilinçli tüketilmesi tavsiye edilir.


Keyifle kalın, beni özleyin =)


DipNot: Geoerge's Hotel kısmında bullandığım foto, Ufuk Sarısen'e aittir. Bizim doğum günü sahibi, seyahat etmekten fotoğrafları yükleyemediğinden bulduğum fotoğrafı kullandım. :) 

18 Ağustos 2012

I can fly but I want his wings. I can shine even in the darkness, but I crave the light that he brings

Günlerden cuma...

Oldukça ciddi bir toplantıdan çıkmışsın, binadan çıkar çıkmaz taksiye binmek var aklında. Binadan dışarı adımını atar atmaz hafif esen rüzgar saçına değiyor. Dün gece göğsüne yattığın adamın kokusu saçına sinmiş, attığın adımla birlikte onu kokluyorsun. Taksiden vazgeçiyorsun, yürüyorsun, yürüdükçe onu kokluyorsun, gülümsüyorsun, sonra kendi kendine şaşırıyorsun.  "Sahi nasıl oldu bu? Yeniden? Bu kadar aniden?"



  

Muzicons.com 


Yıllar yıllar önce... 
Aklımın bir karış havada, kalbimin pır pır olduğu günlerde, bir gece Eskişehir'de bir adamla tanıştım. İstanbul'a döndükten sonra da onunla ara sıra konuşup mesajlaşır olduk. Bir akşam yine teknolojik iletişim içindeyken, gece yarısına doğru karşımıza iki seçenek çıktı. Ya birlikte bir yerlere gidip bu sohbeti canlı canlı yapacaktık, ya da çalışan insanlar olmanın sorumluluk bilinciyle yarım saat daha laflayıp yataklarımıza yatıp uyuyacaktık.

Tabii ki ilkini seçtik.
Eskişehir'de tanışmış olsak da, her şeyin başlangıcı onun beni evden almaya gelmesi ve benim de bir elimde bir beyaz şarap şişesi, diğer elimde ev yapımı tiramisu ile onun arabasına binmemdir.  İşte Mr. Prozac hayatıma böyle girdi.

Evde plak dinlemek, tekne ile açılmak, sahilde kahvaltı etmek, misafir ağılamak gibi sakin etkinliklerle de çok mutlu olabildiğimi ben o ilişkide öğrendim.

O günlerde aynen şöyle yazmışım: "Bazen mutluluk bütün komplike tarafını yitiriyor, 'o varsa mutlu ve tam oluyorsun' şeklinde basitleşiyor. Daha doğrusu "muş". Ben de yeni keşfediyorum bunu." 

Bizimki, etrafımızdaki insanların ilişkilerine benzemiyordu pek. Gerçek gibi değildi. Birlikte olduğumuz sürece ne yaparsak yapalım sürekli mutluyduk, sürekli eğleniyorduk. 

Sadece şöyle bir sorun vardı. Ben o dönem yeni mezun olmuştum, bir reklam ajansında çalışıyordum, sorumluluğum çok az, boş zamanım inanılmaz fazlaydı. Mr. Prozac ise, bir şirket kurmuş ve bir iş oturtmaya çalışıyordu. Benim tam aksime sorumluluğu çok fazla, boş zamanı çok azdı. Ben sürekli gezip tozmak isterken yerimde duramazken, onun bana ayırabildiği zamanlar gittikçe azalıyordu. Flörtlerimiz ve spontane aktivitelerimiz yok oluşa doğru gidiyordu.

"Ben bana sabahları sempatik bir günaydın mesajı çekmeyen sevgili istemiyorum, ben beni görmeden 3-5 gün durabilen bir sevgili de istemiyorum, ben benim en ihtiyacım olan anlarda yanımda olmayan bir sevgili de istemiyorum. Ben ilgi istiyorum, flört istiyorum, eğlenmek istiyorum. O kadar!" diye isyan etmiştim.




Yıl 2010... Kavgasız, olaysız, bu koşullar altında birbirimizi mutlu edemeyiz, ama bir şekilde görüşmeye devam etmek isteriz diyerek yollarımızı ayırmıştık.

