02 Eylül 2012

Harika sahiller, leziz kokteyller, şık insanlar, bronz tenler, tuz ve rüzgarla şekillenmiş saçlar, aşık olunası sokaklar ve dükkanlar: Mykonos!

Fleet Foxes'in Mykonos şarkısı bana hep huzur verir ve her seferinde  "you go whereever you go today, you go today"  kısmı minicik bir çanta toplayıp uzaklara gitme isteği uyandırır. 

Seyahat ettiğimiz gemiden bizi karaya, Mykonos'a, indirecek olan tenderdayken bu şarkıyı mırıldanıyordum. 

Nedense bu adaya dair beklentilerim büyük değildi. Karşılaşacağım yer Bodrum'un kardeşiydi nasıl olsa...

Daha doğrusu öyle sanıyordum. 
Sonra oraya aşık olmuş vaziyette, "Daha da Çeşme'ye Bodrum'a gitmem." diyerek, şimdiden önümüzdeki yaz için uçak bileti bakarak vedalaşacağımı bilmiyordum. 




İlk gece, saat 22:00.

Gitmek istediğimiz taverna Thalami için geç kalmış olduğumuzdan, Town Hall ile Little Venice arasında deniz kıyısında bir boy yürüdükten sonra, yan yana dizilmiş onlarca cafeden bize en sempatik görünen Musica Cafe'ye  oturuyoruz. Denize karşı bir içki yudumlayarak bu geceki planımızı yapmak için. 

Kardeşimin Mai Tai'sinin kenarına karpuz taktıklarından ve kendisi karpuz-fobik olduğundan, Mykonos'ta bulunduğumuz süre boyunca hiç söylenmeden sürekli fotoğraf çekmesi pazarlığı sonucunda, ben leziz bellini'mi ona bağışlayıp, Mai Tai'yi alıyorum. 


Ekimde Bodrum'a gelecek olan garsondan, hesabımızı öderken tavsiyeleri topladıktan sonra, barların ve restoranların bulunduğu Town sokaklarına atıyoruz kendimizi.

Beyaz beyaz beyaz. Bütün binalar bembeyaz.
Beyaz binalara, kepenklerle kapıları genellikle mavi, bazen kırmızı, bazen yeşil, bazen sarıya boyayarak renk katmışlar. Bankalar ve hatta Louis Vuitton bile bu kuralı bozmamış. 

Annemle babam "Eskiden Bodrum çok güzeldi, bembeyazdı. Sokaklarında yürümeye doyamazdın" dediklerinde, anlam veremezdim. Şimdi de beyaz, sokakları da hala güzel, diye düşünürdüm. O gece, Mykonos'un sokaklarında gezmeye doyamazken ilk defa anladım eski Bodrum ile neyi kastettiklerini.



Yürürken kaldırımın üzerinde heykellerle karşılaşmak, köşeyi dönünce tavanı tamamen begonvillerle kaplı bir restoran bulmak, gay barların önünden geçerken beni hiç umursamadan kardeşimi inatla içeri davet eden kapı görevlileri ile şakalaşmak gibi süprizler sürerken, bir yere oturasımız gelmedi. 



Şıkır şıkır giyinip, sade makyaj yapıp, düz tabanlı sandaletlerini geçirmiş kadınlar ve kadınlardan çok daha gösterişli olan, moda blogundan fırlamış gibi giyinmiş çok bakımlı ve şık adamlarla tıka basa dolu sokaklarda yürümekten yorulunca, Astra Bar ile bembeyaz küp bir dükkan olan Louis Vuitton'un hemen karşı sırasındaki Aigli Bar'a oturduk. 



İstanbul'da alışageldiğimiz alkol cimrisi kokteyllerden sonra, buradaki gerçekten çok güzel hazırlanmış kokteylleri devirdikçe, yoldan geçenleri izlemeyi unuttuk, çok güzel bir sohbete daldık. Mykonos'ta gece gidilip görülmesi gereken yerler listemiz çok kabarıktı: Ibiza'dakilerle kapışır olduğunu söyledikleri Cavo Paradiso, star-search için doğru adres olan Astra,  pride partiler yapan Pierro's Bar... Ama sohbetimiz o kadar koyulaştı ki, devirdiğimiz bardakların sayısı artarken yerimizden kalkamadık. 



Saat 3:00'te tekrar güzel sokaklara vurduk kendimizi, Scandinavian Bar'ın balkonundan sokağına taşan kalabalığa ve şen şekrak insan seslerine karşı koymak mümkün değildi. Ve biliyordum ki, önümüzdeki yaz yine bu sokakta olacaktım.


Ertesi sabah erkenden, altımızda bikinilerimizle kendimizi tekrar Mykonos sokaklarına vurduk. 

