29 Nisan 2013

It takes as much energy to wish as it does to plan.*

Dilek dilemek...

Kendimi bildim bileli bu konuya bir ilgim var. Bazen saplantı denilebilecek boyutlara uzanıyor, bazen de "gelip geçici bir hevesmiş canım, bitti geçti." diyeceğim kadar azalıyor.

Dürüst olmak gerekirse, insanın, Allah'tan / Tanrı'dan / Evren'den / Meleklerden bir şey dilemesine karşı yaklaşımımın net olduğunu söyleyemem. Kuantum ile kafayı bozup doğru motivasyonla dilenen her şeyin gerçek olduğuna canı gönülden inandığım dönemlerim de oldu, kader denilen yazgının varlığını kabul ettiğim dönemlerim de... Bu konulara karşı ilgim yüzünden okuduğum kitapların etkisinden sanıyorum, o dönemlerde ne okuyorsam, yaklaşımım da okuduklarımın etkisi ile şekillendi.

Bu değişken yaklaşımlarıma rağmen, hiç değişmeyen bir tespitim oldu ki: Dilek dilemek insana psikolojik olarak iyi geliyor. Rahatlatıyor, umut veriyor, ne istediğini daha somut olarak görmeyi sağlıyor.

Bu nedenle de, dilek dileme ritüellerinin hepsini destekliyor, merak ediyor ve uyguluyorum. Türbe, kilise, dua, bir düşünce biçimi hiç fark etmez hepsine ilgiliyim. Çünkü bu ritüeller aracılığı ile o dönemde en çok neye öncelik verdiğimi, ne istediğimi somutlaştırmış oluyorum ve kendimi tanıyorum.

23 Nisan, tarihteki önemi ve tatil oluşu kadar, Aya Yorgi'ye gidip dilek dileme günü olduğu için de ayrıca anlamlı bir gün benim için.

O yüzden 23 Nisan'da Büyükada yolunu tutma planlarımızı yapıp, üstelik spiritüel dilek dileme etkinliğimize, bisiklet sürmeyi de ekleyerek, tatil gününü hem fiziksel hem de ruhsal bir aktivite günü olarak planladık.




Ben bütün gece "En erken vapurla gidelim. Sonra çokçokçokçok kalabalık oluyor." diye tutturduğumdan, vapur saatlerini kontrol ettik. Mr. Feelgood "Beni hiçbir kuvvet 6:50 vapuruna bindiremez." konusunda çok net bir tavır sergileyince 8:00 vapuru ile Büyükada yolu tutma konusunda uzlaştık.

Gelgelelim gece uyumadan önce, İngiltere vize başvurusunu yapmadığımızı hatırlayıp, onu aradan çıkarmaya karar verdik. Form inanılmaz detaylı olduğu için, ancak saat 3:00 gibi yatağa girebildik ve sabah çalan alarmlar pek umurumuzda olmadı. Sonuç olarak, ancak saat 11:00 gibi evden çıkabildik.




Ben bisiklete binmeyeli yıllar olmuştu.
Fenerbahçe'den, Bostancı'ya kadar bisikletlerin üzerinde gittik.
Tepede güneş... Çimlerde sohbet eden gruplar ve tek başına örtüsünü sermiş üzerine yayılmış kitap okuyan insanlar... Koşanlar, bisiklete binenler, balık tutanlar, ailecek sallana sallana yürüyenler... Pırıl pırıl görünen bir deniz... 

Sanki İstanbul'da değil de, yazlık bir yerdeymişim hissi...
Mestim tabii. 




Vapur yolculuğundan sonra Büyükada'ya ayak bastık. Hiç zaman kaybetmeden, yine bisikletlerin üstünde doğru Aya Yorgi'ye. Bisikletleri yokuşun başında bir yere kilitledikten sonra, hiç konuşmayarak 900 metrelik yokuşu tırmanmaya başladık.

Yokuş tıklım tıklım.




