29 Eylül 2013

cachi, antiochia, maria'nın bahçesi, cibalikapı balıkçısı moda, madam despina, den cafe, brasserie polonez, shake shack, şair leyla, çukurcuma 49

İstanbul sonsuz.

Ben bir ucundan gezmeye başlıyorum, daha adımımı attığım anda geride bıraktığım yer değişiyor. Bir hafta İstanbul'dan ayrılsam, döndüğümde, metro ile evim arasındaki yolda en az beş yeni mağaza, restoran, apartman karşılıyor beni.

Değişim dönüşüm içinde olanlar kadar, yüzlerce yıldır aynı noktada duran, keşfedilmek üzere bekleyen yüzlerce restoran, mağaza ve bina var. İstanbul'da yaşarken aklınıza gelen her konuda bir kurs bulabilir, her şeyi satın alabilir, yaptırmak istediğiniz her şeyi yapan birini bulabilirsiniz.

"İstanbul'dan sıkılan hayattan sıkılmış demektir.", bu şehre dair söylenmiş milyonlarca güzel sözden en sevdiğim. Zaman zaman İstanbul'dan kaçmak istiyorum ben de, sonradan düşündüğümde fark ediyorum ki o kaçmak istediğim anlar, gerçekten de hayata karşı yorgun, tahammülsüz ve şevksiz olduğum anlar. 

Bu blogta çok fazla şeyden bahsediyorum, hayattan, seyahatlerimden, okuduklarımdan, izlediklerimden; ama eminim hiçbirini  yapmasaydım bile sadece İstanbul bile bana her gün yazı yazacak kadar malzeme verebilirdi.

Daha önce hiç gitmediğim bir yerde olmaya, yeni bir kokteyl veya yemek tatmaya ve keşifler yapmaya; sonra da bunları bar/club/cafe/restoran etiketi altında buradan paylaşmaya bayılıyorum. Belki de İstanbul'u bana bu konuda sonsuz seçenek sunduğu için bu kadar çok seviyorum.

Yazın seyahatler ilk sırayı aldığı için, bu İstanbul keşifleri yazılarından yazmaz olmuştum. Ama tabii ki keşfedilmeyi bekleyenler kadar yeni açılanların da ardı arkası gelmiyor.

1) Cachi:

Asmalımescit, zirvedeki zamanlarını geride bırakalı çok uzun zaman oldu. Ama burada hala güzel mekanlar var ve açılmaya da devam ediyor. Adahan Otel'in terasındaki Cachi, yoldan geçen birinin fark edip gitmeyeceği, bu yüzden sadece duyup da merak edenlerine ve bilip de gidenlerine kucak açan bir restoran.

Çok zevkli döşenmiş Adanahan Otel'in içinden terasına çıkıyorsunuz, ahşap ağırlıklı, abartısız ama çok şık kocaman bir iç mekan ve şehir manzaralı ferah bir teras sizi bekliyor.

Akdeniz adeti, yemekten önce ekmek ve zeytinyağı getirme, burada biraz daha gelişmiş. Yemekten önce, zeytinyağına yatırılmış, minik parçalar halinde, kırmızı dolmalık biber, yeşil zeytin ve ceviz karışımı geldi. O kadar lezzetliydi ki, daha sonra bunu bir kahvaltı spesyali olarak evde yapmaya başladım.


Yemek seçeneklerinin de oldukça cezbedici olduğunu söyleyebilirim. Ben karides eşliğinde, portakallı fava söyledim. Kulağa gelişi kadar, görüntüsü de şahaneydi. Ama lezzeti için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Zeytinyağından başka yağ yakışmayan favaya, karidesin tereyağının bulaşması güzel olmamıştı doğrusu. O yüzden yemeklerin afilliliğine kanmayın, mantıklı davranın, derim ben.

Manzarası Boğaz manzarası değil, biraz Haliç, biraz şehir; ama oldukça güzel, fazlasıyla İstanbul. Biz gittiğimizde filtre kahve yoktu malesef, o yüzden kahveye değil, ama en azından bir kadeh içmeye Cachi'nin yolunu tutun havalar daha fazla soğumadan...




2) Antiochia: 

Antakya mutfağını ben gerçekten çok severim; ama Antakya mutfağı için memleketim Adana'ya yakın olan Antakya'ya gidebildiğimden, başka şehirlerde Antakya mutfağı kovalamam. Bu yüzden sanıyorum, Antiochia ile tanışmam oldukça geç oldu.

"İspanyolların tapas'ı varsa, bizim de harikulade mezelerimiz var" demek için çok doğru bir adres burası. Ben ana yemek bile almadan, bir kadeh şarap eşliğinde mezeleri yuvarladım. Ana yemeklerinden de herkes memnun kaldı, ama asıl numarası mezeler. Çok aç olmadığınız, değişik bir şeyler yemek istediğiniz günler için aklınızda bulunsun.

