22 Kasım 2013

Çok sevdiler beni. Çok sevdim ben de onları. Kimse bir şey yapmadı bunun için. Buradayız, o kadar. Yaşıyorum, yaşıyorsun*

"İtalya yazıları iyi hoş da, peki ya İstanbul'da neler yapıyorsun, onları özledik." diyen çok sevgili takipçilerim için...

Birilerinin paralarını yiyerek ve bütün gün kuaför spor salonu arasında mekik dokuyarak yaşadığımı düşünüp saldırgan mailler atan (Nazar etme ne olur, az uyu senin de olur) hemcinslerim için... 

"Hem çalışıyor, hem de bu kadar geziyor olamazsın. Hangisini yapmıyorsun?" diye soran paranoyaklar için...

"Sezen ya, şöyle bir hafta her saat neler yaptığını yazsan, nasıl sığıyor bu kadar şey?" diye sipariş verenler için...

Veya sadece tesadüfen yolu düşenler için yazdım bu yazıyı. Pazartesiden cumaya, kısa kısa notlar. Derin düşünceler yok, çünkü bu hafta okumaya, düşüncelerim arasında oradan oraya gitmeye yetecek kadar fırsatım yoktu; ama hayat var, onu dolu dolu yaşamak için her zaman yeterince zamanım var. Yine de siz bu yazıya, "Sabah uyandım, yüzümü yıkadım, tost yedim, bekliyorum." kıvamında  bir günlük muamelesi yapıp da okumaktan vazgeçerseniz yazık olur, çünkü satır aralarında pek çok gitmelik, okumalık, izlemelik, dinlemelik tavsiye içeriyor. 

O yüzden buradan buyurun bakalım:



Günlerden pazartesi...

Sendromuna bile girmeden gün bitiyor. Uzun süren ama benim için oldukça öğretici ve enteresan bir toplantının ardından, saat 19:00 gibi gün sonuna kalan ufak tefek işlerimi toparlarken, patronumun bir tabak dolusu getirdiği Pelit'in kahveli ve Komşu Fırın'ın nutellalı kurabiyelerini yiye yiye metroya yürüyorum.

Aklımda bir önceki gün tavsiye üzerine izlediğim Black Miror'ın 1.sezon 3. Bölümü... Gerçekten öyle kulağımızın arkasında bir çip olsa ve her anımızı kayıt altına alabiliyor olsak, mesela yolda yürürken bütün günü başa sarıp tekrar tekrar izlesem, kaçırdığım ne mimikler, ne olaylar, ne laflar vardır kimbilir. Korkutucu geliyor. Hafızamın hatırladığı ve algıladığı kadarı ile yetinmekten mutluyum ben, daha fazlası ve sürekli geriye dönmek ne kadar yorucu olurdu... Galiba her şeyin doğrusu bilmek isteyenlerden değilim ben. Bazen kandırılmak veya yanılmak da güzel.

Rossmann ve Macrocenter'a uğradıktan sonra darmadağınık evime ulaşıyorum. Hırsız girse, buraya daha önce başka bir hırsız girip dağıtmış ortalığı, alınacak bir şey kalmamıştır, diyerek geri çıkar. O kadar korkunç bir halde. Ama Mr. Feelgood'un aldığı çiçek tezgahımın üstünde bütün o karambolün ortasında güzel güzel karşılıyor beni. Ayakkabılarımı bile çıkarmadan onu vazoya koyuyorum. Mutluluk sebebim olan çiçek ne kadar uzun yaşarsa o kadar iyi...



Saat bu arada 21:00 olmuş, bir şeyler yemem lazım; ama ne yemek yapacak halim veya zamanım var, ne de yemek sepetinden bir şeyler sipariş vermek istiyorum. Bezelyeli parmesanlı omletimden yapıp, biraz marka hukuku çalışıyorum.


Tuvalete gittiğimde aynadaki yansımama gözüm takılıyor, saçlarım "dip boya yaptır" diye bağırıyor resmen. Kuaförüm kapanalı çok oldu, ama görüntüm de içime sinmiyor. Banyo dolabımda her zaman en az bir kutu duran boyamı alıyorum elime. Dip boyam her zaman aynı renk olsun, kat kat başka renkler ortaya çıkmasın diye, boyasını alıp kuaföre gidenlerdenim ben. Yaklaşık üç yıldır hep aynı renge boyatıyorum saçımı. (Loreal 8.1) Amerika günlerimizde, kuaför çok pahalı olduğu için boyamızı kendimiz yapardık. Neden şimdi de yapamayayım ki?! Yaklaşık bir saat sonra, duşumu almış, kremlenmiş, mis gibi kendime bakınca daha iyi hissediyorum kendimi.

