30 Ekim 2012

Brace yourself, winter is coming! Stockholm-1

Her şey benim The Vaccines'in Aftershave Ocean şarkısına takmamla başladı. 

Koku benim için çok önemlidir. Her şeyi koklarım, kitapları, yemekleri, insanları... En sevdiğim sabahlar, göğsünde uyuduğum adamın kokusunun saçıma sinmesi ve esen rüzgarla o kokunun burnuma gelmesidir... O yüzden "You're coming up for air, happier down there in your aftershave ocean" fena halde dilime dolanmıştı. 

Bir gün 19378273. kere bu şarkıyı dinledikten sonra, aklıma esti Songkick'e girdim, ne zaman nerede konserleri varmış bakayım, dedim. O da ne, Stockholm'deki konserleri bizim bayram tatiline denk geliyor. Hemen Skyscanner'ı açtım, Stockholm biletlerine baktım, fiyatlar gayet makul. Bayram için kimseden daha cazip bir plan gelmeyince, kardeşim de "Evet kuzeyi ben de merak ediyorum." diyince, ortaya Stockholm ve Kopenhag'tan oluşan bir bayram planı çıktı. 

Plan dediğim de, İstanbul'dan Stockholm'e gidiş, Kopenhag'tan İstanbul'a dönüş biletimiz var. Arası yok. 

Ama bilirsiniz, bilet varsa gidilir. 

Üstelik de İsveç tam benim doğum günümde bana 6 aylık bir vize verirse, oh gezmelere doyulmaz. 


Arife günü, son hazırlıklarımızı yapıyoruz. Yazın  bana "Hadi gidiyoruz." dese biri, bir bikini, bir flip-flop, iki-üç elbise ve güneş kremlerinden oluşan ufacık bir çanta ile hemen hazır olur, o kadarcık eşya ile de oldukça şık ve iyi görünmeyi becerebilirim. Bronz ten ve güzel bir ruj olduktan sonra gerisi kolay.

Ama kış yolculuğu zor. Çorap, hırka, mont, atkı ayrı ayrı düşünmek, kombinlemek lazım. Hele ki benim gibi, yaz kış kalın kazak giymeyen, etek ve topuklu çizmelerle İstanbul kışını deviren biri için soğuk memlekete uygun valiz hazırlamak oldukça sıra dışı bir durum. Alışkın değilim bir, dolabımda öyle kıyafetler yok iki.

Kardeşim, "Hani bu tarihlerde İsveç'e gidiyoruz ya, yazın da en sıcak zamanlarda bir çöl tatiline mi çıksak diyorum." diye dalgasını geçiyor. Minik seyahat çantamdan, en son Yunanistan tatilinden kalan after sun'ları çıkartıp yerine yünlü çorapları koyarken durumun ilk defa  farkına varıyorum ben. Uçak biletlerini almadan bir de hava durumunu kontrol etsem fena olmayabilirdi aslında, diye panikliyorum.

Annem bir tane! "Aman canım iyi yapıyorsunuz. Gezemeyeceğiniz kadar soğuk olursa, bir bara gider kafaları çekersiniz sıcak sıcak." diye önce gazı veriyor, sonra da Stockholm pahalı şehir, para hesabına girip tatili zehir etmeyelim diye kredi kartını...


Sonunda hazırız! 

Valizlerimizi alıp, evden çıkıyoruz. Çok matrak bir mahalle bakkalımız var bizim. "Ne bu böyle biriniz denize, biriniz dağa gidiyorsunuz bayramda galiba." diye takılıyor bize. Bakıyoruz tipimize: Kardeşim botları, şişme montu ve sırt çantasıyla. Ben mini elbise, ince çorap ve zamanında work&travel sebebiyle Amerika'dayken birkaç günlüğüne Las Vegas'a giderken minik valize ihtiyaç duyup aldığım ve o günden beri benimle her tatile gelmiş renkli puantiyeli çantamlayım. Gerçekten kış tatili uymuyor tipime ve alışkanlıklarıma. Gülmeye başlıyoruz. 



Babamla buluşup, Suna'nın Yeri'ne gidiyoruz, boğaza karşı güzelce balıklarımızı, mezelerimizi mideye indirip, laflıyoruz, bayramlaşıyoruz. Sabah bizi hava alanına bırakıyor. Ve bizim bayramımız resmen başlıyor.

Sabiha Gökçen çılgın kalabalık. Harç pulu sırası 45 dakika, Pegasus check-in sırası 1 saat, pasaport kuyruğu bir saatten de uzun sürüyor. Sonunda çıkışımızı yaptığımızda uçağımızın yanında  "last call" uyarısı çıkmaya başlamış durumda.

Free shopta takılırız geniş geniş, Wing Lounge'a gider yer içeriz, kısmı yalan oluyor. Aceleyle uçağa yetişiyoruz, bir şeyler yiyip içiyoruz ve Stockholm'deyiz.


Havaalanından bizim Havataş benzeri Swebus'lara biniyoruz. İki kişi 158 SEK (yaklaşık 45TL) karşılığında Central Station'da iniyoruz.

Kalacağımız hostel Gamla Stan denilen bölgede. Central Station'a yürüme mesafesinde. 
Ve Stockholm'e gitmeye niyetliyseniz, Casanea Old Town Hostel'in adını bir kenara not edin, şiddetle tavsiye ederim. 


Ben deniz güneş tatili yapıyorsam, kaldığım otel güzel olsun, lüks olsun, kendimi iyi ve özel hissettirsin isterim. Ama eğer dışarıda keşfedilecek çok şey varsa, özellikle çok güzel otellerde kalmam. Çünkü otel çok güzel olursa, insanın dışarı çıkası gelmiyor. Ah balkondan görünen manzaranın tadını çıkartalım, ah küveti doldurup keyif çatayım, lobi çok güzel biraz da şurada takılalım derken zaten tatilin yarısı uçup gidiyor. 



