09 Eylül 2012

İstanbul'dan ayrılmadan Mardin'den Alaçatı'ya lezzet turu


Bazı haftalar diğerlerinden daha hızlı geçer.

Ajandanın sayfasındaki bitirilmesi gereken işler listesi kabarıksa, üstelik de yaz sonu olduğundan tatilde olan, yazın ayrı düşülen arkadaşlar da şehre geri dönmüşse, iş çıkışları için de güzel planlar mevcutsa; bir de her gün her gün her gün görmek istediğin bir sevgili mevcutsa, pazartesiye başlarsın daha pazartesi sendromu diye söylenmeye vakit bulamadan kendini cuma gününde bulursun.


Bu hafta benim için böyle bir hafta oldu. Adli tatil sona erdiğinden ve tatilde olan müvekkiller de iş başı yaptığından ofis oldukça yoğundu. Mr. Prozac'im doktora sınavları ve görüşmeleri nedeniyle bol bol Avrupa Yakası'ndaydı, öğle molası süprizi bile yaptı bana.

Yeniden yogaya başladım. Bence çalışan ve aletli spor olaylarına gelemeyen her kadının hayatında yoga olmalı. Bütün çalışmayan kasların çalışması, o gerginlik, o miskinliğin üzerinden atılması, hem sakinleşip, hem enerji dolmak nasıl güzel bir histir!


Bir gün iş çıkışı, Beyrut'tan beri doğru düzgün kavuşamadığımız Martha ile kavuştuk. Geoerge's Otel'in terasında, nefis manzaraya karşı bir şişe şarabı devirip, yaz boyunca hayatımızda olan değişiklikleri, keşfettiğimiz güzel şeyleri paylaştık, daha kaç yaşındayız, neler yaptık diye kendimizle gurur duyduk.

Bambaşka hayat tecrübelerine sahip iki genç kadın olarak, öğrendiğimiz bir şey vardı ki, hayatı akışına bırakmak gerekiyordu. Eğlenmeyi, seyahat etmeyi, hayatın keyfini çıkarmayı unutmadan, kendini geliştirmek için çaba harcayacaktın. Sonra çok düşünmeyecek, çok uğraşmayacaktın. İş , sevgili, dünyanın hangi köşesinde ne yaparak yaşayacağın üzerinde kafa patlatmakla planlamakla olmuyordu, kendiliğinden tesadüfler ve süprizlerle hayatın akışı içinde belli oluyordu. Şarabımız bitince, birer havalı kokteyl siparişi verdik, Beyrut'un şerefine, Lux'te içip adını ve içindekileri hatırlayamadığımız leziz kokteyli ve Beyrut'taki harika dört günümüzü anarak kapattık geceyi.

Bir gün liseden çok yakın arkadaşım olan, üniversitenin ilk yıllarında önümüze İstanbul haritası koyup, Time Out ve İstanbul Life dergilerine ders çalışır gibi çalışıp, beğendiğimiz mekanları haritanın üzerinden işaretleyerek, İstanbul'u birlikte keşfettiğimiz, şimdi meslektaşım olan Gökçe ile kavuştuk. Birbirimizi daha az görüşmeye başladığımız son dönemlerde ne kadar özlediğimizi fark ederek...

Cuma akşamı “yapılacaklar listem”deki bütün işleri tamamlamış olmanın rahatlığıyla, Gökçe ile Afrika dansı yapmak için Cihangir Yoga'nın yolunu tuttuğumda, hayatımda her şeyin uzun zamandır olmadığı kadar yolunda gittiğini düşünüyordum.

Ki...Telefonum çaldı. Üst katımı su basmış, hem de az buz değil, evin içinde beş santim su varmış, muhtemelen benim evime de akmış olabilirmiş.

Eyvah!
Eve koştum. Tavandan damlayan sularla karşılaşmak, daha yeni boyattığım duvarlarımın rezil olduğunu görmek, laminelerimin bile sırılsıklam olduğu ile yüzleşmek... Canım sıkıldı, maddi kısmından ziyade, uğraşacak olmak yüzünden.