Ajandamdaki o hafta yapılacak işlere göz atarken, Yogitamın doğum günü haftasında olduğumuzu hatırlıyorum. Ne hediye alacağım ona?! İnternette biraz dolanıyorum ve Pinterest'teki teux-deux boardım ilham veriyor. Ona dileğimi tablo haline getirebilirim: Stay Awesome!

Boyam, kumaşım, resim kağıdım, makasım, ilhamım her şeyim tamam.



İşim bitiyor, bu aralar bağımlısı olduğum Ryhe - Last Dance'i açıp bulaşık makinemi boşaltıp' dolduruyorum. Gecenin birinde tabak seslerim ve müziğim yüzünden komşularım benden nefret ediyor olabilir. Uykusuzluktan bayılabilirim, haydi yatağa!

Salı...



Sabah Bakırköy Adliyesi'nde duruşmadayım. Duruşma sırasının bana gelmesini beklerken, çok sevdiğim içi dışı bir, şehre gelmiş ama şehre alışamamış mübaşirle laflıyoruz. Ondan adliye dedikodularını alıyorum. Kim boşanmış, kimle kim kavga etmiş, yokluğumda ne olaylar olmuş... 

Boşanan bir hakimden söz ederken ve kendi sevgilisini anlatırken, anlattıklarına inanamıyorum. Ona göre kadın dayak bile yese boşanmamalı, evlilik birliğini korumalı ve kocası ne isterse yapmalı. "Devrimler filan, kadınlara çok hak tanındı, kadınları bu kadar özgür bırakmamak lazım." dediği noktada dayanamıyorum, müdahale ediyorum; ama o kadar farklı değerlerle büyümüşüz ve o kadar farklı hayatlar yaşıyoruz ki, ikimizin bir noktada uzlaşması imkansız o an. 

Vedalaşırken diyor ki, "vallaha bak hele dinlesene avukat hanımm sen beni, bak bir ay sevgilin ne isterse sen benim canımsın, gurban olam ben sana de, yap. O da sana her zamanginden iyi davranacak vallaha billaha." 

Ben Mr. Feelgood'a "gurban olam ben sana" desem, düşüp bayılır veya Adanalı damarın çıktı yine piyasaya diye geyik yapar eminim.

İşi şakaya vuruyorum, "Tamam yapacağım, ama yanılıyorsan, bir sonraki duruşmamda sıra bekletmeyeceksin bana, geldiğim anda alacaksın benim dosyamın duruşmasını." Anlaşıyoruz, el sıkışıyoruz, gülerek çıkıyorum adliyeden, doğru ofise.




Akşam ofisten çıkışta da doğru Asmalı'ya. Mr. Feelgood gelene kadar İzi Burger'a atıyorum kendimi, öğle yemeği yemeyi unuttum, açlıktan ölüyorum. Mr. Feelgood geliyor, ilk cümlesi "Yorgun görünüyorsun." oluyor. Ben başlıyorum cadolozluğa, onun hediyesi ceketi gitmişim, saatlerdir aralıksız çalışmışım, işten çıkmış onunla buluşmaya gelmişim, tabii ki yorgunum, biliyorum. Ama bana söylediği ilk cümle olumsuz olamaz! 

O kendini affettirdikten sonra, aklıma geliyor mübaşir. Emin oluyorum, her şeyi alttan almak benim yapıma tamamen aykırı, yapamam ben. Zaten bence insanlar ilişki yaşarken, katlanmak yerine iletişim kurmalı. Mesela Mr. Feelgood biliyor artık, buluştuğumuzda boka da benzesem, "Bu ne hal?!" dememesi gerektiğini ve bunu daha sonra ve daha usturuplu bir şekilde söyleyebileceğini... Ona da anlatıyorum mübaşiri, "Valla bana uyar bu bir aylık test." diyor gülerek, fena halde işine geliyor tabii. 

İstikametimiz Asmalı Sahne'de "Kurabiye Ev" isimli oyun.

