20 Mayıs 2013

Tiyatro... Bisiklet... Melankoli... Hangisinden verelim?

Sabaha karşı bir saatte, arka koltuğu tamamen yatırılmış bir taksinin, artık koltuk olmayan yerinde, iki tane bisiklet tekerleğinin yanında bağdaş kurmuş olarak oturuyorum. 




Bu absürd taksi macerasının sonunda, eve giriyoruz. Genellikle eve gelince, saat kaç olursa olsun, doğrudan uyumaya niyetlenmeyiz. Müzik dinleriz, bira yuvarlarız, dedikodu yaparız, kendimizden konuşuruz, bir şeyler izleriz... Ama o gece enerjimizin en son damlalarını ayakkabılarımızı ve üstümüzdekileri çıkarmak için harcıyoruz. Bitmiş haldeyiz. 

Yatağa yatmakla uykuya dalmak arasındaki kısacık zaman diliminde, o hafta yaptıklarımızı ve önümüzdeki günler için planladıklarımızı sıralamaya başlıyoruz. Geriye kalan en en son enerjimizle gülüyoruz, "Sapıttık bu aralar" diye. Güm. Uykudayız. En çok ihtiyacımız olan yerde...

Yaptıklarımızın bir kısmı sabahın altısında yola düşüp, yargılanan İstanbul Barosu yönetim kuruluna destek olmak için Silivri Adliyesi'ne gitmek gibi hesaba vurunca epey zaman ve enerji alan, ama burada size tavsiye olarak anlatamayacağım şeyler. O yüzden onları pas geçiyorum. 

İstanbul'da olan harika şeylere geliyorum.

Bir zamanlar anket defterleri doldururduk, hala var mı öyle şeyler bilmiyorum. Hayatında bir kere tiyatroya gitmemiş insanların hobiler kısmına "tiyatroya gitmek" yazması adettendi. Tiyatro denilen şey de, güncel hayattan kopuk konuların, uzun sıkıcı diyaloglar eşliğinde kıyafet balosu kıvamında giyinmiş oyuncular tarafından bayık bayık işlenmesinden ibaretti. 

Ne yalan söyleyeyim, sevmezdim ben tiyatroya gitmeyi. Bir tek Işıl Kasapoğlu'nun oyunlarına ilgi duyardım, klasiklere güncel espriler katardı. Shakespeare oyununda, "Çeksene elini, kırıcan mı belimi?" diyoluğunu duyduğumda kulaklarıma inanamamıştım mesela.

Bana tiyatroya gitme alışkanlığını Dot kazandırdı. Tokat gibi geliyordu oyunları, beynimi ve ruhumu açıyordu.

Sonra bir sürü küçük tiyatro kuruldu ve şahane performanslar sergilemeye başladılar.

Hala tiyatroyu sıkıcı ve bayık bir şey olarak düşünenlerdenseniz, kaçırdığınız çok şey var, öyle söyleyeyim.

1) Kabin: 

Gonca Vuslateri, son zamanlarda ilgiyle takip ettiğim oyunculardan. Oldukça kısa bir zaman içinde lise dizilerindeki yan rollerden, Vasfiye Teyze gibi idollere yol aldı. Bu oyun da Gonca Vuslateri oynadığı için ilgimi çekmişti. 

Craft'ın yerini bulmakta biraz zorlandıysak da - Fındıklı Cihangir Yoga'nın binasında- yukarıya çıkınca terastaki manzaradan mest olduk. 

Terasa kurulmuş minik sahneye girdik, camdan iki kabin karşıladı bizi. İki kabini ayıran bir duvar var, ortasında küçük bir delik var. Geri kalan her tarafı şeffaf. Amsterdam'a yolu düşmüşlerin, saniyesinde anlayacağı üzere seks kabinleri bunlar. Ama duvarlardaki resimler, "Seni sevdim de ne oldu, Efes Pilsen zengin oldu." gibi yazılarla, çok eğlenceli şekilde bizim kültürümüze uyarlanmışlar. 




Ramazan Abi var görmediğimiz, önce bir kıraathane kurmuş, ardından bir hamam, hiçbiri tutmayınca Amsterdam'da gördüğü kabinler girişimcilik ilhamı olmuş, onlardan koymuş.

Kabinlerden birinde Gonca Vuslateri, aşık olduğu insan evlendiği için sinirlenmiş, kalkmış kabine gelmiş; diğerinde Bora Akkaş, askerden kaçmış. 

Onları oraya iten duygu arzu veya şehvet olmadığı için, açlıklarını giderip yaralarını tamir edecek şey de seks olmuyor. 