Ceviz ve patlıcan tatlısını da atlamamak lazım.


3) Maria'nın Bahçesi:

Ofisimize yakınlığı sebebiyle, sevdiğimiz öğle molası adreslerinden Etiler'deki Maria'nın Bahçesi. Ege mutfağı ve tabii deniz ürünleri. Gözünüz kapalı bile seçebilirsiniz menüden, her şey gerçekten çok lezzetli.

Öğlen yemekleri için her gün bir de zeytinyağlı tabağı, çorbası, makarnası ile oldukça doyurucu bir menü yapıyorlar ve oldukça makul bir fiyatı var. Ama İstanbul'da olduğunuzu unutturan bahçesi ile o kadar Ege'de bir sahil kasabasındasınız ki, sofraya rakılar gelsin istiyorsunuz, o yüzden tercihinizi akşamdan yana yapmak da iyi bir tercih olabilir.

Bir de servis bazen biraz aksıyor, ne olur ne olmaz tahammülünüzün yüksek olduğu bir günde gidin.



4) Cibalikapı Balıkçısı:

Ege mutfağından bahsedip de Cibalikapı Balıkçısı'ndan bahsetmemek olmaz. Cibali'dekine gittiğimiz zaman, yediklerimizi günlerce "Ah o midye, ah o meze" diye tekrar tekrar anlatmıştık.

Aslında niyetimizin sadece Klüp Rakısı servis edilen ve leziz mezeleri olduğu rivayeti dolaşan Moda Meyhanesi'ne gitmek olduğu bir akşam, Moda Meyhanesi'ndeki oldukça nezaketsiz bir karşılama dolayısıyla, çark edip bir de Moda'daki Cibalikapı Balıkçısı'na gittik.

Buradaki, Cibalikapı'daki kadar üstüste altalta bir masa düzeninde olmadığı için, bahçesiyle daha ferah daha rahat bir mekan. Yediğimiz her şey yine çok lezzetliydi. Ama en sıra dışı olan tabii ki kapanış, ön yargılı olmayın ve gidip enginar tatlısını deneyin.

Keyifle ve lezzetle vakit geçireceğinizden eminim; ama çok açılmayın hesap biraz yüksekçe geliyor.


5) Brasserie Polonez:

Geride kalan haftalarda bir proje sebebiyle günlerim Ümraniye'de geçtiğinden, normal hayatımı yaşarken hiç yolumun düşmediği semtlerde keşifler yapmış oldum. Bunların içinde anlatmaya değer bulduğum tek adres Paladium Alışveriş Merkezi içindeki Brasserie Polonez.


House Cafe, Midpoint kıvamında bir mekan burası. Dışında kocaman bir terası var, sizi alışveriş merkezi havasından kurtarıyor. Bildiğimiz "Polonez" markası ile bağlantılı, bu yüzden sanıyorum yediğimiz bütün etler gerçekten çok lezzetliydi.

Sürekli Levent'te öğle yemeği yiyen bir ekip olarak, porsiyonların devasalığı ile çelişir biçimde, fiyatları oldukça uygun bulduk.

6) Madam Despina:

Ofis etkinlikleri kapsamında, uğradığımız bir adres de Kurtuluş'taki Madam Despina oldu.

Sanki bundan elli yıl öncesine ışınlanmışsınız gibi bir sokakta, aynı tarzda bir dekorasyon ile karşılıyor sizi Madam Despina. Saat 22:00'yi geçti mi, bir tane de boş sandalye kalmıyor, müdavimi çok.

Fiks menülü olarak gittik, ara sıcaklarda bir numara yoktu, ama öncesinde gelen mezeler gerçekten lezzetli ve doyurucuydu. Canlı fasıl da uzun zamandır dinlediklerimin en iyisiydi.



Yaz kapanırken, meyhane kafalarına girmek isterseniz, Madam Despina'yı listenizin başlarına ekleyin.

7) Den Cafe:

Nişantaşı'nda ardı arkası kesilmeden yeni mekanlar açılırken, yıllardır varlığını koruyanlardan biri Den Cafe.

Son yıllarda popülerleşen Atiye'den uzakça bir konumda yer aldığı için gözlerden biraz uzaklarda ve nispeten sakin olan Den Cafe'nin, her şeyine bayılan sıkı bir müdavim kitlesi var.



Yemeklerini denemedim; ama taze elma suyu ile hazırlanan Apple Martini, İstanbul'da içtiğim en sıkı kokteyllerden biriydi. Şiddetle tavsiye!

