08 Kasım 2013

”Ben de seni” deme; bana aniden bir şeyler söyle.*

Senaryosu birbirine benzeyen, ilk defa izlesen de gidişatını kestirdiğin, sonunu bildiğin filmler vardır. Hep mutlu sonla umut dolu biterler hani... Bütün ilişkiler de onlar gibi, sonunu biliyorsun. Tek farkla, sonu mutlu ve umut dolu bitmiyor. 

Ama üzülsen de kahrolsan da, o olmadan nefes alamayacak gibi hissetsen de, aradan biraz zaman bir kaç adam geçtiğinde, o insani hiç tanımamış gibi oluyorsun. Bir yabancı...

Sanki sana hiç dokunmamış gibi, sanki vücudunun hiç bir detayını bilmiyormuş, sanki sarhoş gecelerde birbirinize en mahrem korkularınızı açmamamışsınız, herkesten gizlediğiniz zayıflıklarınızı  paylaşmamışsınız, sanki birbirinizin en yapmacık ve en doğal hallerini görmemişsiniz gibi... 

Artık bilecek kadar çok yaşadım. Kollarında yatarken, beni minik minik öpmeye başladığında kendi kalbimin atışlarından korktuğum  "ya o bir gün hayatımda olmazsa?" fikri beynimin kıvrımlarında gezinmeye başladığında, elimdeki ayağımdaki kanin çekildiğini hissettiğim adamlar bile, bir gün, yabancı oluyor. 

Sonra o adam, "artık çok geç" zamanlardan birinde, mutlaka geri geliyor ve ne kadar özlediğini söylüyor. 

Hiçbir zaman o anların tadını çıkartamadım ben, adamların ne söylediğini bile tam dinleyemedim. Her seferinde artık yabancı olan adam karşıma dikilmiş bir şekilde bana beni ne kadar çok istediğini anlatırken duyabildiğim tek şey kendi aklımdan geçen Murathan Mungan'in "Yalnız Bir Opera"si oldu. Beynime kazınmış şiirin dizeleri, hep karşımdaki adamın söylediklerinden daha yüksek çıktı:

 " Artık aramıza bir mevsim değil, bir ömür girdi."

Geçenlerde bir aksam, yıllardır görmediğim bir arkadaşımdan bir mesaj geldi. Facebook artık önceki mesajlaşmalarında üst kısımda çıkardığı için, merakıma yenik düşüp geçmiş konuşmalarımızı okudum. Birkaç yıl önce onun, "İstanbul'a geldim. Gül sevmezsin biliyorum, bir buket papatya aldım. Çok geç değilse uğrayıp verebilir miyim?" mesajına, "Bira alsan daha makbule geçerdi." diye cevap yazmışım.

Üşenmedim o yıllardaki günlüklerimi çıkardım, umarsızlığımı, pervasızlığımı, teşhirciliğimi yüzüm kızararak okudum. Hatta okumaya tahammül edemediğim kısımlar bile oldu. Ne kadar arsız ve ne kadar özgüvenliymişim. Ve ne istediğimi çok iyi biliyormuşum.

Anladım ki sadece adamlara değil, insan bizzat kendisine de bir yabancı olabiliyormuş yıllar geçtikçe. Çalışmaya başlamak mı, yaşadığım iki senelik ilişki mi, başka şeyler mi beni bu kadar değiştirdi bilmiyorum. Hatta tam olarak hangi noktada değişmeye başladığımı bile  bulamadım.

Sanki bir rüzgar gelmiş ve benim bütün bildiklerimi, bütün düşündüklerimi silip süpürmüş gibi hissediyorum. Beynimin içi o kadar boş ki... Hafızam silinmiş gibi... 

Hiçbir şey bilmiyorum.

Kayboldum.

Üstelik de şanslı kadınlardanım ben. Hiç bana kötu davranan bir sevgilim olmadı. Geriye dönup baktığımda, bir tanesine bile küfredip lanet okuyamıyorum. Hep sevildim - veya sevilmesem bile sevilmiş hissettirildim- ve şımartıldım. Ne zaman ki bunlar azalmaya yok olmaya başladı, idare etmek yerine döndüm ve gittim.