Oyunun başında Gonca Vuslateri sinirli, dolu, saldırgan; Bora Akkaş tam da bir asker psikolojisinde çekingen ve tutuk... Oyun boyunca bu ruh halleri hızla değişiyor ve diyaloglar hiç durmuyor. Oyunu izlerken, bazı kısımlarda kahkahalar zapt edilemiyor, bazı yerleri insanın içini fena acıtıyor. 

Oyunda uzayan, yoran, zorlama olan yerler var; ama oyunculuk harika. Hızlı tempolu, kahkaha ile burukluk arasında getirip götürecek, güzel bir şey izlemek isterseniz Kabin'i listenize ekleyin. 

Oyuna da biraz erken gidin ki, terastaki manzaranın tadını tam çıkartın. Bir de ince giyinin, çok ince; salon fenalık geçirtecek kadar sıcaktı. 

2) Güzel Şeyler Bizim Tarafta:

Berkun Oya...

Hiç bir fotoğrafında gülümsemeyen, röportajlarında aksi-ukala arası cevaplarının arasına muhteşem cümleler sıkıştıran, Radikal'de bir köşesi olan bir tiyatro yazarı. Hiçbir oyununu izlemeden önce, Radikal'deki yazılarını okumaya başlamıştım. Süslü cümleler, uzun betimlemeler yoktu, çok sıradan bir şeyler anlatıyormuş gibi geliyordu, ama bir tadı vardı yazıların. Nasıl yaptığını anlayamadığım... Sıradan bir şey yazıyormuş gibi, okuyup bitirince etkisi artan sıra dışı bir tat bırakan yazılar yazıyordu adam.




Güzel Şeyler Bizim Tarafta'nın peşine böyle düştüm. 

Uzun bir süre de peşinden baktım çünkü derhal tükeniyordu oyunun biletleri. 

Sonunda gittim, izledim.

Tiyatro ile sinema arası değişik bir deneyim yaşıyorsunuz, çünkü oyuncular ile seyirciler arasında bir cam var. Camın arkasında canlı canlı oynanıyor, ancak onların seslerini duyabilmek için kulaklık takıyorsunuz. 

Bartu Küçükçağlayan, Ozan Çelik, Öykü Karayel ve Tülin Özen oynuyor. Hepsinin performansı muhteşem, ama Öykü Karayel bambaşka; oynadığı kadın olmuş resmen. Sesi, omuzlarının duruşu, vurguları, gülümseyişi...

Bir modern çift var. Geziyorlar, tozuyorlar, cigaralarını sarıp içiyorlar, çok modern döşenmiş bir evde yaşıyorlar, ne demek istedin, elim kötü mü kokuyor niye kokluyorsun, gibi sudan sebeplerle didişip duruyorlar. Bir gün eve geldiklerinde evin kapısını kırılmış buluyorlar. Spoiler ile heyecanını kaçırmayayım; ama oyundaki iki kişiyi çok kısa görüyoruz, devamını iki kişi götürüyor. Bir tanesi modern hayatın sembolü, diğeri köylünün... Bazen birine acıyorsunuz, bazen diğerine. Aslında iki duruşun da, iki tarafın da eksik olduğunu fark ediyorsunuz Berkun Oya'nın muhteşem diyaloglarıyla.




Oyundan çok beğenerek çıktım.
Ama aynen yazılarındaki gibi, oyunun bünyede bıraktığı tat sonradan gittikçe arttı. Daha çok, daha çok beğenir oldum. Terk edilen adamın "Film bitti, yazı akıyor, benim adım yok!" benzetmesi, "Zaten güzel şeyler hep bizim tarafta oldu" cümlesi aklımda kalanlardan...

Bu aralar izlediğim en iyi şeydi. Ne yapın ne edin, bu oyuna biletin peşine düşün, emin olun değiyor.

3) Velonotte İstanbul:


Ben İstanbul'a taşınmadan önce oldukça düzenli spor yapan bir insandım. Tenis dağcılık kulubüne on beş dakikalık mesafede, havuzlu bir sitede yaşıyordum. Yüzmek ve tenis oynamak, günlük hayatımın bir parçasıydı. Okula gitmeden bir saat tenis oynuyor, akşam yemeği hazırlanana kadar birkaç tur yüzüyordum.

Ne zaman İstanbul'a taşındım, burada eğer şehir merkezinden yüz kilometre uzakta yaşamıyorsan, "spor yapmanın" günlük hayatın bir parçası olamayacağını, ayrı bir zaman ayırıp, "spora gitmek"  için organize olmak gerektiğini gördüm. Ve bunu yapamadım. 