Bir önceki gece keşfettiğimiz taksi durağındaki upuzun sıraya eklenip beklemeye başladık. Birkaç şişe su tüketip yarım saat geçmesine rağmen hala gelen giden tek bir taksi olmayınca, civardaki restoranlardan birine sokularak, "Nedir bu taksi olayı? Yanlış yerde miyiz?" diye sordum. Adam güldü, "Ne zamandır bekliyorsunuz?" "Yarım saat" demem üzerine, biraz daha güldü, "Yarım saat nedir ki, adada toplamda 36 taksi var. Daha çok bekleyebilirsin." dedi. Büyüyen gözlerim ve çaresizliğim karşısında, burada herkesin motor veya atv kiralayarak ulaşımı sağladığını, ayrıca bütün beachlere giden otobüsler olduğunu en iyisinin otobüs durağına gitmem olacağını açıklayıp, yolu tarif etti.

Dün gece yürüdüğümüz sokaklar, bambaşka bir yere dönüşmüş gibiydi. Bomboş ve çok sakindi. 





Otobüs durağını keşfetmişken, bir taksi yakaladık eş zamanlı. Atladık, resmen bir Mykonos turu atarak, 20 euro'ya adanın tam arkasındaki Elia Beach'e ulaştık.



Daha seyahate başlamadan önce yaptığım araştırmalarda, çok daha eğlenceli, çok daha hareketli beach clublar olmasına rağmen, bembeyaz kumlarına bayılıp mutlaka Elia Beach'te bir gün geçirmeyi aklıma koymuştum.



















Kapısından içeri girdiğim anda da aradığım ve istediğim yerin burası olduğundan emin oldum.


İnsana kendini tropik bir yerde hissettiren şemsiyelerin  altında, bembeyaz kumların üzerine yerleştirilmiş şezlongta yatıp, votka ve dondurma içeren Elia Frozen'ı yudumlarken kendimi cennette gibi hissediyordum. 

Ve deniz... Deniz hayatımda gördüğüm en iyi denizdi. Balıklar suyun yüzeyine yakın pervasızca yüzerken, billur gibi suyun dibi görünürken ve giriş ücreti olmayan bu beachte sadece şezlong başına 4 euro ücret ödenirken, "Bu güne kadar Çeşme'de ne halt ediyormuşum?" sorusunu kendime sormadan edemedim. 

Cennette o günü bitirdikten sonra, arka taraftaki barda biraz keyif çatmaya karar verdik. Hayatımda hiç 30-40 tane bu kadar efsane vücutlu trunk giymiş adamı bir bara dizilmiş halde görmemiştim!

Hepsi gay olsa da, her yerde karşılaştığım vucudunun %80'i çıplak, efsane erkek vücutları gerçekten tam bir görsel ziyafet oluyordu.



Dönüşte taksi kovalamakla uğraşmadan, İtalyanlarla dolu otobüse attık kendimizi ve tekrar merkeze ulaştık. Bir önceki akşam sokaklarda turlarken gözümüze kestirdiğimiz OPA'da oturduk ve Mytos ile Uzo eşliğinde deniz ürünlerine yumulduk.



Peynir soslu, çok değişik ve lezzetli bir karides yedim OPA'da...





Little Venice sokaklarında gezinip, bir daha gelirsem hangi otelde kalmak isterim keşfi yaptıktan ve sahilde yürüyerek güneşi batışını izledikten sonra, Mykonos konseptli tasarım t-shirtlar yapan bir dükkan keşfettik. T-shirtlarımızın siparişini verip, hazırlanmasını beklerken, ara sokakta Bolero isimli minicik bir cafe'ye oturduk, mastikalı (damla sakızlı) mojitolarımızı yudumladık. 

[Bunu yapmayı öğrenip, Mushaboom'da deneyip onayladıktan sonra tarifini buradan paylaşacağım. Yummy!]



Güneş batıp da sokaklar dolmaya başlarken,  "Krep yemeliyiz!" diyerek kendimizi Bougazi'ye attık. Mykonos'ta krep bizimkiler gibi mantarlı tavuklu ve biftekli ile sınırlı değil. Tuzlu ve tatlı olmak üzere en az onar çeşit var krepçilerde. 


Nutella, muz, fındık, baileys ve krema içeren orgazmik bir krep yedikten, tasarım t-shirtumu teslim aldıktan ve özlediğim Mr. Prozac'ime Mykonos konseptli bir hediye aldıktan sonra, gemiye götürecek olan tendera binmek üzere Mykonos ile vedalaştım. 


Doyamadım. 
Bütün restoranlarına yemek yemek, bütün plajlarında birer gün geçirmek, bütün barlarında çakırkeyif olmak istiyorum.

Bu gidiş, sadece fikir sahibi olma gidişiydi... Bu kadar çok seveceğimi tahmin etmemiştim. Önümüzdeki yaz, şöyle en az dört günlük bir Mykonos faslını ajandama yazdım bile. 

Bütün ön yargılarınızı unutun, Çeşme'yi Bodrum'u boşverin, en kısa zamada bir Mykonos yapın. Harika tavsiyelerinizi ve keşiflerinizi de benimle paylaşın, e mi?

Veee bu kadar bahsetmişken, Fleet Foxes'ın parçasını buraya koymamak tabii ki olmaz:

1 yorum:

Ebrushka Blog dedi ki...

Çok güzel anlatmışsın hemen eşime gönderdim okusun diye :) tabi okusun ve sonra biz de gidelim diye :)

Pinterest'im

Instagram'ım