8) Bodrum Mantı:

Bodrum Mantı bir klasik biliyorum; ama Nişantaşı şubesi yepyeni.
Mavi-beyaz dekorasyonu ve tabii leziz mantısı ile semtimize geldiğine mutlu olduklarımdan.
Özellikle de mantısını artık sevmediğim Casita'nın yıllardır değişmez garson abisini de kendilerine transfer etmişler ki, bence inanılmaz iyi hamle. Hoşgeldin Bodrum Mantı!



9) Lasagrada Brasserie: 

Halaskargazi metro çıkışında Lasagrada Otel'in altına bir İtalyan restoranı açılmış. Esnaf dükkanları ile dolu o yol için, şaşırtıcı bir mekan.

Cuma günü gittik, yediğimiz bütün yemekler çok lezzetliydi, fiyatlar Nişantaşı - Moda hattı ile kıyaslayınca çok uygundu, çalışanlar hızlı, ilgili ve güler yüzlüydü. Pizzanın arkasından istememize gerek kalmadan acılı zeytinyağı, salatanın arkasından yine istemeden bütün soslar masamıza geldi.

Bir de menüsünde makul fiyatlı ve çok lezzetli şaraplar arasından en favorimiz Likya'ya yer vermeleri de gönlümüzü kazandı. Kızlarla kavuşmuş dedikodu yaparken, evde mayışık oturan ve karşıya geçmeye üşenen Mr. Feelgood ile aramızda şöyle bir diyalog bile geçti:  -"Menüsünde kadeh Likya şarap var." + Fotoğraf  -"Az sonra çıkıp geliyorum." :)

Keşfettik bitti demeyeceğimiz, gitmeye devam edeceğimiz mekanlardan oldu. Umarım hiç bozmaz, böyle kalır.

10) Shake Shack:

Hamburger severim, İstanbul'daki gurme hamburgercilerin artışından da çok mutluyum.

Shake Shack İstanbul'a geldiğinden beri kopan tantanalara daha fazla kayıtsız kalamadık ve yogitam ile Terkos talanı üzerine çok acıktığımız bir akşam Shake Shack molası verdik.

Bina şahane, karşılama güzel, ilk defa Hard Rock Cafe'de tanıştığım masa boşalınca haber veren aletin burada yemeğin teslim alınmaya hazır olduğu habercisi olarak kullanılması pratik ve yemeklerin görüntüsü şahane.


Ama ben sevmedim. Gerçekten. Nesinin bu kadar abartıldığına da akıl sır erdiremedim. Eti bana kokulu geldi, sadece ben değil, yogitam da hamburgeri yiyemedi. Patates kızartması da evet lezzetli, ama çok yağlı, bitirmenin imkanı yok.

Shake Shack karşıtı değilim, ama bu kadar abartmaya gerek yok. Egg&Burger'ın hamburgerini tek geçerim.
11) Şair Leyla:

Taksim düşüşteyken, Beşiktaş yükselişte. Hafta içi, hafta sonu, gece, gündüz sokaklarda insanlar... Nişantaşı'nın "etrafı keseyim, kendimi göstereyim" kalabalığına inat buradakiler, kendi içlerinde sohbet ediyorlar, içiyorlar, gülüyorlar, sohbet ediyorlar.

İsviçre'ye gelin verdiğimiz Özge gelince Beşiktaş'taki Şair Leyla'ya gittik. Asmalımescit'ten ayrılmadığımız ve benim fındık votka içmeye doyamadığım günlerde, vazgeçilmez mekanımız Parantez'deki Ömür, buranın işletmecisi olmuş.

Fındık votkası yok, sakız votkası var.

Ev kıyafetlerinizle çıkıp, buz gibi biraları yuvarlayabileceğiniz samimi bir mekan. Giderseniz Ömür'e selamlarımı söyleyin, bana da askıda bir shot bırakın :)))

12) Çukurcuma 49:

Çok zevkli döşenmiş, pizzaları çok lezzetli ve su bardağında gelen "Desperate House Wine"çok esprili bir dedikodu eşlikçisi.



Çok... Çok... Çok... İçerideki cam zeminden şarap mahzeninin görünmesi, amerikan servisi, çalan müzikleri gibi her detayına ayrı ayrı aşık oldum.

Kaçırmayın. Gecikmeyin.


Keşifle ve lezzetle kalın!

25 Eylül 2013

Belli miktardaki şiddet, aşırı bir bağımlılığın en yakın dostu olabilir. Anne, ben barbar mıyım?

Bir zamanlar Amerika'da önce aynı evi, sonra aynı otel odalarını paylaşıp, çalışmadığımız günlerde çöller, şehirler, sahiller talan ettiğimiz chuhchacım ile bu sefer bienali keşfetmek için buluştuk. Havaların hafiften soğuduğu şu günlerde, plaj - havuz - tatil planlarımızın yerini kültürel aktivitelerimizin alması zaten gelenekseldi, bienal de buna harika bir başlangıç oldu.