Keyfim dibe vurmuşken, babam ve Mr. Prozac neredeyse aynı kelimelerle “Sana bir şey olmasın, mala gelsin, halledilir, sıkma canını” diye beni avutmaya çalışırken, bir kere daha anladım ki, bir insanın hayatında hiçbir zaman her şey yolunda gidemez. Zorlamamak lazım. Mükemmeliyetçi olup, kendi kendini yıpratmamak lazım. Laminelerimi kuruladıktan sonra, duvarlardan akan suların altına havlular yerleştirdim, bakkaldan iki şişe Bomonti ve bir sigara söyledim, Fifty Shades of Grey okumaya başladım.



Cumartesi sabahı rezil duvarların arasında mutlu uyandım.

Ne yalan söyleyeyim, ben yoğun olmayı sevenlerdenim. Boş vaktim olduğunda elim ayağıma dolanıyor. 



Ne yapsam'a karar vermeye çalışırken, Mr. Prozac aradı. Kendimi elimde Travel & Leisure'un eylül sayısı, Hindistan ve Doğu Karadeniz seyahat hikayelerine gömülmüş olarak, Beşiktaş- Kadıköy vapurunda buldum. Çok merak ediyorum, bu dergileri okuyup, aaa bu sonbahar Rio De Jenerıo'da uluslararası sergilere ev sahipliği yapacak  yenilenmiş liman MAR açılıyormuş, diyip atlayıp oraya giden insanlar var mı :)

Eskisi kadar çok yakmayan, ama hala güneşlenmeye müsait güneşin tadını çıkardıktan sonra, malum soru ortaya atıldı: “Akşam yemeğini nerede yesek?”

Ben beş sene Cihangir'de ikamet ettikten sonra, iki sene kadar Kozyatağı'nda yaşadım. Yine de Kadıköy dışında pek bilmem karşı yakayı. Beni Bağdat Caddesi'nin ortasına bıraksanız, Marks&Spencer aşağıda mı yukarıda mı kaldı sorusunu foursquare yardımı olmadan cevaplayamam. Taksim- Karaköy- Beşiktaş – Nişantaşı – Levent dolaylarında neredeyse her mekana adım atmışlığım, bazılarına onlarca kez gitmişliğim vardır, ama karşıda nerede ne yapılır konularında turist gibi kalıyorum.


Sonunda “Cercis Murat Konağı”na gitmeye karar verdik. İkimiz de Doğu mutfağına bayılıyorduk, Vedat Milor bile burası hakkında olumlu şeyler yazmıştı ve canımız değişik bir şeyler yemek istiyordu. Hepsinden önemlisi çok acıkmıştık! Beklentilerimizi çok yüksek tutmadan, oldukça mütevazi dekorasyonlu bu restorana gittik.

Biz daha menüye bakmaya fırsat bulamadan, garsonumuz gelip “İlk defa mı geldiniz?” diye sordu. Onayladığımızda, “O zaman ben size önden meze tabağımızı getireyim, siz onu bir yiyin, sonra açlık durumunuza göre ana yemeğinizi seçeriz.” dedi. Cazipti. Kocaman bakır kaşıklar içine yerleştirilmiş, pek çoğu patlıcanlı değişik mezeleri getirince, garsonumuz hepsinin içinde ne olduğunu ve isimlerini teker teker saydı. “Ortadaki bildiğimiz Sütaş yoğurt, ben de Doğan.” diye cümlesini bitirdiğinde ona çoktan kanımız kaynamıştı bile.



Mezelerimizin yanında, bakır ve kulplu bir kasede servis edilen, leziz Süryani şarabımızı yudumladık, büyük bir keyifle.

Sıra ana yemeğe geldiğinde neredeyse doymuştuk. Doğan, bizim çok aç olmadığımıza göre, ziyan etmeyeceğimiz Ova Kebabı'nın bizim için doğru ana yemek olacağına karar verdi.

Bakır kulplu kaselerimiz yeniden Süryani Şarabı ile dolarken, ince ince tiftiklenmiş pamuk gibi bir kuzu eti, tereyağında çevrilmiş pidelerle ve üzerinde yoğurt ile devasa bir ahşap kaşık içinde geldi. Lezizdi!