Mum alanlar, makara açanlar, "Tek celsede boşuyoruz." gibi sansasyonel çığırtılarla dilek sembolleri satanlar, yokuşu "Allah'ım bizi affet" diyerek çıkanlar, bir önceki sene diledikleri gerçek olmuş küp şeker dağıtanlar...




23 Nisan, Aya Yorgi Manastırı'na ismini veren Yorgi'nin isim günü. 

Efsanelerden bahsetmek gerekirse, bu kilisenin Bizans döneminde işgal altında kaldığında, kilise papazları kutsal eşyaları kurtarmak için toprağa gömer ve aradan yıllar geçtikten sonra, Aziz Yorgi'nin (St. George'un Yunancası) birinin rüyasına girerek, ona yokuşu çıplak ayakla, arkasına hiç bakmadan tırmanması gerektiğini ve çan sesleri gördüğü yerde toprağı kazmasını söyler. Bu kişi bunu yerine getirdiğinde gömülü eşyaları bulur. 

23 Nisan'da Aya Yorgi'de dilek dilemenin asıl ritüeli, hiç konuşmadan ve arkaya bakmadan, bir nevi meditasyon yaparak yokuşu çıkmak olmakla birlikte, yokuşun başında bir ağaca bağlanan makara ipini aça aça tepeye kadar çıkmak en popüler olan yöntem. Hiç koparmadan tepeye çıkanların dileklerinin gerçek olduğuna inanılıyor. 




Biz hiç konuşmadan yokuşu çıktığımızda, kilisenin kapısında şaka gibi bir kalabalık olduğundan, içeriye giremeyen insanlar artık dışarıdaki duvarlarda mumlarını yakıp dileklerini dilemeye başlamışlardı.



O yüzden kiliseyi boşverip, benim bu ritüeldeki en sevdiğim kısma geçtik direk: Yücetepe Kır Gazinosu'nun yolunu tuttuk.



Burası Büyükada'nın en yüksek noktasında bir restoran. Şahane bir manzara bakıyor.
Bir saatlik bir sıra bekledikten ve iyice acıktıktan sonra köfte, patates kızatması ve buz gibi bir biraya kavuşuyorsunuz.

Yıllardır çözemedim; buradaki köfte gerçekten çok mu lezzetli, yoksa yorulup bir de sıra beklerken çok acıktığım için mi bana bu kadar lezzetli geliyor?



Yücetepe Kır Gazinosu keyfinden sonra, aynen yokuşu inip, bisikletlerimizin tepesine tünedik. Bir ada turu yaptıktan sonra, klasiktir diyerek Prinkipo'dan dondurmalarımızı aldık, sahildeki mekanlardan birine tüneyip, ortalığın tenhalaşmasını beklerken birkaç kadeh daha tokuşturduk. 



Dileklerinizin akibeti için bir garanti veremem; ama İstanbul'a ve denize karşı, Ada'nın en yüksek noktasından bakarak köfte ve birayı indirmenin insanı gerçekten mutlu ettiği bir gerçek. 

Daha mutlu olmaya ihtiyaç duyduğunuz anlar için aklınızın bir kenarında bulunsun.


Dip Not: Ben bu adeti bilmiyordum, tüh kaçırdım derseniz, aynısı 24 Eylül'de de var, ajandalarınıza şimdiden işaretleyin, derim ben.

Dip Not 2: Başlık Eleanor Roosevelt'ten alıntı. 

1 yorum:

Adsız dedi ki...

dilek/yardım dilediğinin kendisi yardıma muhtaçken ve kendisi yaratılmışken dilek ve yardımı gerçek kaynağından istemek gerekir,yani yalnızca Allah'tan.
Allah aracılar olmaksızın kendisinden yardım dilenmesini istiyor,zaten kitabında kendisinden bahsettiği gibi O; bize şah damarımızdan bile yakın,dua edenin duasına cevap verendir.

fatır/13,14
rad/14
bakara/186

yazdığım ayetleri de okumanızı tavsiye ederim.

Pinterest'im

Instagram'ım