Sonra hayatlarımız enteresan noktalarda kesişti, ara sıra birbirimizden havadisleri aldık, 'görüşelim'ler klasiktir ya hep havada kaldı.

Yıl 2012... Mr. Prozac ile yıllar sonra Nişantaşı'nda buluştuk, Limonata'nın terasına oturduk, koca iki yılı anlattık birbirimize. 

İki yıla neler neler sığabilirmiş?! 

Kadehler tokuştu, sigaralar içildi, ben evli gibi olduğum ilişkiyi ve sonrasını anlatırken, o üç tane fırtınalı ilişkisinden bahsetti.Ardından geçmişten, bizden bahsettik, komik anılarımızı andık, birimizin unutup birimizin hatırladığı kısımları tazeledik, güldük. İşlerimizden bahsettik, aradan geçen zamanda o işlerini düzene koymuş, bir de ölümden dönmüş olduğundan, eskisi kadar çok çalışmayan bir adama dönüşmüş; ben ise çok daha disiplinli ve sorumluluk sahibi olmuştum. Bir orta noktada buluşmuştuk.

Ben onun karşısındakini içine alan konuşma şeklini, özgüvenini özlediğimi fark ederken, o da benim başka erkeklerden bahsetmemi kıskandığını fark etti.

İkimizin de hayatına başkaları girmişti, hiç rol yapmamıştık, onları sevmiştik, kimisini daha az, kimisini daha çok... Kimisiyle uzun aylar paylaşmıştık, kimisiyle daha kısa süreler... Ama bu ikimizin de kabul ettiği bir şey vardı ki, birbirimizi hep gülümseyerek anmıştık.

Aklımıza gelen, "Bizim tek problemiz birimizin çok yoğun diğerimizin çok boş vakitli olmasıdı ve artık öyle bir problem yok ortada. Şimdi denesek nasıl olur ki?" sorusunu "Her şeyi bok etmek ve bu muhabbeti kaybetmek de var işin ucunda" diyerek ustalıkla savuşturduk.

Sadece bir süreliğine...

Biliyorum ilişkilerin bir matematiği olmaz. Eskiden tek problemimiz olan konuda orta noktada buluşmuş olmamız, bundan sonra başka sorunların çıkmayacağı, kalan her konuda birbirimizi inanılmaz mutlu edeceğimiz anlamına gelmez.

Yine de...

"Buraya bu niyetle gelmedim; ama karşında otururken emin oldum ben seni gerçekten çok istiyorum. Kararı sen ver." diyen adam, seni hiçbir adamın tanımadığı kadar iyi tanıyorsa... Baskıdan kısıtlanmadan, yersiz aşırı kıskançlıklardan hoşlanmadığını fakat yeri gelince de "Gel buraya. Ne yaptığını sanıyorun? Sen benimsin" demesi, sana sahip çıkması gerektiğini biliyorsa... Harika kokuyor ve harika gülümsüyorsa.... Sana sarıldığı anda kalbin çarpıyorsa...

Şimdiye kadar "Bir kere denendiyse ve olmadıysa, bir kere daha denenmez." veya daha kıro ve sokaksal deyişle "Ex'ten next olmaz" görüşünün en ateşli savunucularından olsam da...

Matrix-vari bir anlatışla önümde duran hapı aldım ve ağzıma attım. Mr. Prozac geri döndü!!

Ertesi gün, gizli bir ilişki yaşadığımız dönemde Mr. Prozac'in kim olduğunu bilen az sayıda insandan biri olan çok yakın bir arkadaşımın evine gittik birlikte misafirliğe. Arkadaşım hem şok hem de mutlu oldu.