İlk durağımız İstiklal Caddesi üzerindeki SALT'tı. Tamamen gezi parkından esinlenerek oluşturulmuş bu alan oldukça eğlenceliydi. Ama ne yalan söyleyeyim, Gezi Parkı olayları döneminde bir açık hava sergisine dönüşen Beyoğlu ve Beşiktaş sokaklarındaki yaratıcılık ve parlaklık bu sergiye on basardı. Buyrun bakalım sanat mı hayatı taklit eder, hayat mı sanatı?






SALT'ın ardından başka bir bienal mekanı olan ARTER'de soluklandık.

ARTER'de sigara izmaritlerinden oluşturulmuş bir tablo dikkatinizi çekecektir. Meksika'dan Jose Antonio Vega Macotela'nın eseri. "Bu ne yani, bunu ben de yaparım" diye burun kıvırmayın. O eserin hikayesine kulak verin. Macotela, Meksika'daki bir hapishaneyi beş yıl boyunca ziyaret ederek, mahkumlarla "Zaman Takası" yapıyor. Zaman Takası, eylemlerin takasına dayanıyor ve iki eylemin süresinin aynı uzunlukta olması ve aynı anda gerçekleşmesi tek kural. Toplamda 365 zaman takası gerçekleşiyor, bunlardan 148 numaralı zaman takasında, mahkumlardan Süper Fare, Macotela'nın oğlunun atacağı ilk adımlara tanıklık ederken, Macotela da onun koğuşunda bulunan sigara izmaritlerini toplayarak bu eseri oluşturuyor. Sigara izmaritlerini ne kadar seversiniz bilmiyorum; ama ben bu "Zaman Takası" fikrine bayıldım.

ARTER'de diğer çok ilgimi çeken çalışma, Arapça'ya olan tutkumdan da kaynaklanıyor olabilir, "Gerçeklik sandığımızdan çok daha absürd ve çok daha az rasyonel" diyen Basel Abbas ile Ruanne Abou-Rahme'nin bir ev şeklinde tasarlanmış "Bölge"si oldu.






Daha sonra Arter'in çıkış kapısından çıkıp, muhteşem binaların ve grafitilerin olduğu sokaklardan geçerek, Tophane'ye indik. Üçüncü bienal mekanına: Antrepo3.



Burada en sevdiklerimden biri Christoph Schafer'in Gezi Parkı'ndan ilham alan ve İstanbul'un kentsel dönüşümünü konu edinen çizimleri oldu.



David Moreno'nun heykel fotoğraflarından çıkarılan megafonları içeren "Sessizlik"i,


GonzaloLebrija'nın şehrin ruhu ve kamusal alanları arasındaki kopukluktan kafası karışmış küçük adamı "Lebrija"sı (İspanyolcada keder ve şikayet demekmiş),


Guillaume Bıjl'in "Şüheli"si,



Halil Altındere'nin "Harikalar Diyarı", Nathan Coley'in rengarenk ışıkları,


1965-1976 yıllarında Amsterdam'da happening adı verdikleri eylemler yapan sanat ve aktivizm hareketi Provo'nun afişleri,

Lux Kindner'in mavi üzerine yazılar içeren Komargin'i,



ve Zbigniev Libera'nın Alman yönetmen Leni Riefenstahl'ın fotoğrafına gönderme yapan "Shakespeare'den Afrika Masalları" fotoğrafı benim en sevdiklerimdi.

"Belli miktardaki şiddet, aşırı bir bağımlılığın en yakın dostu olabilir."

Bienal, ifade özgürlüğünü ve özgür düşünceyi savunuyor, bienal formatı ise her türlü makro ve mikro iktidar yapısının karşısında direnme alanları yaratma potansiyeli taşıyor. Barbar kelimesini, "toplum-dışı, kanun-dışı, sistemi kıran veya değiştirmeyi hedefleyenlerin dili: münzevi, serseri, haydut, anarşist, devrimci ya da sanatçı gibi" olarak tanımlıyor.


İlk defa, bu sene tamamen ücretsiz. Eyleme geçmenin sokak dilini hep birlikte deneyimledik, sanat dilini deneyimlemek için bu fırsat kaçmaz.

Bienal kitapçığı 5TL, bence mutlaka alın, okudukça gördükleriniz anlamlanıyor.

Çıkışta da Karaköy'e uğrayın, Komodor ile Muhit'in sokağı akşam loş ışıklandırması, jazz tınıları ile çok romantik, çok eylül, çok keyifli!

Barbar kalın!
Ayyy bu ne çok sanat, hiç ilgimi çekmedi diyenlerle de Mr. Feelgood'un nefis bir keşfini paylaşayım:

 

24 Eylül 2013

Yeni, hızlı, özgür. Gülerek ve düzüşerek. Ayrıca ister sevgili olsun, ister hükümet, salak ya da hatalıysa korkusuzca söylemeli. Yüksek sesle. Rock müzik gibi.