Spor salonunda koşu bandında koşmak, ağırlık çalışmak filan gibi şeyler de bana katlanılmaz geldiğinden, spor salonu üyelik denemelerinin benim için o parayı çöpe atmakla eşdeğer olduğunu görüp, zorlamadım. 

Sporsuz hayatıma alışmışken, Mr. Feelgood bisiklete binme fikri ile dikildi karşıma. 
'Spor olsun diye yapayım' değil benim için bisiklete binmek, sevdiğim keyif aldığım bir şey.
Böylece başladık İstanbul'da pedal çevirmeye.
Bisikletle Aya Yorgi maceramızdan da, Caddebostan sahil keyfimizden de bahsettim zaten daha önce.

Velonotte'den beni haberdar eden de Mr. Feelgood oldu. Velo Rusça bisiklet, notte de İtalyanca gece demekmiş, Velonotte de şehirlerde gece bisiklet turları yapan bir organizasyon. İlk defa İstanbul'da yapılacakmış.

"Gitsek mi?", "Gidelim." kadar kısa bir diyalog ile Velonotte etkinliği için cumartesi akşamı yola düştük. Giderken İstanbul'da böyle bir etkinliğe kaç kişi ilgi gösterir diye tahminlerde bulunuyorduk ve tahminlerimiz yaklaşık 200 sayısı etrafında dolanıyordu. Buluşma yeri olan Sultanahmet At Meydanı'na bir gittik ki, 2000'den çok bisikletli var.


Organizasyon hakkında olumsuz eleştiriler her yerde dönüyor, maksadım onlara yenilerini eklemek değil. Bu kadar yüksek bir katılım beklenmediğinden muhtemelen, organizasyon çok yetersiz kaldı o bir açık gerçek.

Ama fikir şahaneydi.
Hayatınızda kaç kere gece Sultanahmet'te, Fatih'te, Sirkeci'de, Cibali'de turladınız?
Benim okulum Beyazıt'ta olmasaydı, muhtemelen ben o bölgeleri gündüz bile hayatımda bir iki kere görmüş olurdum. Gece o civarlarda olmam da bir kere Aya İrini'de bir klasik müzik konserine gitmemden, bir de Cibalikapı restoranından ibaret. Sadece ana yollar yani.

Velonotte İstanbul ile gece 00:00- 02:30 arasında bir çok ara sokaktan geçtik. Tek başıma olsam, gündüz bile korkacağım sokaklardan... Üçüncü katın camında bacaklarını dışarıya sarkıtıp oturmuş kafaları uçan gençler, köşe başlarında torbacı olduğunu sandığım tespihli abiler, yolumuzu kesip "Allahuekber!" nidaları atanlar, ne yaptığımızı anlamaya çalışan teyzeler, yüzlerce bisikletin far ışıklarına büyülenmişçesine bakan minik veletler, pazarlanan kadınlar, pavyonlar, sokakların geneliyle tamamen tezat lüks spor arabalar... 



Sonra Karaköy'e doğru çıkarken, arabaların yolunu kesen binlerce bisikletli olmak da inanılmaz keyifliydi. Resmen arabalar kendi yollarında üstelik de yeşil ışık yanarken, trafik filan da yokken durmak zorunda kaldı. Keşke keşke hep İstanbul sokakları böyle bisikletlerle dolu olsa...

Velonotte İstanbul bitti, organizasyonda matah bir şey yoktu, o yüzden boş verin onu. Güzel bir bisikletli ekip kurabilirseniz İstanbul'da bir gece turu yapın. Kalabalık olun ki, ürkmeyin. Hayatınızda yepyeni bir İstanbul deneyimi olsun.

Yok illa Velonotte isterim derseniz, bir sonraki Moskova'da, sonraki de Londra'da, aklınızda bulunsun.



4) Tiyatroyu, bisikleti anladık, da peki ya melankoli derseniz? 
"Gitme gidince daha çok seveceksin" kısmı en çok olmak üzere, Leyla The Band'in şu şarkısına ben bayıldım, buradan buyrun:


2 yorum:

Unknown dedi ki...

Blog gezmeyi değişik hayatları keşfetmeyi seven biri olarak sizinde blogunuzu yeni keşfettim ve sıcacık samimi yazılarınız çok hoşuma gitti,,Bundan sonrasında da sizi takipte olmaya karar verdim,
Ankara'dan sevgilerimle,

zillosh dedi ki...

@Sebahat Türkmen, ahh çok teşekkür ederim, bu yorum ile mutlu ettiniz beni çok. Londra'dan en keyiflisinden bir gün olması dileklerimle,

Pinterest'im

Instagram'ım