Orada bana sarılmış, benim fakülteden arkadaşlarımla tatlı tatlı sohbet ederken... Bir sonraki gün, havuz başında şaraplarımızı içip saatlerce sohbet ederken...Oldukça seksi bir halde, evinde bana leziz bir kokteyl hazırlarken... Sabah yangın tatbikatı başlamadan ve asansörler durmadan evden çıkabilme aksiyonu yaşarken...Telefonum çaldığında onun adını gördüğümde kendimi şapşal şapşal gülümser bulunca...Gece Çeşme'ye oldukça uzun bir yola arabayla gidecek olmasına ve valizini hazırlamak gibi bir sürü işi olmasına ve farklı kıtalarda yaşamamıza rağmen yola çıkmadan önce beni görmeden ve öpmeden gitmemek için kalkıp bana geldiğinde... İkimiz de aynı anda "Ne saçma iki yıldır görüşmüyoruz; ama şimdi topu topu bir hafta başka yerlerde tatilde olacağız ve birbirimizi çok özleyeceğiz"dediğimizde...Uzun zamandır hissettiklerimden bambaşka şeyler hissettiğimi fark ettiğimde...

Onun benim için  hala Mr. Prozac olduğunu ve ne kadar doğru bir karar verdiğimi düşündüm.

Gerçekten antidepresan etkisi yapıyor bu adam bünyemde, inkar edilemez bir şey bu.

"Eski sevgiliyle yeniden denemek saçmalık" ve "İkiniz de yakın zamanlarda başka ilişkilerden çıktınız zamana ihtiyacınız var"lar sizin olsun. Mr. Prozac ve 9 günlük tatil hayatıma o kadar hoş geldi ki anlatamam.

Hepinize iyi bayramlar! :))

Dip Not: Başlık da, yukarıdaki şarkı da: Gabriel - Lamb
Dip Not2: Birinci fotoğraf Pinterest'ten, ikincisi Yvette Inufio'ya ait...

08 Ağustos 2012

Move on. Its just a chapter in the past. But don't close the book... Just turn the page

Ben hayatı, işi, ilişkileri çok ciddiye almanın, oyunculuğu ve zevki kaybetmenin yanlış olduğuna inananlardanım.

Keyif almadıktan sonra ne anlamı var bir sevgiliye sahip olmanın, çalışmanın, yaşamanın?

Diğer yandan insan bir başladı mı kendini kaptırıveriyor. Hayatındaki her şey daha da mükemmel olsun istiyor. Daha.Daha.Daha.Daha.Daha çok!

Sonuç mu? Mutsuzluk ve gerginlik.

Bundan bir buçuk yıl kadar önce ajandama şöyle bir not düşmüşüm, "24 yaşındayım. Harika bir sevgilim, çok seksi bir yoga hocam var. Uluslararası bir hukuk bürosunda stajyer avukatım. Şu anda her şeye sahip olduğumu düşünüyorum."

Sonra... Bir de ev aldım.
Sonra... Stajımı bitirdim, avukat oldum.
Sonra... Yüksek lisansa başladım.
Sonra... Aldığım derslerin hepsini verdim.
Sonra... Bir sürü harika seyahate çıktım.
Sonra...
Herşey o kadar mükemmel olsun istemeye başladım ki, en ufak bir aksilikte sinirlenen, üzülen bir kadın oldum.



Siz hiç sevgilinizin gömleklerini ütülemeyi beceremediğiniz için ağladınız mı mesela?
Veya onbeş gün manikür yaptırmaya fırsatınız olmadığı için, dışarıda güzel bir yemek yerken asabınız bozuldu mu?

Şimdi durup bakınca daha saçma bir şey olamazmış gibi geliyor.
Ama o günlerde bunların hepsi mükemmeliği, haliyle sinirlerimi bozan şeylerdi. 

Farkında olmadan hep kınadığım, sevgili-iş-çekirdek arkadaş grubu arasında yaşayan, hayata karşı heyecanını kaybeden bir kadına dönüşmüştüm. Bunu bana kimse yapmamıştı. Ben kendi kendime yapmıştım.

Sevgilim üzülür mü, bunu yapmama takar mı, bu insanla görüşmeme bozulur mu, şimdi bunu yapmak istiyorum ama ders çalışmam lazım derken, hep aynı insanları gören, aynı yerlere giden ve gününün en az 12 saatini hukuka adamış bir kadın olmuştum.