Bazı dönemlerde çok yanlış kitaplar okumaya başlıyorum.

"Nasıl Kadın Olunur?" kitabını da toplu taşımalarda keyifli vakit geçirmek üzere, Cosmopolitan kafasında sevgilinizi etkilemenin bin yolu, erkeğinizin kalbine giden beş yemek gibi başlıkları olan bir kitap sanarak almıştım.

Feminizm kitabı çıktı! Üstelik de burun kıvırılamayacak kadar makul, mantıklı, erkek -düşmanlığına hiç girmeyen ve gerçekten komik anlatımlı bir feminizm kitabı. Resmen, çılgınlar gibi her şeye yetişmek için koşturup durduğum bir noktada durdurdu beni: "Ben kadınım. Biyolojime uygun bir hayat yaşayabilmeliyim. Bir saniye!" dedirtti.

"Yalnızca payımızı istiyoruz. Erkeklerin gerçekten bir şeyi değiştirmesi gerekmiyor. Bence erkekler hoşlarına giden şeyleri yapmaya devam edebilirler. Gerçekten durmaları gerekmiyor. Yaptıkları bir çok şey (iPadler, Arctic Monkeys, Amerika ile Rusya arasındaki nükleer silah anlaşması) gayet havalı. Eğlenceliler, bir çoğu ile arkadaşım, onlarla sevişmek çok iyi, dar park alanına geri geri girerken harika görünüyorlar. Erkeklerin uzaklara gitmesini istemiyorum. Erkeklerin yaptıkları şeyleri durdurmasını istemiyorum. Asıl istediğim radikal pazar gücü. İstediğim, seçenek. İstediğim çeşitlilik. İstediğim, daha fazlası. İstediğim, kadın. Kadınların bu dünyanın daha fazlasına sahip olmasını istiyorum; bu yalnızca adil olmakla kalmayacak aynı zamanda daha iyi olacaktır. Daha heyecanlı. Yeniden düzenlenmiş. Yeniden keşfedilmiş. Şunu söyleyecek cesaretimiz olmalı: Evet. Bu dünyanın görünümünü seviyorum. Ve uzun zamandır burada durmuş, izliyorum. Şimdi birkaç ince ayar yapacağım."

Böyle bitiyor kitap. Erkeklere düşman değil, erkekleri seviyor, kadınların hayatın daha çok içine girmesi için erkeklerin bir şeyleri yapmaktan vazgeçmesini savunmuyor. Sadece kadınların kafa yapılarının düşünme şekillerinin değişmesi gerektiğini söylüyor. Kahkahalar attırarak. Hayatımda feminizme dair okuduğum en güzel şeydi! Çünkü nefret söylemi içermiyordu. Bizim haklarımıza kavuşmamız için, erkekler kahrolsun, azalsın, yok olsun demiyordu.



Peki ya neler diyordu?

1) 13 yaşında kızların, erkeklere kendilerini beğendirmek için paralarını ağdaya harcamasına üzülüyordu. "Bu parayı gerçekten önemli şeylere harcıyor olmalılardı: Saç boyasına, KitKat'lara, kulağı yeşile döndürüp mikrop kapmasına neden olan küpelere, seni evinden yeterince uzağa götürecek tren biletlerine. Kıllı kukunla Dublin'e doğru yola çık. Diyeceğim bu!" diyordu.

2) Herkesin "miras alınmış, işe yaramaz saçmalıklara karşı küçümseyici. Yeni, hızlı, özgür. Gülerek ve düzüşerek. Ayrıca ister sevgili olsun, ister hükümet, salak ya da hatalıysa korkusuzca söyleyen. Yüksek sesle. Rock müzik gibi. "olması gerektiğini söylüyordu.


3) "20. yüzyılda, yeni olan köleliğin çağında, kadınlar en yeni şey olup çıkıyor: Hala selofan kağıdına sarılı, hala kutusunda tarih boyu ölü numarası yapmış kadınlar, ama şimdi biz yeni bir türüz! Yeni çılgınlık! Biz laleyiz, Amerika'yız, hulahopuz, aya yolculuğuz, kokainiz!" diyordu, bu çağda kadın olmanın kıymetini bilerek hareket etmemizi vurgulayarak... "İstediğimiz gelecek neye benzerse benzesin, kimse bunun için ölmek zorunda değil."

4) Feminizmin "erkek düşmanlığı, mutsuzluk, çirkin kıyafetler, daimi öfke ve sekssiz yaşam" olMAdığını söylüyordu.