Belki de insan giderken  hep kendinden bir parçayı da arkasında bırakıyor.

Biraz umut, biraz hayal... Hep o bırakıp gittiği adamda kalıyor.

İstiyor ki adam egosunu bastırsın gelsin, "Nereye gidiyorsun, saçmalama, ben seni çok seviyorum" desin, her şey ilk baştaki gibi olsun ve hep öyle devam etsin. Senaryo böyle gelişmedikçe, 'son'lara bir yenisini ekledikçe, hayatının erkeğini bulma hayali biraz daha eksilmiş oluyor.

Şimdi, kendimi yorgun hissediyorum. Bitmiş, tükenmiş hissediyorum.


Üstelik de ilişki geçmişim göz yaşları, mutsuzluklar, aldatılmalar ile dolu değil. Ağzına kadar kahkahalara, seyahatlerle, mutlu anlarla, güzel bakışmalarla, geceden gündüze uykusuz saatlerle dolu... 

Ama bütün bu güzellikler hep belli bir zaman dilimine sıkıştırılmış. At arabası bal kabağına dönen Sindirella gibi, muzur arzulu istekli mesajlasmalar da, bir gün görev gibi günaydın, iyi gecelere dönüşüyor.

Beynimi yeniden umutla, istekle doldurmak için, e farklı insanlarla yeni denemeler yapmadan önce, güzel müziklere, filmlere, kitaplara, mutlu ilişkileri olan arkadaşlara ihtiyacım var belki de... Uzun vadeli bir tedavi gibi. 

Orada bir yerde milyonlarca insanin içinde bir tanesiyle, hayatımdaki her şeyi paylaşmayı, bütün müzikleri birlikte dinlemeyi, bütün filmleri birlikte izlemeyi, bütün seyahatlere birlikte çıkmayı, bütün insanlarla birlikte tanışmayı isteyebileceğime; birbirimizden ayrı kendi arkadaşlarımızla zaman geçirdikten sonra her şeyi ona anlatmak için kollarına koşacağıma, bana sarıldığı zaman dünyayı unutacağıma, t-shirtu hafifçe yukarı sıyrılıp azıcık teni göründüğü anda ateşler içinde kalacağıma, birlikte güzel teraslı bir evde yaşayacağıma, dünyanın dört bir yanından topladığımız değişik içkiler ve lezzetlerle sevdiğimiz insanları misafir edeceğimize ve keyifli vakit geçirmek için onunla birlikte olmamın yeterli olduğunu bileceğime yeniden inanabilmek için biraz dinlenmem lazım belki de... Çok kitap okumam, çok film izlemem lazım...Biraz yalnız kalmam lazım...

Çünkü o umut yokken, tanımak, anlatmak, keşfetmek, bir başka hayata dahil olmak için enerji de olmuyor insanda. Kayboluyorsun. Geçmişi kapatmış, gelecek için hiçbir hayalin ve beklentin olmazken boşlukta kalakalıyorsun.




Yukarıdaki satırların, şu andaki düşüncelerimle ve hissettiklerimle uzaktan yakından hiçbir alakası yok. Bundan tam bir sene önce, 2012 yılının kasım ayının başlarında günlüğüme yazmışım bunları. 

Belki de mutsuzken daha güzel yazılar yazdığımı kabul etmem lazım.

Bir de insanın hayatının hiç beklemediği bir anda tamamen değişebileceğini...

O günlerde, gerçekten de eski defterleri kapatmış, geleceğe dair de umudumu kaybetmiş ve en azından uzun bir süre hayatıma kimseyi sokmamaya karar vermiştim. 3 Kasım 2012 tarihinde,  kız arkadaşlarımla buluşup Tektekçi'ye gitmiş, shotları devirmiş ve eğlenmiştim. Sonra gitsek mi, gitmesek mi, bin kere fikir değiştirdiğimiz, en az on kere Asmalımescit'e yürümeye başlayıp sonra vazgeçtiğimiz Mouse on Mars konseri için Babylon'a gitmiştim. Yaptıkları müziği sevmediğim için, sürekli olarak kapıda sigara içerken, onunla tanıştım.