Sabah erkenden uyan,ofise git çalış çalış, koşa koşa okuldaki derslere yetiş, okuldan eve gel, bütün zamanını sevgilinle geçirmek iste, başka arkadaşınla tatile çıkarken konsere giderken ona utana sıkıla söyle keyifsiz olduğundan keyfini yerine getirmek için çabala, arkadaşlarının planlara uyum sağla, "canım istedi yaptım" dediğin hiçbir şey olmasın hayatında.

Planlı, düzenli, çizgili, sınırlı bir hayat.

[Bunun için kimseyi suçluyor değilim. Yazdığım her yazıyı kendine mesaj algılayanlar olduğu için bunu bir kere daha vurguluyorum :)]

Bir olay oldu.
Fark ettim.Yırttım. Kendime döndüm.
Hayata karşı eski heyecanıma ve neşeme kavuştum.

Şimdi, 25 yaşındayım, bekarım, avukatım, hep hatırlayacağım harika anılarım var, muazzam bir şehirde, hepsi şahsına münhasır muhteşem insanlar tanıyarak, keyifle yaşıyorum. Herşeye sahip miyim bilmiyorum; ama mutluyum.

Bir durun, düşünün hayatınızdaki kaç şeyi istediğiniz için, kaç şeyi öyle olması gerektiğini düşündüğünüz için yapıyorsunuz?

Azıcık döngüden yırtmak için, birkaç ısındırıcı tavsiye hemen geliyor:

1) İzleyin: The Life of David Gale.

Bütün hafta gezmişim, azıcık uyumuşum, pazar sabahı mayışık mayışık yatakta yatıyorum. Paşa'dan mesaj geldi, akşam planın var mı film izleyelim mi, diye. Hem sakin bir plan çok cazipti, hem de onu özlemiştim. İşin aslı ne izleyeceğimiz çok da önemli değildi. Sushileri mideye indirip, soğuk Bomonti'lerimizi elimize alıp kurulduk koltuğa ve başladık The Life of David Gale izlemeye. Ve çok beğendik.


Bir adam düşünün. Güzel bir karısı, dünya tatlısı bir oğlu var, Harvard'da sıra dışı çok keyifli dersler veriyor, idam cezalarının kaldırılması için gönüllü olarak çaba harcıyor. Sonra bu adam birini öldürmekten ve tecavüzden idam cezasına çarptırılarak hapse giriyor. Tek bir gazeteciye konuşmayı kabul ediyor ve bu gazeteci idam cezasından önce üç defa ikişer saatlik roportajlar yapmak üzere onun yanına gidiyor. Ve hikayenin hiç de göründüğü gibi olmadığı ortaya çıkıyor.

"Dilediğiniz şeye dikkat edin, gerçek olacağı için değil! Gerçek olduğu ve onu yaşadığınız zaman artık istemeyeceğiniz için. İstekleriniz doğrultusunda yaşamak sizi hiçbir zaman mutlu etmez." Bence filmdeki sırf bu söz bile film kadar etkileyiciydi.

2) Çakırkeyif Olun: 

Ne zamandır kendinizi dizginlediniz durdunuz? Ne zamandır saçma sapan danslar etmediniz?
O uzun geceler, saçma kahkahalar ne kadar geçmişte kaldı?

Ben sarhoş insan sevmem mesela, içip kusan insan hele hele aman! Bir insan ne kadar içkiyi kaldırabileceğini bilmeli. Onu kontrol edemiyorsa hiçbir şeyini kontrol edemez. Ama çakırkeyif halleri de bir o kadar çok severim. Kikir kikir, fingir fingir ruh halleri...


Cumartesi akşamı üniversitedeki gibi çıktık evden. Rahat kıyafetlerle içmeye ve dans etmeye hazır olarak. Tektekçiden başladık, Mini Müzikhol'un merdivenlerinde geceyi sonlandırdık. İkisinin arasında çılgın gibi dans ettik.