5) "Aşırı yeme ya da sıkıntıdan yeme, kendini tatmin ve kendine zarar verme için ucuz ve silik bir seçenektir. İçmenin, düzüşmenin ya da uyuşturucu kullanmanın verdiği geçici rahatlamayı, sorumluluk ve haklarınızı kaybedecek bir durumda kalmaksızın yaşarsınız." diyordu. Kadınların kötü alışkanlıkları konusunda ketum davranmayı bırakıp, bunları da cool ve sapkın bir rock'n roll havasına büründürebileceğini söylüyordu.

6) "Bir erkek sana çılgınca aşık olabilir, hayatının geri kalanını seninle geçirmek istiyor olabilir, ama bunu öylesine gizli kapaklı yollarla gösterir ki yalnızca gerçekten yetenekli ve kararlı olan onun hakiki arzularını anlayabilir. Sanki ilişki Da Vinci Şifresi'ymiş de, şifreyi çözdüğünde sonunda evlenebileceğin, yani kazanabileceğin bir meydan okuma". Boşverin, diyordu onları anlamaya çalışmak için yırtınmaktan, biraz da onlar anlatmak için uğraşsınlar.

7) "Bir temel kural olarak eşcinseller orada takılmaya başlıyorsa, oranın kadınlar için kültürel açıdan sağlıklı olduğunu anlayabilirsinizç. Şaşaa, müstehcenlik ve eğlence için ordadırlar." diye ipucu veriyordu.

8) "Bir kadın olmak çok pahalı ve zaman alıcı." diyordu, öyleyse kadın gibi kadın görmek isteyenler, kadınlara zaman ve para konusunda avantaj sağlanmalıydı.

9) "Dünyada gerçekten topuklu ayakkabı giyebilen en fazla on kişi var ve bunların altısı travesti. Geri kalanımızın ise... vazgeçmesi gerek. Teslim olalım. Sonunda doğanın bize söylediğine boyun eğelim. Onlarla yürüyemiyoruz." diyorerek topuklu giyemeyen kadınları rahatlatıyordu.


10) "Eğer güzel görünmesi için prova odasında seksi bir poz vermen gerekiyorsa, o kıyafeti almamalısın.Öte yandan giyer giymez dans etmeye başlıyorsan, fiyatı ne olursa olsun o kıyafeti al." diyordu.

11) "Çocuk doğurmak bir kadına bir çok konuda cesaret kazandırır. Her şeyin bittiğini ve ölmediğini fark ettiğinde eriştiğin zirveyi hayat boyu koruyabilirsin. Coşkuya sarhoş, cesaretle neşelenmiş olan yeni anneler sonunda kayınvaldelerine kendilerini rahat bırakmasını söyler, saçlarını kızıla boyatır, ehliyet kursuna gider, kendi işini kurar, matkap kullanmayı öğrenir, Tai baharatlarını dener ve karanlık korkusundan kurtulurlar." diyerek, korkulardan kurtulmanın en iyi yolun, normal yoldan bir çocuk doğurmak olduğunu itiraf ediyordu.

12) Çocuk sahibi olmanın çok büyük bir mutluluk olduğunu "15.000 poundluk özel mahsul şampanya, göç halindeki Afrika antiloplarının üzerinde uçan sıcak hava balonu, tabanında elmas olan köpekbalığı derisinden ayakkabı, önünde sonunda küçük, ideal olarak azıcık kirli bir çocuğa ulaşamayanlar, mantık dışı bir aşkla sarhoş halde onunla zaman geçirip onu biraz sıkıştırıp mıncıklayamayanlar için teselli ödülleridir." benzetmesiyle ifade ediyordu.

13) "Oh, bir şişe Merlot, istiridye ve biftek alayım, ha bir de 32 yaşına gelince bir bebek lütfen." diyerek, dünyanın kadınların ne zaman çocuk sahibi olacaklarını bilme meraklarıyla dalga geçiyordu.

14) "Kadınlar için cana yakın ve yargılayıcı olmayan uzak bir meydan bulmak, oy hakkı kadar önemlidir. Sonunda kendi ölçütlerimizi ve ardından kentlerimizi ve imparatorluklarımızı oluşturmaya başlamadan önce, yalnızca doğru yasamaya değil, doğru atmosfere de ihtiyacımız var." diyordu.

15) "İstemeden anne olmak, bir köle ya da evcil hayvan gibi yaşamaktır." alıntısıyla kadınların kürtajdan yana seçim yapmasının tek başına bir tercih konusu olduğunu savunuyordu.



16) Saçını boyamak, memelerini şişirmek, yüzünü yeniden döşemek için 50.000 pound harcamayacağını söylüyor, çünkü bu kadınların kelimesiz olarak "Dostlarım dostum değil, erkeklerim güvenilmez ve pısırık; tüm yaşam boyu yaptığım iş beş para etmez. 59 yaşındayım ve ellerim bomboş. Ayrıca yat paramın hepsini popoma harcadım. Nereden bakarsan bak, bu hayatta hep başarısz oldum." dediğini savunuyordu.