Gamla Stan, Old Town anlamına geliyor. Stockholm'u oluşturan adaların birbirine bağlandığı nokta. Alman mimarisinden esinlenmiş, oldukça da turistik harika sokakları olan bir bölge. Stockholm Katedrali, Royal Palace, Nobel Müzesi gibi turistik binalar da yine burada. 

Castanea Old Town Hostel'in olduğu sokak da yine bölgedeki diğer bütün sokaklar gibi çok şık, tipik bir arnavut kaldırımlı, bitişik binalardan oluşan bir Avrupa sokağı.


Hostel de tam bir minik IKEA. Biz dormitory şeklindeki odalarında değil, iki kişilik odalarından birinde kaldık. Üç tane odadan oluşan en alt kattaydık. Çok temiz, çok sakin ve çok minnoştu. 

Merak eden, tatil planlayanlar için ara not: Gecesi iki kişi için 612 SEK, yani yaklaşık 170 TL idi. Stockholm'den bahsediyorsak çok uygun bir fiyat olduğunu söylemeliyim, iki kişilik akşam yemeği bundan çok daha fazla tutuyor çünkü.



Ben tabii ki hemen saten çarşaf, alkol, marketten aldığımız ganimetlerle daha bana göre bir mekana dönüştürdüm, minicik ikea odamızı birkaç dakikada. :)



Gamla Stan'e sadece tarihi bir bölge demek de yanlış olur.  Rehber "offers the contemporary comforts of waffle cones, tourist treasures and kitsch craft boutiques" olarak bahsediyordu bu semtten. Gerçekten de çok keyifli butikler var sokaklarda.








Tek zayıf olduğu nokta, gece kısmı. Belli bir saatten sonra, sokaklar oldukça boşalıyor. Gece yarısından sonra yapabileceğiniz tek şey, Seven Eleven'dan kahve almak.

Bir de bantları deneyebilirsiniz tabii. Soğuk havada sigara içmek zor olduğundan geliştirildiği şeklinde bir tez oluşturdum ben. Sigaraların hemen yanında, bir buz dolabının içinde, silindir kutular mevcut. Her sigara markasınınkini bulmak mümkün. Bir bant, dudağınızın içine yapıştırıyorsunuz, mentol ve nikotin bombası. İsveç'e özelmiş...

24 Ekim 2012

Hayat benim her anımı yaşadıkça sevesim var. Aldırmam hiç yağmurlara. Benim güzel hatalarım var.

Dudağımda bir tebessüm.

Gidiyorum.

Bu sene leyleği havada gördüm. İlk defa bir sene içinde bu kadar çok seyahate çıktım: Milano, Beyrut, Yunan Adaları'ndan sonra şimdi de istikametim Stockholm ve Kopenhag!



El öpelim, ailece buluşalım zamanları değil bayram benim için. Tatil bahanesi. 

Hani bunaldım kaçıyorum gibi bir durum da yok ortada. Aksine inanılmaz eğlendim son birkaç günde. 

Ev alma komşu al derler.

Benim bir komşum var, senelerce aynı ofiste çalışıp, aynı sokakta yaşadıktan sonra komşu olduğumuzu fark ettiğim... Matrak, güzel, becerikli, özgüvenli, rahat bir dişi. İnsan kendini onun yanında iyi hissediyor. 




Bir de bir minnoş köpeği var, hayatımda gördüğüm en tatlı yaratık. Kendi boyunda bir köpekli pofuduk bir terlik var, kocası sanıyor onu. Kocasını alıp kaç, saatlerce koş oyna bütün hayatını derdini tasanı unut. 




Geçenlerde bir gün ofis, Emniyet, okul üçgeni arasında koşturduktan ve okuldan çıktıktan sonra, iki şişe bira kaptım, eve geçmeden komşuma bir uğrayayım dedim. Şöyle bir saatliğine...Aşk acısı çeken küçük kuzenine akıl vereceğiz derken, plaklar, şaraplar, sohbet muhabbet, geçerken uğrayan insanlar... Hem şişelerin dibini hem de sabahı gördük. 




Cumartesi akşamı yine gecemiz birlikte başladı, komşucuğumun leziz mojitoları ile...




Oradan hooop Mojo'ya geçtik beraber Jukebox dinlemek için... Mojo yenilenmiş, güzelleşmiş. Üst katında sigara içilebilen bir bar alanı olmuş, alt katında canlı müzik performanslarına devam... 



Birlikte çılgınlar gibi dans ederken ve bir sürü tanıdık insan görüp ayak üstü laflamanın tadını çıkartırken ve kafam oldukça güzelken.... 

Şak diye çıktı karşıma.  Gülümseyerek bana bakıyor ve kısalarak rengi açılmış saçlarımın çok yakıştığını, abartmadığını kendimi bulduğumu söylüyordu.

Daha önce ben onunla birlikte çok zaman geçirirken, ayaklarımı yerden kesen saatlerce liseli kızlar gibi whatsuptan yazıştığım bir adamken, herkes soruyordu  "Ben bir şeyler duydum. Peki şimdi o senin neyin?" diye. Onlar benden çok başka bir cevap beklerken, dürüstçe "Sakallarına, sigara içişine, kokusuna, arkasından omuzlarına bakmaya hastayım. Aşırı erkeksi buluyorum onu. Hepsi bu." diyordum. Karşımdaki ağzı yamulmuş ne diyeceğini bilemez halde suratıma bakarken, keyifle gülüp, geçiyordum.  