İyi geldi, bütün kurtlarımı döktüm ve paslanmadığımı gördüm. Özgürce dans etmek bence insanı rahatlatan ve mutlu eden şeyler listesinde başı çeker. Dışarıda dans edemiyor, kasılıp geriliyorsanız, evde dans edin. İçinizden geldiği gibi...

3) Ofis Arkadaşlarınızla İş Dışında Birşeyler Yapın! 

Herkesten çok onları görüyorsunuz. Sevgilinizden, annenizden, babanızdan, en yakın arkadaşınızdan...
Büyük ihtimalle onlarla sohbetiniz "merhaba, nasılsın" ile sınırlı kalıyor, hatta bazılarına gıcık oluyorsunuz.

Ofis dışındaki etkinlikler, onları daha iyi tanımak ve daha çok sevmek için harika bir yol. Fark etmediğiniz ortak noktalar keşfedebilir, onların hiç bilmediğiniz yanları ile tanışabilirsiniz. Ertesi gün ofise daha mutlu gideceğiniz konusunda bahse girebilirim. :)


Biz kıdemliler dışında kalan ekip, sık sık "ofis eventleri" düzenliyoruz.

Bu hafta da Su Ada Club'ta iftara gittik. Sanırım şimdiye kadarki en bayık etkinliğimiz bu oldu.
Su Ada Club'ın ortamının diğer Su Ada restoranları ile uzaktan yakından alakası yok. Ayrıca çok sıcak. Ayrıca bir kadeh şarap istedim diye olay çıktı. "Etik değil!" diye servis yapmayı reddeden garsonu ikna ettikten sonra, şarabım cola bardağında, sanki bir paket kokain getirmişler gibi masa altından servis edildi. Hadi ama!

Konudan konuya atlarken şunu söylemeye çalışıyorum: Su Ada'ya iftara gitmeyin, ama ofis etkinlikleri yapın. Birlikte çalıştığınız insanları daha iyi tanıyın, daha çok sevin, daha çok şey paylaşın.

4) Yeni İnsanlarla Tanışın! 

Geçen hafta son derece spontane bir grup olarak Nişantaşı Hardal'da buluştuk. Masadaki iki kız (ben ve arkadaşım) liseden tanışıyorduk. Yanımızda oturan adamlarla tanışmalarımızın ise oldukça eğlenceli hikayeleri vardı. Onlar Efes One Love'da su sırasında tanışmışlardı, biz de benim Mr. Prozac yazıları yazdığım dönemde ilişkiler hakkında mailleşip, sonra çok sık olmasa da bir yerlerde karşılaşır olmuştuk.

"Yeni insanlarla tanışmak" konusunu konuşmak için en uygun ekiptik.
Özellikle kadınların ön yargılarını...

Mesela siz de, yurtdışında seyahatteyken size gülümseyen herkesle sohbete başlıyor, hatta onların planlarına dahil oluyor ve çok eğleniyorken; İstanbul'da biri selam verse hemen "Kim bu? Niye beni rahatsız ediyor?!" triplerine mi giriyorsunuz?

Ne yalan söyleyeyim ben bile yapıyorum bunu zaman zaman.
Başka bir ülkede bir adam gülümsese, hemen lokal tüyolar almak için sohbete başlıyorum. İstanbul'da bir adam masama otursa, yediğim yemeği yarıda bırakıp kaçıyorum resmen.

Oysa ki harika insanlar var dışarıda tanımadığınız, çok sevebileceğiniz.
Örneğin arkadaşımın One Love'da tanışıp bizim yanımıza getirdiği adamı ben çok sevdim.
Örneğin biraz sonra Tektekçi'de tanıştığım, bana kahveme koymak için Baileys getiren bir yeni arkadaşımla buluşacağım.

En kötü senaryoda, bir daha görüşmezsiniz. En iyi senaryoda yepyeni birilerini tanıyıp, değişik hikayeler dinlersiniz.

7) Haftasonu Kaçın Gidin!