17) Büyük görevlerimizin, Cosmopolitan anketleri yoluyla aşk tarzımızı bulmak, bir kapsül gardrop düzmek, topuklulara ve rujlara bürünerek nasıl gündüzden geceye akacağımızı öğrenmek, imzamız olacak bir parfüm bulmak, ne zaman bebek sahibi olacağımızı planlamak ve kaşar damgası yemeden nasıl büyüleyici bir cinselliğe ulaşacağımızı öğrenmek olmadığını hatırlatıyordu. "Gerçekten kim olduğumuzla ilgili yalın biçimde dürüst olmak muharebenin yarısı."

Elbette daha çok şey söylüyordu, ergenliğinden başlayarak bugüne kadarki komik anılarını anlatarak... Yazının başında "Bazı dönemlerde çok yanlış kitaplar okumaya başlıyorum." dememin nedeni şuydu, tam da herkesin doğru olduğunu düşündüğü şeyleri yapmaya başlamış, "Ben ne istiyorum, nasıl mutlu oluyorum?" ları unutmaya başlamıştım, bu kitap tekrar hatırlattı.

Belki de "yanlış" değil, çok "doğru" bir kitaptı tam da bu yüzden.

Durun bir düşünün, hayatınızda şu anda yaptığınız kaç şeyi gerçekten ve sadece siz istediğiniz için yapıyorsunuz?

Hayır demeyi, istediklerimizi almayı öğrenmemiz lazım!

Gecenin bu saatinde çok derinleşmeye gerek yok, kitaptan çok güldüğüm üç cümleyi de paylaşmadan geçemeyeceğim:

- Geldiğim bu noktada yetişkin modern bir kadının yalnızca dört şeye sahip olması gerektiğine inanıyorum: Bir çift sarı ayakkabı, sabahın dördünde gelip kefaletini ödeyecek bir dost, güvenilir bir pasta tarifi ve güzel bir kuku.

- Kimi akşamüstleri kendimi yatak odama kapatıp saatlerce boşalıyorum. Bu yeni hobi inanılmaz. Maliyeti yok, evden çıkmam gerekmiyor ve beni şişmanlatmıyor. Bunu herkes biliyor mu, merak ediyorum. Bilselerdi devrim olurdu.

- Kişisel düsturum: Asla dolu bir şişeden uzaklaşma!

Kadın olarak, doğal ve komik kalın!

20 Eylül 2013

Mushaboom8'in 5. yaşı!

18 Eylül 2008'de, henüz üniversitede okuduğum dönemde, Yunanistan'daki yaz okulu maceramdan dönüp, Cihangir'den Kozyatağı'na taşındıktan sonra bu blogu açmış ve ilk yazımda şöyle demişim: 

Beni mutlu eden, iyi zaman geçirten, keyif almama yol açan, gülümseten bir sürü "minik güzel şey" blogu bu! Her gün bir doz "minik güzel şey" ekleyeceğim. Yeni ev, yeni iş, yeni kararların yanında, "yeni yaş"ım yaklaşırken kendime hediyem: gıcırından, güzelinden, mutlusundan yeni bir blog!


Sanıyorum, bir insanın kendi kendine verebileceği en güzel hediyeyi vermişim o gün kendime. 



Geçtiğimiz iki hafta hayatımın en yoğun çalıştığım iki haftasıydı. Abartmayı severim, ama bu sefer abartmıyorum, sabah 5:00'e ofisten eve geldiğim bir gün bile oldu. Bu sabah uyandığımda, kendimi bir yorgana dönüşmüş bulmayı diledim. Kafka romanı misali hamam böceği olarak bile uyanmaya razı olabilirdim hatta. 


Akşam sürünmekten biraz hallice eve ulaştım, neşe seviyem çok yüksek değildi. Ama denenmiş-onaylanmış keyiflenme formüllerimi (kendimi Mr. Feelgood'un kollarına atmak, özlediğim birileriyle buluşup bir kokteyl yuvarlamak, film izlemek, güzel bir yemek pişirmek...) yapamayacak kadar da yorgundum. 

Kendimi blogun başında buldum. Uzun vadeli hafızam, iç dökme mecram, teşhirci yanımı besleyicim, yalnız değilmi hissettiricim... 

Ne kadar oldu bu Mushaboom8 hayatımın bir parçası olalı, diye düşünürken fark ettim, iki gün önce beş yaşına girmiş! Şöyle bir geçmişime yolculuk yaptım, bazı yönlerden çok yol almışım, hayatımda çok şey değişmiş, bazı yönlerden bir arpa boyu yol alamamışım.

