11 Eylül 2012

simli siyah kumlar, boncuklarla süslenmiş katırlar, mavi kubbeli kiliseler, tek kadehle çarpan ev yapımı şaraplar, "funky buddha" moodu: Santorini!

Geminin etkinlik sorumlusu anlatıyor: "Yanaşacağımız iskeleden yukarı çıkmanız gerekecek. Bunun için üç farklı yol mevcut. Yürüyebilirsiniz. Bunu tavsiye etmem, çünkü çok dik ve uzun bir yol. Katırlara binebilirsiniz. Bunu hiç tavsiye etmiyorum." 

Kalanını duymuyorum bile. Katıra bineceğim!

Yüzümde kocaman muzur bir gülümsemeyle kardeşime bakıyorum. O da benimle aynı fikirde belli. Katırla çıkacağız yukarı. 




Babam tatilde sürekli olarak sigara ve alkol tüketmemizden deliye dönmüş durumda. "Krepleri bile Baileysli yiyorsunuz!" diye çatıyor bize. Kardeşimle aramızda espri konusu olmuş bu. "Elma suyu içer misin?" diye soruyor. "Aşkolsun Memo, ben alkolsüz bir şey içemem bilmiyor musun?" diyorum. 

Daha önce Yunan Adaları'nın hepsini gezmiş olan babam, tepeye katırla çıkacağımızı duyunca isyan ediyor. "Bir kaza olacak, kıracaksınız bacaklarınızı, rezil olacak tatilinizin geri kalanı. Teleferikle çıksanıza herkes gibi!"

Duyan, dinleyen kim. "Bir kaza olacak." başka bir replik haline geliyor aramızda.  Esprileri o kadar abartıyoruz ki, akşam yemeğinde içtiğimiz şarap gülmekten burnumuzdan püskürürken, koca adamı küstürüyoruz. Yaramaz küçük veletler gibiyiz.




Gün doğarken, yanaşıyoruz Santorini'ye. Herkes teleferiğin yolunu tutarken, biz katırlara bakınıyoruz. "Tonki tonki?" diye soruyor yaşlı bir adam komik bir ingilizceyle. Tonki, donkey oluyor herhalde diyerek, adamın peşine düşüyoruz tereddütsüz. 



Ve güneşin doğuşunu, katırların sırtında, iskeleden Tira'ya tırmanan dik ve uzun yokuşta izliyoruz. Yokuşun sağ ve solundaki mini evlerde yeni yeni uyanan yerlilere el sallayarak... 

İnanılmaz bir manzara. Benim bindiğim boncuklarla süslü katır zilli bir şey. Dümdüz yürümüyor bir türlü, sağa gidiyor, sola gidiyor, kardeşimin bindiği katırının poposuna giriyor, karşıdan gelen katırlara sırnaşıyor. Ama tehlikeli bir şey yok. Tam tersine inanılmaz bir keyif! 




Katırın sırtında iskeleden, Tira'ya varıyoruz. 



Tira'nın da şarapları meşhurmuş, ama volkanik sahile ayak basarak, denizde yüzerek güne başlamaya kararlıyız. Taksi ararken "Funky Buddha" yazısıyla karşılaşıyoruz, gün boyu Funku Buddha pozu vereceğim konusunda hiçbir şüphe kalmıyor. :)




Tira'nın sokaklarında biraz yürüdükten sonra, atlıyoruz bir taksiye, volkanik kumsallardan birine gidiyoruz. Kumlar siyah, simliymiş gibi parlıyor; ama deniz Mykanos kadar berrak değil. 





Biraz yüzdükten sonra ve otobüs durağında otobüs bekleyip buz gibi bir lokal bira Alfa yuvarladıktan sonra, pazarlık yaparak bizi 20 Euro'ya Oi'ye götürecek bir taksi buluyoruz. 



Oi, her Santoroni rehberinde yer alan mavi kubbeli kiliselerin bulunduğu köy. 

Santoroni'ye gelmişken mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri yani. Ve öyle mavi ki, öyle güzel bir ışık var ki, çekilen hiçbir fotoğrafın kötü çıkması mümkün değil. O ışıkta o mavilikte herkes dergiden fırlamış gibi ışıl ışıl sağlıklı görünüyor. 