Haftasonuna sayılı günler kaldı. Ramazan dolayısıyla uçak biletleri fiyatları da yerlerde.
Bir şımarıklık yapın. Yaz bitiyor, hatırlatırım. :)

02 Ağustos 2012

Dear Monday, i want to break up. I'm seeing tuesday and dreaming about friday. Sincerly, it's not me, it's you. :)



Bu aralar normal üstü bir enerjim var. Herkes yeni bir vitamin mi kullanmaya başladığımı soruyor. Daha şüpheli tek kaş havada sorularla da yüzyüze geliyorum, evet.


Bilirsiniz hayatınızda yanındayken mutlu olduğunuz bir adam varsa, her fırsatta gezip tozmak yerine, her fırsatta daha sakin daha başbaşa planlar yapmaya başlarsınız. Yaşlı işi eğlence, diye dalga geçip sıkıcı bulduğunuz her şeyden keyif almaya başlarsınız. Evde pijamalarla film izlemek, en havalı manzaralı barda çakırkeyif olmak kadar güzel bir plandır; başbaşa mutfakta hazırlanan bir yemek Michelin yıldızlı restoranlarla kapışacak lezzette gelir insana. Gittikçe daha az dışarı çıkmaya başlarsınız.


Şimdi düşünüyorum da, belki de ilişki hatalarımızdan biri bu. Niye evcilleşiyoruz, süslenelim püslenelim elele gezelim, dışarıda sohbet edelim, yeni insanlarla tanışalım, birlikte daha çok şey paylaşalım. Birbirimizi eve hapsetmenin anlamı ne? Neden geleneksel evli çift triplerine giriyoruz ilişki birkaç ayı devirince?


Sonra ilişki biter. Ev sıkıcı gelmeye başlar. Ne çok insan vardır ve özlediğiniz görüşemediğiniz. Ne çok yer vardır gitmediğiniz... Ve ne çok zamanınız vardır bütün bunları yapmak için.


İşte ben tam bu durumdayım. Hazır okulum tatilde, adli tatil de başladı ofis aşırı yoğun olmayan bir tempoda. 18:30 oldu mu bitiyor yapılması gerekenler. Beni eve bağlayan bir sebebim yok. Dışarısı sıcaksa, ev daha sıcak. Ayrıca yepyeni elbiselerim ve bikinilerim var, güzel davetler bekleyen...


Sizin de bu aralar içiniz kıpır kıpırsa, ister sevgilinizi, ister arkadaşınızı, ister çantanızı kapıp İstanbul'da değişik gezesiniz varsa, benim bu aralar gezip gördüklerimden notlarımla sizi başbaşa bırakıyorum. :)


The Marmara Havuz:


Kendi kendime söz vermiştim, İstanbul'da geçirdiğim her haftasonunda da güneşten sudan kendimi mahrum bırakmayacaktım. Bu sözümün hakkını her haftasonu veremesem de, yine de hiç fena sayılmam.


Sino diye bir arkadaşım var, her cuma mesaj atıyor, haftasonu havuza deniz gidelim diye ortamı gazlıyor. Sonra gece öyle bir içiyor ki, dut ağaçlarına tırmanıyor, kendini Turkcell sanıp herkese toplu mesaj atıyor. Yine bir cumartesi, bir gün önce Sino ile havuza gidelim demişiz, ben onun yalan olacağından çok emin olarak, sabah uyandım The Marmara'nın havuzuna gittim. Elimde ansiklopedik boyutlarda kitabım 1Q84 ile... Gözlerime inanamadım; ama Sino da birkaç saat sonra "Beyaz Türk" olarak yanımdaki şezlongta yatmış Heineken'ini yudumluyordu.


Havuza gelirsek: Manzara güzel. Yüksekte terasta olduğu için püfür püfür de esiyor.




Sadece otel müşterileri Avrupalı turistler olmadığından dolayı, kıyafetlerle yüzenlerden, fuar için İstanbul'a gelmiş oturup bikinili kızları izleyen amcalara kadar yok yok.