Oyun başlıyor, çocuklarını uyutmuş, miskin miskin televizyon izleyen bir çift var. Adam önce karısına eski günlerde ne kadar mutlu olduklarını, onun ne kadar güzel olduğunu hatırlatıyor ve sonra nabız yoklayarak bazen sert bazen alttan alan bir uslupla çocuklarına hiç de iyi bir aile olamadıklarını belirtiyor ve sonunda çılgın önerisini yapıyor: "Çocuklarımızı satsak mı?"



"Daha lüks ve konforlu bir hayat için nelerden vazgeçebilirsiniz?"  ve "Özel klüp üyelikleri, daha iyi evler içeren lüks hayat size mutluluk getirir mi?" sorularını çok güzel işleyen bir senaryosu var ve Faruk Barman'ın canlandırdığı karakter çok matrak.


Diğer yandan uzun zamandır dekorsuz, aralıksız, temposu hiç düşmeyen oyunları izlediğim için bu oyunda kısa süren sahneler ve sürekli dekor değişimi sebebiyle oyun oynanan kısmın karartılması, dikkatimi dağıttı.


Değişik bir hafta içi aktivitesi isterseniz, bu oyun aklınızda bulunsun. 

Çarşamba:

Kartal Adliyesi'nde sabahın köründe duruşmam olduğu için Mr. Feelgood'da kaldığımdan, sabah karşıda uyanıyorum. Kaç saat uyursam uyuyayım, hayatımda hiçbir zaman kolay uyanabilen bir insan olamadım.  Sabahlar bana göre değil. Giyinmiş, ayılmak için Mr. Feelgood'un hazırladığı kahvemi içerken,  bir reklam ajansında çalışan ve gece bir reklam çekimi uzadığı için biz uyuduktan sonra eve gelen arkadaşı gayet zinde olarak karşımda ayakta heyecanla bir şeyler anlatıyor. 

Anlattığı şeyden çok, benden geç uyumasına rağmen, sabahın o saatinde ayakta, o kadar zinde olabilmesine takılıyorum. Az uyurum, kahveden sonra genellikle enerjim de yüksek olur, ama onda o an iki gündür evde keyif çatmış bir insanın enerjisi var. "Nasıl?" diye soruyorum. Pharmaton sağolsun, diyor. 

Sahi ben bu kadar koşturmanın arasında, üstelik de bu kadar düzensiz beslenirken niçin vitamin kullanmıyorum ki? Listeme yazıyorum bunu. 

Duruşmadan sonra, vapura doğru yürürken, Beyaz Fırın'ın labeli, zeytinli sandiviçinden bir tane ve Mayamira'dan harika duracağını düşündüğüm ve umduğum bir mavi kolye alıyorum. Kadıköy'den Akatlar'a ulaşıncaya kadar, Mr. Feelgood'tan eski sayısını yürüttüğüm Ot dergisini okuyorum. 

Nejat İşler'in "Devlet! Babam Geldi." yazısını "İnsanın ruhuna erişeceksen deliğinden değil, yarasından gireceksin." gibi alıntılar içeren Rewhat'ın çizgilerini, Hatice Meryem'in "Bir Kadını Öldürmeye Nereden Başlamalı"sını, Seray Şahiner'in Kadir Topbaş'ı Türk filmlerinin Ekrem'ine benzetmesini ve Haliç Metro Geçiş Köprüsü'ne gönderme yaparak "Biz aşık olmayı filmlerden öğrendik, şimdi o filmlerdeki silüet olmadan nasıl aşık olacağız?" demesini çok sevdim. Daha doğrusu dergiyi çok sevdim. Hem keyifli vakit geçirmek için, hem de böyle yayınları yaşatmak için alınmalı ve okunmalı. 

Ofiste dilekçe yazdıktan ve olağan mail yazışmalarımı yaptıktan sonra doğrudan eve geliyorum. Mükemmel zamanlama, babam ile kapıda karşılaşıyoruz. Aynı şehirde, farklı kıtalarda yaşadığımız için, özellikle buluşma ayarlamadıkça kavuşamıyoruz. Bu pazar, ben İstanbul'da olmayacağımdan ve geleneksel pazar kahvaltımızı edemeyeceğimizden, perşembe iş çıkışı görüşmeye karar vermiştik.