2009.
Hala İstanbul Hukuk Fakültesi'nde okuyorum. Mezun olmak da, avukatlık da çok umurumda değil. Zaten okulu da uzatmışım.  Erasmus Student Network'un AGM'ini organize eden ekipte PR işlerini yürütüyorum, aynı dönemlerde Young Guns seçilerek, bir dijital reklam ajansında çalışmaya başlıyorum. 



2010. 
Fakülteden mezun oluyorum. Mr. Prozac hayatıma giriyor, suya sabuna dokunmadan yazdığım yazıların yerini ilişki yazıları alıyor ve Mushaboom8 bir anda ilgi görmeye başlıyor. Sonra ayrılıyoruz, ayrıldığımız gün kendimi oyalamak için önce zorunlu adliye stajıma başlıyorum, ardından da bir hukuk bürosunda çalışmaya... 




2011. 
Hayatımda ilk defa tamamen bana ait olan bir eve taşınıyorum. 25. yaşıma başlıyorum. Ve hayatımdaki ilk uzun soluklu ilişkime...Aynı dönemde avukatlık ruhsatımı alıyorum. Hayatım bir anda sorumluluk ve düzenle doluyor. O güne kadar uzak olduğum, reddettiğim her şeyin içindeyim. Düzenli bir ilişki, mesaili bir iş, ev hanımlığı... Bir yandan huzur ve düzen hoşuma gidiyor, diğer yandan zorlanıyorum, boğuluyorum.




2012.

Her gün aynı şeyleri yaptığım kısır döngüdeki işim, ev hanımlığı ve aynı evde yaşanan gittikçe ruhsuzlaşan ilişki beni boğmaya başlıyor. Önce yüksek lisansa başlıyorum, hayatımın hukuklu kısmına çeşitlilik katmak için. Kesmiyor, kendimi seyahatlere vuruyorum. Evde ve ofiste geçen bir yılın acısını çıkarırcasına geziyorum:  Milano. Beyrut. Stokholm. Kopenhag. Cenevre. Zürih!
Senenin sonuna doğru, gitmek konusunda çok isteksiz olduğum bir konserde, Babylon'un kapısının önünde Mr. Feelgood hayatıma giriyor. 








2013. 

Yeni bir işe başlıyorum. Mr. Feelgood ile boğmayan keyifli bir ilişki içinde ayları deviriyorum. Hayatımda ilk defa dengeyi kurmaya çok yaklaştığımı hissediyorum. Uzun soluklu bir ilişkide hala o aradığında heyecanlanıyor olmanın, birlikte gerçekten keyifli zaman geçirebilmenin keyfini çıkartıyorum. Çalışmak ve gezmek arasında kendimce ölçülü bir nokta buluyorum.  




Hayatımda neredeyse her şey değişirken (kilom, yaşadığım ev, çalıştığım sektör, hayata bakışım, ilişkiden beklentim, zamanımı nasıl geçirmeyi tercih ettiğim...);

Tek bir şey değişmiyor: Hep yazıyorum.
Bazen daha sık, bazen daha seyrek; ama vazgeçmeden.

Bazen mutluluğun zirve noktasında olduğumu hissederek, bazen ağlayarak,
Bazen umut dolu, bazen sitemle, 
Bazen yaratıcı, bazen sadece anlatıcı olarak. 
 
5 sene. Uzun bir süre. 
Bu blog, hayata bakışımı, gezdiğim yerleri, hissettiklerimi, gördüklerimi, okuduklarımı, izlediklerimi beş senedir kayıt altına alıyor. Bana sevgililer, arkadaşlar, hafıza ve hobi kazandırdı.

Umuyorum ki, size de keşifler ve keyifli zamanlar olarak katkısı olmuştur!


Veda yazısı gibi oldu, ama tabii ki alakası yok. Hayatımda daha yapmak ve yaşamak istediğim o kadar çok şey var ki!

Blogta profilimi oluştururken şöyle yazmışım: "Tüm kitapları okumak, tüm şehirlerin sokaklarında dolanmak, tüm filmleri izlemek istiyor. Hem hiperaktif, hem de keyfine düşkün. Kafası genelde karışık. Yüzünde genelde kocaman bir gülücük…" Hala aynı!

Daha dünyaları gezecek, Dünyalar kadar sevinecek, Dünyalar kadar üzülüp binlerce sitem yazısı yazacağım. Teknolojiyi ve ne kadar yaşayacağımı bilmiyorum, ama umarım ki torunlarına 'ben gençkeeen ohooo' diye hurafeler sallayan değil, Mushaboom8'i gösteren dövmeli mini etekli bir nine olacağım.

Umutla ve tabii Mushaboom8 ile kalın! 

Kocaman sevgiler!

Pinterest'im

Instagram'ım