Menü gayet başarılı, servis çok hızlı olmasa da gayet soğuk biralar ve gayet lezzetli kokteyller içebiliyorsunuz.




En güzel yanı ise, Taksim'de olması... Bütün gün havuz keyfi yaptıktan sonra, turist gibi kırmızı burnunuz, parmak arası terliklerinizle kendinizi akşama devam etmek için Taksim'e atabiliyorsunuz.


Oktoberfest: 


Bütün gün, bir şey yemeyi unutup havuz başında içtikten sonra, çok özlediğimiz bir çift aradı bizi, Taksim'e geçiyoruz diye. Asmalımescit'te kocaman bahçesi olan Köşe'de oturup lafladıktan sonra midemiz kazınmaya başladı. Hızlı hazırlanan, lezzetli bir şeylere ihtiyacımız vardı. Oktoberfest'in yolunu tuttuk.




Leziz hotdoglarımızı mideye indirirken, "Sizce bu senenin en iyi çıkış yapan mekanı neresi?" sorusu ortaya atıldı. İstisnasız herkesten gelen cevap aynıydı: "Tektekçi". Aklımızdaki planı erteledik ve Tektekçi'nin yolunu tuttuk.


Tektekçi:


Tektekçi bence geceye ısınmak, havaya girmek için en doğru başlangıç mekanı.


Upuzun bir menü: Tatlılar, ekşiler, acılar... Hepsi shot. İsimleri çok eğlenceli olan yüzlerce seçeneğin arasından seçiminizi yapıyorsunuz. Şimdiye kadar ne içtiysem hepsini sevdim ben, birazını daha çok birazını daha az. Shot sonuçta, içinizi baymıyor.


Bira isterseniz günlük süt şişesinde geliyor. Fikir çok eğlenceli, ama bence boşverin birayı, o her yerde var. Kendinizi shotlara bırakın.




Her gittiğimde inanılmaz eğleniyorum. Bu haftasonu annemi bile götürdüm. Telefonunu orada kaybedecek kıvama geldi. Ben shot sevmem, içmem derken, rakılı "one minut"un hastası oldu. Geceden bir hatıra durumu özetler sanıyorum :))


Tek dikkat etmeniz gereken, shot bu bir şey yapmaz diyerek, geceye ısınayım derken geceyi sonlandırmamak.






Dada: 


Bir iş çıkışı. Kızlarla laflamak için Dada'ya oturuyoruz. Zamanında Cihangir mekanlarında hazırladığı içkilerle bana bir şey olmaz diyen herkesi bar taburelerinden devirmiş Güven'e "Bana alkolsüz fresh bir şey lazım" diyorum. Bir önceki gece, evden şarj aleti getirten "modern zamanların ferhat"ının"lütfen gel"ine karşı koyamamış, evde eşya koliledikten sonra  "To Stage"e gitmişim, çok içmemişim ama çok az uyumuşum. Ertesi gün de çok çalışmışım.  Taze portakal suyu filan beklerken, "Diyerbekir"  ile tanışıyorum. Rakı, votka, karpuz, peynir tek bardakta. Çok enteresan, çok leziz, denenmeli!




G Balık:


Cumartesi akşamı... Annemle canımız deniz ve balık istiyor. Aklımda iki yer var. G Balık'tan başlıyorum aramaya, denize yakın güzel bir masa var mı boşta diye. Var tabii diyor, rezervasyonu alıyorlar. Mavilerimizi giyinip atıyoruz kendimizi dışarı. Önce Ortaköy Kitchenette'te oturup, birer kahve içiyoruz, sonra sallana sallana Kuruçeşme'ye gidiyoruz. Suada teknesinin sırası uzun.




G Balık'a giriyoruz, karşılayan adam, bizi önce içeride bir masaya oturtmaya kalkıyor. Sigara içiyoruz, diyorum, bu sefer dışarıda denizi köşesinden görmeyen, servis yolunda bir masaya oturtmaya kalkıyor bizi. "Pardon siz rezervasyonu nasıl alıyorsunuz?" diyorum. "Ne demek istiyorsunuz?" diyor tersçe. "Telefonda rezervasyon alırken deniz kıyısında diyoruz, siz bizi nereye oturtmaya çalışıyorsunuz!" diye çıkışmamla, ilk sıradaki masalardan birine terfi ediyoruz. Yerse... Rezervasyonunuza güvenmeyin, masanız için cadılaşın!