Yazın son demlerinde birlikte gezdik, tozduk, eğlendik, birbirimize "domina", "paşa" ötesinde  sıfatlar vermedik, birbirimizin hiçbir şeyi olmadık. Ne birbirimizin hayatına girmeyi becerebildik, görünen o ki ne de tamamen çıkmayı...

O gece yine karşımda, elimden tutmuş muzur muzur gülümseyerek "Seni sahne önüne kaçıracağım." diyor. Birlikte shotları deviriyoruz, avaz avaz şarkılara eşlik ediyoruz, çılgınlar gibi de dans ediyoruz. Arkadaşlarımın şok içinde kafa hareketleri ile "Noluyor? Bu kim?"lerini savuşturuyorum. Çok eğleniyorum, umurumda değil. 

Bırak tutma beni. Kaybetsem de üzülmem asla. Ne boş kaygıların, korkma bana hiç bir şey olmaz. 'Yanlış' 'doğru' gibi eksik kalan bir satırsa... Ben böyleyim kendi yolumda. Hayat benim, her anımı yaşadıkça sevesim var. Aldırmam hiç yağmurlara. Benim güzel hatalarım var. Bir an bile vazgeçmedim kendi yolumdan."


Bayram tatilinden bir gün önce ofiste bayramlaşıyoruz. Patronlarımız birer zarf içinde bayram harçlığı dağıtıyor bize. Yıllardır aynı ofisteyim, ilk defa böyle bir şey oluyor, süpriz! Bayram harçlıklarımızdan ilkini patronlarımızdan almış oluyoruz. 

Çantamda harçlığım, okula gitmek üzere ofisten çıkıyorum, bir arkadaşım arıyor. "Akşam ne yapıyorsun?" diye. Okuldayım dokuza kadar, diyorum. Bana süprizi olduğunu söylüyor.

"Yarım günde iki süpriz birden, bu tatil çok iyi geçecek" diye düşünüyorum. 

Çok uzun zamandır yapmak istediğim bir şeyi yapıyorum. Çok abuk, çok eğlenceli. Burada satır arasında değil, apayrı bir yazı olarak anlatacağım tabii ki. :)

Ertesi sabah uyanıp, sabah kahvemi içerken onunla telefonda geceyi anıyoruz, kahkahalar atarak. "İyi ki  seninle ben yirmili yaşlarımdayken tanışmamışım." diyor. Telefonu kapatırken, "Başka bir şey var mı isteyip de yapamadığın, gerçekleştirmek istiyorum" diyor. 

Aklıma geçen gün komşumda yaptığımız sohbet geliyor. Bizim yaş grubumuzdaki adamların gereğinden fazla kendi hayatlarına odaklı olduğu, yaşça daha büyük adamların bizi daha mutlu edebileceği ve benim inatla karşı çıktığım sav... Belki de doğru, diye düşünmeye başlıyorum ilk defa. 




Seyahatim için, en kalın kıyafetlerimden minik bir valiz hazırlarken, karşıma bir makale çıkıyor. 

"Duygusal hayatımız eksikliklerimizi ortaya koyar: Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan bir varlığın hiç bir zaman korku, üzüntü, umut ve kızgınlık sebebi olmaz."

[Our emotional life maps our incompleteness: A creature without any needs would never have reasons for fear, or grief, or hope, or anger.]

James L. Harmon, Rilke'nin "Genç Şair'e Mektuplar"ından esinlenip, kültürel ikonlardan yola çıkarak,  yüzyıl sonra daha güncel ve modern bir gençlere tavsiyeler kitabı kaleme almış. Makale,  kitapta yer alan Martha Nussbaum'un mektubundan sıkı bir alıntı içeriyor. 

"İç dünyanızı bastırmayın." diye başlıyor. Hepimizin bir yandan oldukça dış görünüş meraklısı olup, en son çıkan obje ve dedikodularla meşgulken, diğer yandan da rahatımız ve kurtuluşumuz için çaresizce bir başkasına muhtaç olduğumuzu açıklıyor. Hakimiyetimizin ve özgürlüğümüzün arttığını sanırken aslında korku verecek derecede zayıf, tamamlanmamış ve başkalarına bağımlı hale geldiğimizi iddia ediyor.

Bağımsız, güçlü ve kendi kendine yeter olmaya çalışırken, duygularımızdan utanmaya başladığımızı ve onları sürekli bastırdığımızı, bunun sonucu olarak da ne hissettiğimize ve neye ihtiyacımız olduğuna yabancılaştığımızı açıklıyor. Bunun sonucunda da daha agresif  olduğumuzu ve zengin bir iç hayatın eksikliği yüzünden depresyona kapılmaya daha yatkın olduğumuzu... Dış dünyada sahip olduklarımızla kendimizi ölçerken, iç dünyamızda meydana gelenler için çok hazırlıksız kaldığımızı....

"Kendini seven bir insan, ihtiyaçlarından ve eksikliklerinden ürkmez, onları kabul eder ve bunları ifade edebilmeyi öğrenir. Anlatabilmek, gelişmekte önemli bir rol oynar. Başkaları hakkında hikayeler anlatmak, başkalarının çeşitli durumlarda ne hissedeceklerini anlamamızı sağlarken, aynı zamanda kendimiz hakkında da bir şeyler öğrenmemize yarar. Büyüdükçe, filmlerde, görsel sanatlarda, müziklerde çok daha karmaşık hikayelerle karşılaşır, böylece insanların hisleri ve iç dünyamız hakkında daha zengin ve iyi bir kavrayış geliştiririz. Bu yüzden iç dünyanızı bastırmayın, bunun yanı sıra bol bol okuyun, bol bol müzik dinleyin. Böylece içi boş kendinizle baş başa kalmaz, daha zengin bir hayata sahip olur ve başkaları ile daha güzel iletişim kurarsınız." diyor. 