Tabaklarımızı silip süpürdükten sonra, Doğan, sürpriz tatlının zamanının geldiğini bildirdi. Mr. Prozac ile menünün tatlı sayfasını açıp, acaba hangisinden getirecek diye tahminlerde bulunurken, aynen tahmin ettiğimiz gibi “Kaymaklı Domates Tatlısı” masamızdaki yerini aldı. Adı önyargı oluşturabilse de, tadı inanılmaz güzeldi. Çatal bıçakla yenilen kesme dondurma gibi hafif bir kaymak ve dibinde az miktarda domates reçeli. CibalikapıBalıkçısı'nda yediğim enginar tatlısı kadar sıradışı ve kesinlikle ondan daha lezizdi.

Biz tam seramoniler bitti, diye düşünürken, bu sefer başka bir garson shot bardaklarında şerbet getirdi. Bu nedir, diye sorduğumuzda, fesleğenli, tarçınlı hazmı kolaylaştırıcı bir şerbet olduğunu dile getirdi. Hemen Doğan müdahale etti, “Anlat bakayım, tam anlat, olmadı öyle. Aşk şerbeti bu, aşk şerbeti. Yediklerinizi hafifletir, size ateş bastırır, aşk yaptırır.” derken biz artık kahkahalarımızı tutamıyorduk. Şerbetlerimiz bitti, “Lokumumuz bitti, yoksa şimdi bir de lokum getirecektim, hanfendi bir ucundan ısıracaktı, siz diğer ucundan.” diyerek Doğan bizi doyurduğu kadar eğlendirdi de. Beş dakika sonra, şansımıza kalan son iki güllü lokum geldi, “Kaynananız sizi seviyormuş.” denilerek.

Hesap ödendikten sonra bir bakır leğen ve ibrik geldi, ellerimize güllü su döküldü. Doğan bizi, bir daha ne zaman geleceğimizi sorarak, daha tattırmak istediği bir sürü şey olduğunu söyleyerek uğurladı.



Yemek seçen bir insan değilimdir, her yerde doyabilirim. Ama keyif alarak yemek yediğimde dünyanın en mutlu insanı oluyorum. Ve Cercis Murat Konağı beni gerçekten çok mutlu etti. Midilli'den beri bu kadar keyifle, bu kadar tıka basa yemek yememiştim. Bizim şansımıza Doğan mı muhteşem bir garsondu, bilmiyorum ama servis ve ilgi alaka harikaydı. Genellikle garsonlar, hesap şişirici gereksiz tavsiyelerde bulunur ya, burada tam ihtiyacımız olanlar geldi önümüze. Bakır kaptan şarap içmek ve yemeğin sonunda ibrikle tasla el yıkamak da çok hoş detaylardı. Ve ödediğimiz hesap, aldığımız keyfe ve yediklerimize kıyasla hiçbir şeydi. Şiddetle tavsiye ederim. Bir de, aşk serbetini sakın içmemezlik etmeyin, şerbet gerçekten aşk şerbetiymiş :)

Mardin'de bir gece geçirdikten sonra, gerçekten Mardin'e gitme hayalleri kurduktan sonra, pazar günü geç bir kahvaltı için Ege mutfağına uzandık ve Mytos'a gittik. Ekoseli örtüleri, tepeden sarkan begonvilleri, inanılmaz şık her şey porselende sunumları ile gerçekten lezzetli bir kahvaltı ettik.



Buranın Metaxa'lı levrek, Chardonnay'li ahtapot gibi spesyalleri de varmış, artık onları başka bir rakılı gecede tadıp bildiririm size.

24 saat içinde, Mardin'den Ege'ye lezzet turu attıktan sonra, ayrılma zamanı geldi. Bir adamın arabasından inip, Kadıköy - Beşiktaş vapuruna bindiğimde, içimin sanki aylarca kalmak için Amerika uçağına biniyormuşum gibi burulması, benim için yeni ve güzel bir his. Günün şarkısı da bu olsun:
Keyifle kalın.

Hiç yorum yok:

Pinterest'im

Instagram'ım