Sağlı sollu mağazalar ve restoranlarla dolu incecik bir yolda, tepeden denizi izleyerek ve büyülenerek yürüyoruz. Uçurumdan aşağı kadar inen evler ve sondaki denizin manzarası inanılmaz! 




Minnacık teraslara kondurulmuş doğrudan deniz manzarasına bakan jakuziler ve şezlonglu balkonlar aklımızı başımızdan alıyor. 




Biraz alışveriş yaptıktan, volkanik taşlı takılar ve ev yapımı şaraplar aldıktan sonra, çok güzel manzaralı Lotza isimli bir restorana oturuyoruz. Restoranın işletmecisinin bir Türk adam ile evli olduğunu ve o adamın Oi'de yaşayan tek Türk olduğunu öğreniyoruz. 




İki domuz, bir tavuk sulvaki söylüyoruz, birer kadeh de ev yapımı şarap. 

Manzara o kadar iyi ki, kalkasımız gelmiyor.
Zaten kalkmaya niyetlensek de, su bardağında ağzına kadar dolu getirilmiş ev yapımı şaraptan serseme dönmüş haldeyiz. Nasıl kuvvetli bir şarap! 



Oi'yi keşfettikten sonra, otobüs macerası da yaşıyoruz. Önünde Tira yazan bir otobüsün önüne atlayıp, yolunu kesiyoruz.


Burada sadece insanlar değil, hayvanlar da ziyafet çekiyor. Kedi ve köpek maması koymak için yapılmış kutucuklardan bence her şehirde, her sokakta olmalı!

Lotza'da içtiğimiz şarap çok güzel olduğundan Santorini'yi terk etmeden mutlaka birkaç şişe daha şarap almalıyız diyerek, en havalı şarap butiklerinden birine dalıyoruz. 

Görevli kadın "Nasıl şarap seversiniz? Tatlı? Buruk?" diye sorduktan sonra, elimize shot bardakları tutuşturup, bir sürü şarap tattırmaya başlıyor. Şarabımızı seçiyoruz, sonra kahveli ouzo'dan bir shot ikram edip bizi sersemletiyor. O kadar ki annem şarapları ödemek için kredi kartı niyetine kapı kartını uzatıyor kendinden inanılmaz emin şekilde :)



Santorini'nin mottosu: Save water, drink wine! 

Hani soluklanmak için bir yere sokulup, soğuk bir şey içmek isterseniz, önünüze kesinlikle su değil, şarap geleceğinden emin olabilirsiniz. Adada su kıtlığı var, ama şarap bereketli ve lezzetli. O yüzden sularını, şarap içerek koruyorlar. 

Katırla çıktığımız yolu, teleferik ile ineceğiz. Upuzun bir teleferik sırası var. Hava inanılmaz sıcak! Üzerimdeki t-shirtu çıkartıp atıyorum. Sırada beklerken bir buz gibi Mytos alıyoruz, hemen yandaki bakkaldan. Bir saat kadar sonra sıra bize geliyor, muhteşem manzarayı izleyerek yavaş yavaş iniyoruz gemimizin bağlı olduğu iskeleye.



İskelede soğuk havlular ve soğuk suyla karşılanıyoruz ki, dünyanın en güzel şeyi gibi geliyor o soğuk havlular. Vucudumuza koyduğumuz gibi ısınıyorlar zaten.



Santorini'ye yolunuz düşerse, her şeyi boşverin, Oi'nin yolunu tutun. O mazara, o ışık, o mavilik başka hiçbir yerde yok. İnzivaya çekilmek, bir şeyler üretmek için ilham beklemek için bence en doğru adres. 

Biz elli yaşından sonra gelip Oi'de kalarak, şarap içerek gençleşmeye, o zamana kadar Mykonos'un gözdemiz olmasına karar vererek vedalaşıyoruz Santoroni ile. 

1 yorum:

Ebrushka Blog dedi ki...

Harika! Nasıl başlayıp nasıl bitirdiğimi anlamıyorum okurken :)

Pinterest'im

Instagram'ım