Orijinalini okumak isterseniz buradan buyurun. 

Ben çok beğendim. Bu tatil için havalı bir kaçış organize edemeyenlerdenseniz, Martha Nussbaum'un tavsiyelerine kulak verin, bol bol film izleyin, müzik dinleyin, bu sayede bastırdığınız duygularınızı ve ihtiyaçlarınızı keşfedin. Bu tatili kendinize adayın.

Benimse zaten şu aralar hali hazırda duygularım bastırılmamış, şiddetli. O yüzden gönül rahatlığı ve keşfetme aşkı ile şimdilik başka diyarları görmeye gidiyorum, sizi bir kaç günlüğüne terk ediyorum. Dolu dolu fotoğrafla ve keşifle çok kısa süre sonra tekrar burada olacağım. 

Stokcholm ve Kopenhag ile ilgili bana tavsiye uçurmak isterseniz: e.sezenturker@gmail.com.

Hepinize harika bir bayram tatili diliyorum. Tadını çıkartın, önümüzde uzun bir süre başka tatil yok malum....

21 Ekim 2012

Güzelleş be kızım, şimdilik ölümüne kadar hayattasın!

Bir hafta sonra tekrardan, yine bir duruşma için Adana'ya doğru yoldayım. Trafik korkunç, Havataş'taki herkesin derdi uçağı kaçırmak. Bu ortak endişe bir ortaklık doğuruyor, ön ve arka koltuk ile "Sizin uçağınız kaçta?" sorusuyla başlayan diyalog sohbete dönüşüyor. Arayıp bomba ihbarı yapmaya karar veriyoruz. O yemezse, Antalya hala 30 dereceymiş, kaçırdığımız uçakların arkasından el sallar, en son uçakla Antalya'ya gideriz, diyoruz. Sonuç olarak check-in kapanmadan önceki son dakikada uçuş kartımı basıp, topuklularım üzerinde uçağıma biniyorum.

Uçak yurtdışı aktarmasıyla gelen gurbetçilerle dolu. Bunun ne demek olduğunu bilirsiniz, her sırada en az 2 çocuk ve ağlayan çocuklara "Annesiz kal e mi Allah'ın belasi!" diye bağıran anneler. Ve gereğinden fazla yüksek sesle konuşan "Alles klar!"cı gençler. Bir beyaz şarap söylüyorum. Kafam güzelleştikçe, çocukları susturmak için çocuklardan daha çok ses çıkaran anneler komik gelmeye başlıyor. 

Dergi karıştırmaya başlıyorum, Çok Gezenler Klubü'nun bu ayki tüyoları İstanbul'dan. Çok frapan çok süpriz adresler yok, ama uzun zamandır yapmadıklarımı hatırlatıyor, ajandama notlar düşüyorum: Bankalar Caddesi'ndeki Bank'a gitmek ve Hiç'e uğrayıp evin boş köşeleri için ganimetlerin peşine düşmek...



Ve hoop Adana'dayım. Beni gören herkes "Bu hafta geçen seferkinden oldukça farklı ve iyi görünüyorsun." diyor. Bunda tabii cilt bakımımın ve yenilenmiş röflelerimin etkisi vardır ama asıl neden bu değil biliyorum. Kafam rahat çünkü. Bir beklenti içinde değilim, düzelmesini beklediğim bir ilişkim yok. 



İnsanın aklını bir beklenti ve belirsizlik içinde olması kadar yoran ikinci bir şey yok bence. Sadece ilişkiler bakımından da söylemiyorum bunu. İş, arkadaşlar, aile, ev.... Elden gelenlerin yapıldığı ve yolunda gitmeyen şeyin karşı tarafa havale edildiği durumlarda "sürekli bekleme" hali inanılmaz çaresiz ve inanılmaz enerji sömüren bir durum. İşsizsinizdir iş başvurusu yapar, sanki gelen maile 10 saniye içinde cevap yazmazsanız şansınızı kaybedecekmiş gibi aralıksız inboxınızı kontrol edersiniz, hafta sonu için bir plan yapmadan önce her an içten içe o adamın sizi bir yere davet etmesini umarsınız, yurtdışında bir okula müracaat eder oradan onay veya red gelinceye kadar başka bir işle uğraşamaz olursunuz.... Olumsuz da olsa kesinlik bir cevaba sahip olmak güzeldir. Yeni planlar yaptırır insana, yeni hayaller kurdurur.



Sabah Mehmet Öz'ün üvey dayım olduğunu düşünmeme neden olan, tabii ki anneannem tarafından hazırlanmış kahvaltı sofrasına uyanıyorum. Sabahın köründe kalkıp hazırladığı kepekli undan börekler, çok faydalı olduğu icin yemek zorunda olduğum maydonoz ve hücre yenilediği için nar suyu. Bir de yüz silmek için bitkisel karışımlar... "Amanın! Ben ne kadar sağlıksız beslenip, nasıl kötü bakıyorum kendime!" diyorum. Resmen gözüme sokulmuş oluyor ne kadar sağlıksız yaşadığım. Sushi, tost ve filtre kahve üçgeninden çıkmak için telefonuma "Evde yemek yap ve sağlıklı şeyler ye!" diye kendime her güne hatırlatma kurmaya kalkıyorum. Anneannem hemen başlıyor: "Ne o darlingle mi yazışıyorsun?" 

Darling! Ne tatli kelimedir... Anneannemin ağzından duymak da çok tatlı!

Daha tatlı olan başka bir şey daha var: Dört senedir ilk defa "darling" yok hayatımda! 

Yıllardır her bir ilişkinin sonunda, biraz kendi halime kalayım, derken,  hoop bir hafta dolmadan bir bakarım başka bir adamla elele yürür bulurdum kendimi. Bir tutam pervasızlık, bir tutam flörtözlük, bir tutam şans...