Likya Kızılbel'imizi yudumluyoruz, Amerika'daki kardeşimden aldığımız havadisleri paylaşıyoruz, mali konuları konuşuyoruz, onun online sipariş maceralarında karşılaştığı sorunlarla ilgili mail yazışmalarını yapıyorum ve bombayı patlatıyor: Tango kursuna başladım.

Bana öğrendiklerini gösterirken, yani evdeki minicik boş alanda tango yaparken, annem arıyor, tai box'a başladığının havadisini veriyor.

Babam gittikten sonra, bir kadeh daha şarap koyuyorum kendime, bir blog yazısı yazıyorum. 
Gülmeye başlıyorum. Babam tango, annem tai box yapıyor. Ben de işte işe gidip geliyorum, blog yazıyorum filan. Onlardan genç olduğuma göre en fırlama hobinin benim olması gerekmez mi? 

Perşembe: 

Bütün gün duruşmalar nedeniyle Kartal Adliyesi'ndeyim, vekalet pulu almak için koştururken fakülteden çok sevdiğim bir arkadaşımla karşılaşıyorum, resmen üzerimizdeki cübbelerden utanmasak mutluluktan çığlık atacağız. Öğle molasında birlikte yemek yiyip, birer kahve içiyoruz. "Şu adliye de olmasa görüşemeyeceğiz." gerçeğini değiştirmek için mümkün olan en yakın zamanda sevgilileri de kapıp, doğa içinde şömineli bir yerde bir haftasonu kaçamağı yapmaya karar veriyoruz. 

Adliyeden çıktığımda malesef iş çıkışı trafiğine kalmış durumdayım ve olmak istediğim tek yer yatak. Ama yogitamın doğum günü, eve uğrayıp ona yaptığım hediyeyi kapıp, doğum günü konseptli fiyonklu çoraplarımı giyip Ferah Feza'nın yolunu tutuyorum.




Ferah Feza çok uzun zamandır gitmeye niyetlendiğim ve çok duyduğum mekanlardan biri. İsim annesi Ece Temelkuran, lokasyonu Karaköy'deki Mimarlar Odası'nın teras katı. İki ayrı manzaraya bakan iki ayrı terası var, servis muhteşem, kokteyller lezzetli. Tek sorun yemek porsiyonları mini mini minicik. Doymaya değil, tokken domatesli mücver atıştırıp kokteyl yuvarlamaya gidilmek için listeye eklenebilir. 


Yogitam yepyeni bir yaşa, çok keyifli bir doğum günü ile başlamış oluyor. Ertesi gün iş günü olması sebebiyle, tek bir Apple Martini ile yetinerek evin yolunu tutuyorum.

Cuma...

Ofiste geçen günün ardından, yağmurlu havada taksi bulma savaşı vererek, çok az gecikmeyle okula ulaşmayı başarıyorum. Cuma akşamı için seçilebilecek en güzel dersi seçmişim, Göneç Gürkaynak'ın enerjisi de espirisi de her zaman çok yüksek. Zaten kendisi gece hayatımızın mutlaka uğranan mekanlardan Tektekçi'nin kurucularından. Derste "Adamın bileklerini kessen Efes akıyor." gibi cümleler kurarak, cuma gecesine derste hazırlıyor bizi. 

Dersten çıkışta doğru Asmalı'ya, büyük buluşmaya. Ben inanılmaz şanslı bir ilkokul dönemi geçirdim. Benim için ilkokul arkadaşları Facebook'ta bulunup eklenen ve asla görüşülmeyen insanlar değiller; tam tersine hepsi çok matrak, çok başka hayatlar yaşayan, hala bir araya geldiğimde keyifli vakit geçirdiğim şahsına münhasır insanlar. 

Hepimiz üniversite için başka şehirlere taşınırken, en radikal adımı atıp Amerika'ya giden ve sonra yine bir radikal hareket ile İstanbul'a dönen ve moda fotoğrafçısı olarak adını duymaya başladığımız Malik'in dönüş hikayesini dinlemek üzere, Alchemist'te buluşuyoruz. 