Menüde frapan şeyler yok, ama kabak çiçeği dolması başta olmak üzere soğuk mezelerin tamamı lezizdi. Onlardan sonra kalamar gibi sıcaklar konusunda da beklentimiz yüksekti, olmadı, tabakta kaldı.


Püfür püfür esintide, güzel bir şarap içip, lezzetli soğuk mezeler yemek isterseniz yolunuzu düşürebilirsiniz.


Miss Pizza:






Minik çıtır Cansumla uzun aradan sonra ikimizin de aç olduğu bir ofis çıkışı Cihangir Miss Pizza'ya düşürdük yolumuzu. Buz gibi bira eşliğinde, ev ortamında, gerçekten lezzetli pizza yemek ve sohbet etmek için hala en güzel yer.


Pizzalarınızı yedikten sonra, Cihangir'den Fındıklı'ya doğru inerken, Akyol'un başlangıcında sol taraftaki + Profiterol'de de bir mola verip beyaz çikolatalı eklerden alırsanız ziyafet tamamlanır. :)


Su Ada Havuz: 


"Modern zamanların Ferhat'ı" (kendisine daha kısa ve daha uygun bir isim bulmam lazım. evet.) ile bir hafta öncesinden karar vermiştik, cumartesi havuza gideceğiz diye. Asıl sorun hangi havuza gideceğimizdi. İstanbul'da gidip de işte budur dediğim, kusursuz bulduğum bir ideal havuzum olmadığı için, ben çoktan seçmeli bir teklif hazırladım, o da tercihini Su Ada'dan yana yaptı.


Rahatsız şezlonglar yerine, yumuşak geniş yataklar + Arıtılmış deniz suyuyla doldurulmuş bir havuz + Hızlı servis. 


Özellikle de kızkıza şöyle rahat rahat yayılıp dedikodu yapacaksanız veya kız-erkek öpüşüp fingirdeşecekseniz, rahat yataklar sebebiyle tercih edilmesi gereken havuz burası :)


Ve asıl güzel tarafı Ramazan diye mi bilmiyorum, tıklım tıkış değildi. 
Benim bulabildiğim tek eksik güzel müzikti. 
Ramazan bitmeden tekrar yolumu düşürmek var aklımın bir kenarında.




Bu bir mekana ait olmadığı için bu yazıdan biraz alakasız kalacak; ama havuzdan çıktıktan sonra gittiğimiz ev partisinde, tuvalette bulduğum bu harika resmi de paylaşmamazlık edemem:




İnşaat:


Mushaboom'da boya zamanıydı geçen hafta boyunca. Her şey kolilendi, bütün dolaplar muşambalarla kaplandı. Kelimenin tam manasıyla inşaatta yaşadım bir kaç gün boyunca. Hatta dolaplar muşambayla kaplanmadan içinden o hafta giyeceğim kıyafetleri çıkarmayı unuttuğum için kıyafetsiz bile kaldım. Diğer yandan en keyifli biralarımı da İnşaat'ta içtim :)) 






Yaz yaz bitiremedim. Halbuki daha bahsetmek istediğim ne kadar çok mekan vardı. Karabatak, Safi Meyhane, Georges, Corvus... Bu yazıdan bir tane daha çok kısa bir zaman sonra burada olacak demektir bu...


Keyifli güzel yerlerde karşılaşmak üzere :))


Dip Not: Malum bu kadar gezerken, bir önceki yazımdan sonra bana yolladığınız harika maillere ve yorumlara cevap yazmaya fırsatım olmadı. Ama hepsini okudum. Çok mutlu oldum. Yalnız olmadığımı anladım. Teşekkür ederim çokçokçok.

Pinterest'im

Instagram'ım