Ve o an "darling" olmaması yüzünden, kendimi çok hafif, çok özgür hissetmeye başlıyorum.



Kahvaltıdan sonra, Orhan Gencebay coverlari eşliğinde annemin eczanesine gidiyoruz. O patron ben asistan, çay kahve servisi yapıyorum.


Öğlen adliyeye gidip cübbeyi giydim mi durum değişiyor, ben patron, annem soför!

Duruşmadan çıkışta Adana'ya yeni açılan bir cafeye gidiyoruz: Cosecha! 




Dekorasyonu çok güzel, tuvaletinde tek kullanımlık diş fırçasından günlük pede kadar ihtiyaç duyulabilecek her şey olması çok ince ve yemekler leziz... Karides, kalamar ve somonlu bir pizza yiyoruz. Yanında da avokadolu parmesanlı bir salata. Söylememe gerek yok tabii, İstanbul'dan sonra fiyatlar çok makul.





Planlarıma göre, öğlen uçağı ile geri dönüp okula derse yetişeceğim. Kebap yemeden dönmek içime sinmiyor. Uçak biletimi geceye zıplatıyorum. Kuaför ziyareti, biraz dergi karıştırıp tembellik derken akşam yemeği saati geliyor.

Bu sefer istikamet Kazancılar






Dönüş yolunda kendimi çok iyi, ne istersem yapabilirmiş, hiçbir şey ters gidemezmiş, gitse de çok derdim olmazmış gibi hissediyorum. Fark ediyorum ki, en sevdiğim pervasız ruh halim geri dönmüş. Tam zamanında! 

Kaybediyorum çünkü bu ruh halini bazen, daha şabloncu, daha mükemmeliyetçi, daha mutsuz ve takıntılı oluyorum. Nasıl kaybettiğim ve nasıl tekrar kavuştuğum konusunda kontrol sahibi değilim.

Dönerken, evernote'da yeni bir not açıyorum ve yapmak istediklerimi listelemeye başlıyorum. Liste uzadıkça uzuyor, keyifleniyorum. Daha yaşanacak, yapılacak çok şey var. Önümdeki birkaç sene çok yoğun, çok hareketli, çok çalışmalı geçecek!

Bir sorun kendinize: Siz ne zamandır liste yapmadınız ne zamandır olağan döngüye kapılmış sadece yapmak zorunda olduklarınızı yapıp günlerinizi boşa harcıyorsunuz acaba? 

Erteleye erteleye bir hal olduk bazı şeyleri zaten, daha fazla ertelemeyelim, bu kış hayata yeni bir alışkanlık ekleme, yeni bir maceraya atılma, ertelenen bir hayali gerçekleştirme zamanı olsun! 

Şahsen ben listemdeki 39 madde için derhal icraata geçmeye, onları tamamladıktan sonra, şöyle bir hayat yaşamaya karar verdim:



Mutlu mutlu eden bir şarkıyla da kapanış yapalım: It's your day!


DipNot: Başlık Ağır Roman'dandır. Orijinali de: "Güzelleş be oğlum, şimdilik ölümüne kadar hayattasın!"

14 Ekim 2012

Bir daha asla yapmam dediğimiz hataları yapıp, başka kişileri, bambaşka duygularla sevmiyor muyuz? Bu olaylarda kişilerin bu kadar önemi var mı sizce?

"Ben isterdim ki, deodorant reklamlarındaki gibi biriyle çarpıp tanışayım, ya da barda çakmağımı isteyen bir adam, üç saat sonra beni Maldivler’deki yazlığına çağırsın ve orada evlenip mutlu olalım."

Canınız sıkkın olduğunda ne yaparsınız?

Kadınlar bakımından genel olarak bu listede alışveriş yapmak ve kuaföre gidip saçı kestirmek veya boyatmak başı çeker. Muhtemelen bunun da altından kalkılamayan bir kredi kartı ekstresi ve "aslında saçımın eski hali daha güzeldi" pişmanlığı gibi bir sonu olur.

Bir de kız arkadaşlarımızla buluşup her detayı anlatırız. Özellikle de konu erkek meselesiyse, üç gün önce öve öve bitiremediğimiz adamı bu sefer yerin en dibine sokarız.

Ben canım sıkıldığında kitap okurum. Bambaşka hayatlara dalıp kendiminkini unuturum veya benim yaşadıklarıma benzer hikayelerde teselli bulurum. Başka hiçbir şey bana kitap okumak kadar iyi gelmez. 

Bir de canım sıkkın olduğunda kesinlikle daha üretken oluyorum. Daha çok çalışıyorum, daha çok yazıyorum, daha çok geziyorum. Kendi beynimde dolanan düşünceleri bastırmak ve onlardan kaçmak için başka bir şeylerle uğraşıyorum.



Bundan birkaç ay önce karşımda beni çok iyi tanıyan, benim bir ilişkiye motive kalabilmem için bir erkeğin neler yapması gerektiğini anlatırken ağzımı açık bıraktıran, bana yoğun çalışsa dahi hep zaman ayıracağının ve hiçbir zaman kendini dışarıya kapatmış her şeyi baş başa yapan çiftlerden biri olmayacağımızın sözünü veren bir adam vardı. Bana o kadar tatlı bir şekilde beni hayatında ne kadar çok istediğini anlatıyordu ki, o dönem hayatımda pekala çok hoşlandığım başka bir adam olmasına rağmen, eridim bittim, ondan başka herkesi hayatımdan ihraç ettim ve onunla bir maceraya atıldım.