8 Kasım 2012'de kahve içmek için buluşmaya giderken, "Gittiğim şey bir first date mi, yoksa yalnızca keyifli bir sohbet buluşması mı anlayamadım; ama o kahve, bira olur onu biliyorum." diye yazmışım notlarıma.

Gerçekten de o gece, kahve içmedik, ertesi gün iş günü olmasına rağmen gecenin 2:00'sine kadar kokteylleri devirip sohbet ettik. Sonra yine buluştuk, sonra yine buluştuk, sonra yine buluştuk. Ben kaybolmuşken, pes etmişken, bütün inancımı kaybetmişken, var olduğuna inanmanın bana yeteceği bir ilişkiyi onunla yaşamaya başladım. 



İstanbul'da neredeyse aynı konserlere gidip dururken ve o kadar çok ortak arkadaşımız varken, o güne kadar nasıl daha önce tanışmamış olduğumuzu birlikte geçirdiğimiz bir senede bile bir türlü çözemedik.

Tanışır tanışmaz sevgili olmadık, birlikte zaman geçirdikten sonra kendiliğinden gelişti. Bu yüzden, ilişki yıl dönümümüzü 17 Kasım kabul ettik, ama baş başa kahve içmek için buluştuğumuz gün, tam bir sene önce bugündü. Aslında her şey bir sene önce bu gün başladı.


Bir senede, ben yıllardır çalıştığım işten ayrıldım ve yepyeni bir işe başladım, o büyük bir karar vererek kendi işini kurdu. Yepyeni düzenlerimizin içinde, zor dönemlerimizde kendi hayatlarımızı oturtmak için çabalarken, bir de birbirimizi tanımaya ve birlikte güzel bir ilişki yaşamaya çalıştık. 

Bazen başaramadık, kavga ettik, üzdük ve üzüldük ve hatta ayrıldık.  Ama çoğu zaman başardık. Lezzetli şarapların peşinden koştuk, evde miskinlikler yaptık, birlikte Londra'ya, Kaş'a, Adrasan'a, Adana'ya gittik,  okuduğumuz kitapları değiştirdik, konserleri kovaladık, her şeyden konuştuk, tek hayat yaşamadık ama iki hayatı paylaştık, sevdik, sevmediklerimi kabul etmeyi elimizden geldiğince öğrendik, birbirimize sarılıp saatler geçirdik, sabahları kikirdeşerek uyandık. Birbirimizden götürdüğümüz şeyler de oldu elbet, ama durup yıl sonu bilançomuza baktığımda görüyorum ki kardayız; koyduklarımız götürdüklerimizden fazla oldu.

Bir yıla çok fazla şey sığdırdık. Kendi adıma söyleyeyim, karşı tarafın keyifsizliğinin ilişkiyle hiçbir alakası olmayabileceğini, bir tarafın keyfi kaçık olduğunda bunun illa ki "ilişki kötü gidiyor" anlamına gelmediğini ben ondan öğrendim. (Daha doğrusu hala tam olarak öğrenemedim, ama bu ihtimalin varlığını kabullendim.)

Mutluyken güzel yazılar yazamıyorum. Çünkü her şey zaten güzel olduğunda, söylenen her fazladan kelime o akışı bozuyormuş gibime geliyor. Ayrıca ya bu bir sene çok yoğun, çok hızlı geçti, ya da biz tanıştığımızdan beri birbirimize hiç yabancı olmadık. Sanki o hep varmış gibi, sanki o hep olması gerekiyormuş gibi, sanki söyleyeceğim her şey gereksizmiş gibi hissediyorum.

Tek bildiğim, onunla daha bir sürü "an"ım olsun istiyorum.

"En kısa hikaye parçasına an denir. Bazı anlar bütün yaşamımızı belirler. 'Bütün yaşamımız' dediğimiz de o birkaç ana bakar aslında... Bu yüzden yıllar sonra en çok hatırladıklarımız anlardır. Gerisi bulanıktır. Geçmişi anlar berraklaştırır." Murathan Mungan


Dip Not: Başlık, Ozan Önen'dendir.

Hiç yorum yok:

Pinterest'im

Instagram'ım