Alchemist, İstiklal Caddesi'nde Adidas'ın arasından girince sağ tarafta minicik bir mekan. Hazır şişelere doldurulmuş karışımları bol buz basarak kokteyl diye koymuyorlar önünüze, içinde hiç buz olmayan ama yeterince soğuk, alkolü bol, tek tek her malzeme siz sipariş verdiğinizde hazırlanan kokteyller yapıyorlar. Kokteyl meraklısıysanız, İstanbul'da mutlaka uğramanız gereken adreslerden. Menüde yoktu, ama Amaretto Sour lezizdi.



Birbirimize doyamadan, bir sonraki hafta tekrar görüşme planı yaparak dağılıyoruz. Saat 23:43. Kahve eşliğinde bu satıları yazıyorum.

Benim gibi deli dana misali oradan oraya koşturun, doğrusu bu, demiyorum. Benim yapım bu, durduğum anda içime bir ağırlık ve huzursuzluk çöküyor, başka çarem yok. 

Sadece işten eve gelip de televizyonun karşısına kuruluyor ve uyuyana kadar o koltuktan kalkmıyorsanız, yapmak istediğiniz şeyleri de zamanım yok diye erteleyip duruyorsanız, düşünün, o koltukta geçirdiğiniz zamanlara neler sığdırabileceğinizi... Ve bilin istiyorum ki, sandığınızdan çok daha fazla zamana sahipsiniz!

Benim için Ankara zamanı! Öpüyorummmm

5 yorum:

sebuş dedi ki...

Aa Ankara mı? Keşke görüşme imkanımız olsaydı ne iyi olurdu..

Merve Şanlıtürk Kıyak dedi ki...

Seni seven bir ilkokul arkadaşın olarak ne kadar objektif olabileceğim bilmiyorum ama :) Seni takip edip yazılarını okuyup, eğleniyorsa, hayat görüşünü biraz olsun anladıysa öyle nefret dolu mailler atıyor olmaması lazım.
Sırf meraktan takip ediyorlar o zaman..
Neyse sen boşver yaz böyle cici cici biz de mutlu olalım okudukça :)

Zeynep Z dedi ki...

Sene 2007 sebebi bulunamayan bir baş dönmesi peydah olmuş. İşi gücü bırakıp evde yatıyorum. Tek başıma lavaboya dahi yürüyemiyorum. İnternette sitenizi bulmam, işte hasta hasta yattığım vakitler :)

Çoğu zaman keyifle, kimi zaman gıptayla yazdıklarınızı okuyorum.

Bu sırada dr. dr. gezip bir teşhis konulabiliyor ve ömür boyu bu hastalıkla yaşamam gerektiğini ve yorgunluğun tetikleyici olduğunu öğreniyorum.

O dakika kendime kızıyorum. Baş dönmelerim olmadan önce neden daha çok gezmedim, neden daha çok yorulmadım, neden daha çok eğlenmedim. Tamam patates gibi koltukta oturmuyorum, ancak çokta aktif değilim.

Şimdi nazar eden, hırçın hırçın yorum yapanlara tavsiyem, sizde çıkın dolaşın, yorulun ama bunu sağlınızı kaybetmeden yapın.

zillosh dedi ki...

Sebuşcum,

Çok kısacık bir Ankara oldu. Ama bayıldım, midye dolmaya doyamadım. En kısa zamanda daha vakitlice umarım geleceğim tekrar :))

Mervecim,
tabii ki objektif olamayız birbirimize karşı, okumayı yazmayı bile birlikte öğrendik :) ama canımsın, çok teşekkür ederim moral ve gaz desteği için :)

Zeynepcim,
Öncelikle çok çok çok geçmiş olsun. Bende de iki sene önce sürekli baş dönmeleri ve bayılıp durmalar başlamıştı, "yorgunluk" "stres" dediler eve kapattılar. O yüzden anlayabiliyorum ne hissettiğini. Ama keyifli şeyler keşifler sadece sokakta değil ki zaten, kitaplar filmler diy projeleri kurslar oturulan yerde yapılabilecek milyonlarca keyifli şey var. Diğer yandan çok da teşekkür ederim, bu da bana hatırlatma oldu, korkunç sağlıksız yaşadığım konusunda.

sebuş dedi ki...

İstanbul'dan gelipte Ankara'nın midye dolmasına bayıldın demek,, nerde yedin merak ettim doğrusu, o vakit bi Ankara konseptli yazı bekliyorum senden,, ve bir daha ki gelişini beklerim görüşelim..

Pinterest'im

Instagram'ım