Peri masalı gibi başladı, ayaklarım yere basmıyordu. Kadınlar mutluyken güzelleşir ya... Dünya bir anda olduğundan daha güzel gelir ya... İlişkiyle alakasız bütün problemler bile kadının gözüne daha kolay görünür ya... Öyle bir dönemdi benim için. İnancımı kaybettiğim her şeye yeniden inanmaya başlamıştım. 



Sonra her şey değişmeye başladı. Adamın işi, adamın sporu, adamın maçı, adamın toplantıları. "Eee ben bu hayatın neresindeyim?" diye isyan etmeye başladım. 

Ben inanmıyorum çünkü, bir insanın hayatında gerçekten istediği bir kadına jestler yapamayacak, onunla görüşemeyecek kadar yoğun olabileceğine... Ben de ev hanımı değilim ki, çalışıyorum, yüksek lisans yapıyorum, geziyorum, tozuyorum, kadın olmanın doğal sonucu bakımsal meselelere haftada ciddi mesailer harcıyorum. Benim zamanım varsa onun da olabilir. İsterse tabii. 

Yeni yaşımın ilk akşamında, çok net anladım. Demiyordum ki, hayatını bana ada, işi gücü bırak benimle ilgilen. Ama doğum günümde bile bana bir şirinlik yapmayan, beni havalanından karşılamak gibi bir süpriz yapmak yerine evde fosur fosur uyuyan bir adam istemiyordum hayatımda. Ne sevgililerim oldu, bana inanılmaz süpriz partiler organize eden, nereye gidersem gideyim havaalanı kapısında kollarını açmış kocaman bir gülümsemeyle beni bekleyen... Oluyor yani böyle şeyler gerçek hayatta, gördüm.




Adam ne dedi? Konuşalım. Ne konuşacağız? Daha farklısını şu an yapamayacağını anlatacak, hiçbir şey için söz veremediğini, ama beni hayatında istediğini... Ütopya yani. Hiçbirimizin hayatında hiçbir zaman her şey mükemmel olmayacak, olsa zaten yazının en başındaki cümle gibi olaylar olurdu, hepimiz güllük gülistanlık yaşardık. Önemli olan her şey yolunda gitmediğinde de bir insana sevgini gösterebilmek. Minicik jestlerle de olsa... 

Beni hep fevrilikle suçlamıştı. Bekledim. Bomboş cumartesisinde gelsin özür dilesin, gönlümü alsın, kendini anlatsın. Yapmadı. Onun yerine bir daha kapıştık gecenin bir vaktinde. 

Saat 4:00, ben harika bir ev partisindeyim, keyfim de bayağı gıcır esasen. Çok tatlı iki komşumla tanışmışım, yanımda birlikte vakit geçirmekten çok hoşlandığım Martha ve Rüya var, Rüya'yı bundan sonraki ilişkilerimde koçum olarak atamaya karar verdiren hikayeler dinliyorum, İstanbul'da yaşayan bambaşka ülkelerden gelmiş renkli insanlarla tanışıyorum...

Adam "Senin istediğin gibi bir sevgili olabilmem için zamana ihtiyacım var." dedi. Ne kadar zaman? Ben beklediğimde elime ne geçecek? Harika bir ilişki sözü verebiliyor musun? Yok. Bir de "Sen böyle düşünüyorsun, olaylar benim açımdan daha farklı" dedi. "Gel o zaman konuşalım." dedim. Yarın toplantı için Avrupa Yakası'na geçecekmiş, ondan sonra konuşurmuşuz!! Yol üzerinde uğramanı değil, benim için gelmeni istiyorum, şimdi gel dedim. Gelseydi, erir biter kavga bile edemez, her şeyi unuturdum. O ne yaptı? 25 TL taksi parası veya 1 saatlik uykuyu benim için feda edemedi.  Hiç huyum değildir ama bir şey görüp onu özlememe neden olabilecek her yerden sildim ve engelledim.


Üzüldüm. Onu kaybettiğime değil. Kaybettiğim bir şey yok.  Beni üzen, cadolozlaştığımda gelip sarılıp beni ne kadar sevdiğini söyleyemeyen, biz olabilmemiz için egosunu arka plana alamayan, gerektiğinde beni silkeleyip kendime getiremeyen bir sevgili.... Sonuç olarak boktan bir sevgili olmuş oluyor. Bambaşka bir şey hayal etmiştim, ona üzüldüm. Bir de Mr. Prozac kadar harika bir ismi bu kadar hak etmeyen bir adamda harcadığıma...Partiye mola verdim, bir şişe rom aldım ve bana leziz bir kokteyl hazırlamayı vaad eden adamın kokteyllerine bıraktım kendimi. İşe yaradı. 

Sonra da kendimi Oben Budak'ın "Falan Filan"ına vurdum. Edebi bir şeyler, harika bir kurgu, şaşırtıcı bir içerik bekliyorsanız avucunuzu yalarsınız. Seks içeriklerini okurken huzursuz oluyorsanız, kitaptan nefret edersiniz. Kızkıza dedikodu kıvamında arsız detayları olan, aşk maceralarının kitabı bu. Bana Fransız kız arkadaşım ile, Berlin sokaklarında marketten aldığımız birer şişe şarap ile fısır fısır yaptığımız sohbetleri anımsattı. 

Özellikle de final cümleleri bence her kadının kulağına küpe olması gereken cümleler. Hep unuttuğumuz bir gerçeği hatırlatıyor:

"Kişiler değişse de yaşadığımız hep aynı değil mi? Bütün duygular aşk-ayrılık-ihanet ve seks arasında gidip gelmiyor mu? Bir daha asla yapmam dediğiniz hataları yapıp, başka kişileri, bambaşka duygularla sevmiyor muyuz? Bu olaylarda kişilerin bu kadar önemi var mı sizce? "




Ve kitapta bayıldığım diğer cümleler ve paragraflar:

- "Adrien beni terk ediyor. Tek yaptığı bu... Onun zaten tek hamlesi oldu bu dört yıllık ilişkide. Sadece evi terk ederken eylemde bulundu. Beraber yaşadığımız evi o bulmadı, yemek yapmadı, ortalığı temizlemedi, tatil planları yapmadı, bilet kuyruğunda beklemedi, doğum günlerinde hediye almadı, D&R’dan film bile seçmedi. Hiçbir şey yapmadı, sadece terk etti."

- "Aynı acıyı binlerce kez yaşamanıza ve bunun geçici bir süreç olduğunu bilmenize rağmen aşk acısı çekmek tuhaf! Şu an hatırlamıyorum sayısını ama kabaca hesaplarsak 15 senelik bir aşk tecrübem var. Nereden baksanız sağlam bir kariyer bu."

- "Önce kedi alan sonra ortak ev alır, sonra yazlık alır. Hayatları boyunca hiç gezmeden tozmadan ruh hastası gibi o evlerin taksidini öder, yaşlanınca da gider orada emeklilik hayatını sürdürür. Yani bu anlattığım ortalama bir türk ailesinin en büyük hayalidir zaten."

- "Hem şaşırmış, hem sevinmiş, hem istekli, hem vermeye hazır, hem de umurumda değilsin anlamlarını tek bir cümlede toplamaya çalıştım ama olmadı."

- "Sanki aldığım nefesi damarlarıma o pompalıyor, kanımı o temizliyor gibi hissettiğimden ayrılınca direkt ölüyorum zannettim."

- "Bok varmış gibi saati 09:30’a kurduk ki kahvaltıyı kaçırmayalım. Zaten bu kahvaltı meselesinden ne rüyalar, ne orgazmlar ne güzel uykular kaçmıştır. Bu açlık ne yahu. Evinde olsan dünden kalma ekmeklerini hafifçe ısıtıp bir dilim beyaz peynir ve taze demlediğin çayla kahvaltıyı geçiştireceksin ama oteldesin diye krallara layık bir kahvaltı etmek zorundasın. Sanki her sabah sevgiline ve kendine upuzun bir ziyafet sofrası hazırlıyorsun, 11 çeşit peynir,  15 çeşit zeytin ve binlerce gereksiz hamur işi olmadan kahvaltını edemiyormuşsun gibi ne saçma öyle değil mi?"

Ve kitapta da geçen çok tatlı bir şarkıyla kapanışı yapalım, yeni başlangıçların şerefine dans edelim: Groove is the heart!



Dip Not: 

1) Yazıdaki tırnak içindeki bütün cümleler Oben Budak'ın "Falan Filan"ındandır. 
2) Bütün görseller Sex and the city'den. 
3) Bir de kafamın karışık olduğu günlerde yazdığım yazılara yaptığınız yorumlar için çok çok teşekkür ederim. Daha objektif bakabilen insaların görüşünü almak şahane.


12 Ekim 2012

Valizler topladım, biletler aldım, mektuplar yırttım, kadehler tokuşturdum, tabaklar kırdım, kahkahalar attım, ağız dolusu küfürler ettim... Ve bu arada 26 oldum.

Hayatımın ilk çeyreğini geride bıraktım.

25 yıla o kadar çok şey sığdı ki... Bir çok insan tanıdım, kimisi teğet geçti, kimisi öyle bir yerleşti ki hayatıma, artık onlarsız olmaz.

Farklı farklı işlerde çalıştım. Güzel paralar kazandım, hep kazandığımdan daha fazlasını harcadım.

Yanaklarım patlayacakmış gibi görünecek kadar kilo aldığım da oldu, "Aman! Yok olmuşsun, çökmüşsün!" dedirtecek kadar zayıflayıp sağda solda bayılmaya başladığım da... Saçımı kırmızıdan sarıya renkten renge boyattım. Bazen kendimi inanılmaz güzel hissettim, bazen aynalara bakmaya tahammülüm olmadı.

Tutkulu aşklar yaşadım, kimisi sakin bitti, kimisi fırtınalı...


Bölündüm, dağıldım, toparlandım. Bazen hayata dair kafam çok karıştı, kayboldum, gücüm yetmedi, ne yöne gideceğimi bilemedim, çöktüm, sonra yine toparlandım. Sokakta çılgınlar gibi dans etme isteği duyduğum mutlu anlarım da oldu, yatakta yastığım sırılsıklam olana dek kendimi susturamadan ağladığım gecelerim de...

Valizler topladım, biletler aldım, mektuplar yırttım, kadehler tokuşturdum, tabaklar kırdım, kahkahalar attım, ağız dolusu küfürler ettim... Dünyayı unutacak kadar eğlenceli günler ve geceler de geçirdim, eğlenmeyi unutacak kadar çok çalıştığım günler de...

Hayaller kurdum, planlar yaptım, sonra onları unuttum.

Mümkün olduğunca kendimi dinledim, hep sordum: "Ben bunu istiyor muyum?" Ben bu işte çalışmak istiyor muyum, ben bu adamı hayatımda istiyor muyum, ben bu evde yaşamak istiyor muyum, ben bu insanla vakit geçirmek istiyor muyum... Evetse cevabım gözümü kararttım yaptım. Hayırsa döndüm arkamı gittim.

Şuursuzlukla suçlandım. Aynı zamanda "Helal olsun!" diye takdir edildim. Başka başka kişiler tarafından tabii.

Bir yandan ciddiyet gerektiren bir sektörde çalışıp, diğer yandan eğlenceli bir kadın olmanın cefasını hep çektim. "Bakın siz fosur fosur uyurken, saatlerce göbeğinizi kaşıya kaşıya televizyon karşısında zap yaparken, benim bunları yazmam benim sizden az çalıştığım anlamına gelmez." cümlesini bu kadar doğrudan olmasa da defalarca kurdum. Bir halta yaramadı.

Anlatamadım, bu blogta görünenin sadece benim bir yüzüm olduğunu, hayatımın eğlenmekten ibaret olmadığını, ama eğlenceden de vazgeçmeye hiç niyetim olmadığını...Ve ikisinin farkını...

Bazen küçük bir kız çocuğu gibi hissettim kendimi, hoplayıp zıplamak, sarılıp sarmalanmak istedim. Bazen olduğumdan olgun hissettim, yüklendim her şeyi aldım başımı gittim.

Uykusuz gecelerimin ve içten gülümsemelerimin hatırası incecik çizgiler şimdiden gözlerimin etrafında belirmeye başladı. Umurumda olmadı. Ne de olsa yaşadıklarımın bir kaç seans botoks parasından daha değerli olduğunun farkındayım.

Son yaşımda, içimdeki fırtınalar duruldu. Kendi içimde, en azından daha öncesine kıyasla, bir denge buldum. Hafifledim, ferahladım. Kendimi tanıdım, kabul ettim. Olmadığım biri gibi davranmaya çalışmaktan vazgeçtim. Yeniden istediklerimi yapmaya başlamam, bana bir ilişkiye, bir de biriktirdiğim paralara mal oldu. Epeyce karda olduğumu düşünüyorum. :)

Son bir yılda, avukat olarak mesleğimde ilk yılı devirdim, Milano'ya Beyrut'a, Yunan Adaları'na gittim. Ekonomi hukuku yuksek lisansina başladım.


Yeni yaşıma gelince... Kutlamaya geçtiğimiz pazar günü Moda Teras'ta caz eşliğinde kız kıza dedikodu yaparak başladık.


Sonra salı günü, 9 Ekim akşamı, dersten çıktım, saat 21:00. Asıl doğum günümün başlamasına yalnızca saatler kala, yıllardır görmediğim ve birbirini hiç tanımayan iki arkadaşımla Peranostra'da buluşup, bir sürahi mojito söyledik. Benim kafamda Bırcımın hediyesi tavşan kulaklarım.... Saatlerce lafladıktan sonra (tabii ki en çok ben konuştum!), Mr. Prozac'in de aramıza teşrif etmesiyle Tektekçi'nin yolunu tuttuk.


Gecenin sonundan şu muhteşem kareyi de paylaşmazsam olmaz tabii :))


Doğum günümün sabahında ofise gidip, çalıştıktan sonra akşam koşa koşa havaalanının yolunu tuttum. Elimde doğum günüm dolayısı ile aldığım harika dilekler, zevkli güzel hediyelerle Adana' ya gidiyordum. Doğduğum yere...

Doğum günüm olduğu için planlamamıştım bunu; ama şahsi duruşmam tam da 11 Ekim'e denk gelmişti. Uçak rötar yapınca, hemen Arby'se oturup bir fast-food keyfi çattım.


Ve Adana'ya vardığımda tatlı bir süpriz beni bekliyordu.



Doğum günümü annem ve anneannemle şampanya yudumlayarak kapattım.

Ertesi sabah güzel geçen bir duruşmadan çıktıktan sonra, Adana'ya her gittiğimde yaptığım şeyleri yaptım. Optimum'daki İpekyol, Machka ve Fabrika'yı talan ettim.


Sonra Estemani'ya gidip, cilt bakımı yaptırdım. Oradan Doğan Abi'min ellerine kendimi bıraktım, "İstanbul bir saç görsün." diyerek hem saç kesimimi değiştirdim, hem koyulaşan saçlarımı yeniden sararttım. Ayak üstü çok özlediğim bir arkadaşımla karşılaştım, çok güzel denk geldi.

Ve tabii ki İstanbul'a dönmeden önce, kebapçı Mesut'un yolunu tuttum. Kebabımı, rakımı, şalgamımı, ezmemi mideye indirdim, üzerine de bir halka tatlı! Oradan doğru havaalanına....







Her yeni yaşıma başlarken sayfalarca yapılacaklar listem, hayallerim, dileklerim olurdu. Uçakta İstanbul'a dönerken, yine doğum günü hediyesi olarak aldığım güzel pembe defterimi açtım. Bu yaşıma ilişkin dilek ve yapılacakları yazmak için.

Yazamadım. Bulamadım.

Bu demek oluyor ki, yeniden kendimi hayatın akışına bırakacağım günler başlıyor. Tamamen spontane, bambaşka kapıların açıldığı bir yaş...

Ve yeni yaşıma seyahat ederek, şampanya içerek, kahkahalar atarak, sevildiğimi hissederek başlamış oldum. Çok iyi geldi.

Gökçem'in attığı "Bizim en çok 60 yaşımızda bile aşık olup evi barkı satıp başka bir ülkeye yerleşme  ihtimalimizi seviyorum" mesajı da hatırlattı bana aslında hiç büyümeyeceğimi...

İstanbul'a ayak bastım, hayatımda yolunda gitmeyen tek şey olan, beni mutsuz eden, yoran, üzen, aşağıdaki birbirine taban tabana zıt iki yazıyı yazmama neden olan ve beni kızdıran tek kişiye mesaj attım. Bütün içimi döktüm, yeni yaşıma taşımadım içimdekileri gizli gizli, beni üzecek şekilde, topu ona attım.

Hayatımın bu noktasında gerçekten mutlu ve şanslı bir kadın olduğumu düşünüyorum.

İçimde de öyle bir his var ki, bu yaşımda hayatımda inanılmaz şeyler olacak!

Pinterest'im

Instagram'ım