11 Ocak 2014

İnsan ancak özgür olduğunda ahlaklı olabilir ve ahlaklı bir toplum kurabilir.

"Senin güçten anladığın ne biliyor musun? Sana dayatılanları, hiç sorgusuz kabul etmek, kopyalamak ve sonra kendinden güçsüz olduğunu düşündüklerinin üzerinde denemek. Ancak senin gücünün dayandığı hiçbir sağlam değer, kendinin bulduğu ve sınadığı hiçbir ilke yok."


Yeni yıla girerken, evde yaptığım erken yılbaşı partisinde kız arkadaşlarımdan bana birer kitap getirmesini istemiştim. Hediye paketinin içinden çıkan kitapların, pek çok insan için "olmasa da olur, kolaya kaçılmış bir hediye" olarak algılandığını biliyorum. Benim açımdan durum çok farklı.

Çocukluğuma dair en özlediğim şeylerden biri, Toros Dağları'nın eteklerindeki yayla evimizde, kocaman iki ağacın arasına bağlanmış, bol miktarda yastık ile konforu arttırılmış hamakta, ağaçların gölgesinde, hafif hafif sallanarak, ağaç dalları, kuşlar ve böceklerden başka hiçbir ses olmayan ortamda kitaplara gömüldüğüm anlar. Oksijenin bolluğu ile sersemleyip uykuya daldığım veya çok acıkıp yemek yemek için eve girdiğim zamanlar haricinde okuyup dururdum. Bir hamakta yatarak dünyayı ve değişik hayatları gezerdim.

Kitaplar, özellikle de romanlar hızlı yoldan bambaşka hayatlara ve beyinlere sızabilme yöntemim. Ben, roman okurken gerçekten yok oluyorum, dış dünya ile bütün bağlantılarımı ve gerçeklik algımı yitiriyorum, kayboluyorum. Benim için kaç sayfa olduğunun hiçbir önemi yok, ilk yüz sayfayı devirdikten sonra kendi hayatımı unutuyorum. O yüzden hafta içleri sorumluluklarımın olduğu günlerde, roman okumaktan özenle kaçınıyorum. Zamanım olursa, dergilerden, bloglardan, denemelerden, öykülerden veya yüksek lisans sebebiyle okumam gereken hukuk kitaplarından yana yapıyorum tercihimi.

Yine bir haftasonu, çok sevgili Roomyciğimin hediyesi olan Filiz Elasu'nun Oyun'unu okumaya başladım. Kitabın ilk başları, konu ile doğrudan bağlantısı olmayan tasvirler, benzetmeler ve kurgudan kopuk rüyalar ile çok çekemedi beni içine. Ama daha sonra, ürpererek ve sinirlenerek kayboldum içinde, bütün gece okudum.


1990'lı yılların Türkiyesi... Ahlakın, kadın-erkek ilişkilerine indirgendiği bir toplum kültürü. Bu bakımdan da açık ara bir kadın-erkek eşitsizliği. Kadınlara sadece arzu nesnesi olarak bakan bir erkeğin prim yaparken;  gerçekten aşık olduğu ve güzel bir ilişki yaşadığı bir turist ile sokaklarda elele kolkola gezip öpüştüğü için bir kadının ahlaksız olarak anılması ve hatta hiç tanımadığı insanlardan "Onun içtiği bira bardağını çöpe at, AIDS filan olabiliriz." gibi sözlü tacizlerine maruz kalması...



Kitabın iki başkahramanı var: Melahat ve Semra. Melahat alt gelirli yokluk içinde bir ailede büyümüş, okumaya imkan bulamamış bir kadın. Semra ise Melahat'e kıyasla daha rahat maddi imkanlar içinde, daha önemlisi ona özgürce kendi tercihlerini yapmayı öğretecek bir aile tarafından büyütülmüş ve üniversite öğrencisi. Doğru veya yanlış olanı temsil etmiyorlar, ikisinin de büyük hataları, aşırılıkları oluyor roman boyunca.

İki kadın aynı kumarhanede çalıştıkları için tanışıyorlar ve birbirlerini seviyorlar. İkisinin de iki temel arzusu var hayata dair: Para kazanmak ve bir erkekle beraber mutlu olmak. Ama hayat koşulları ve yetiştirilme tarzları yüzünden, bu iki konuya bakışları ve yaklaşımları bambaşka. Birbirlerinin arkadaşlıklarını sevmelerine rağmen, bu farklılık sebebiyle birbirlerine duydukları kızgınlık ve aşağılama gittikçe artıyor.



Toplumun ahlaki değer olarak dayattıklarına uyan kadın, üzerinde düşünmeden bir evlilik yapıp dayak yiyerek acı çekiyorken, diğer kadın da -doğru veya yanlış ama- kendi doğruları ve istekleri doğrultusunda seçimlerini yaparken toplum tarafından dışlanarak ve sözlü tacize uğrayarak acı çekiyor.

Bugün büyük şehirde yaşayan, para kazanan, eğitimli ve özgür bir kadın olarak, maruz kalmak zorunda olmadığım bir ahlak anlayışının bir kadın için ne kadar acı olduğunu deneyimleme fırsatı sundu bu roman bana. Ve korktum; ülkenin yönetim biçimi ve yönetenlerin algısının bu düşünme şeklini desteklemesi nedeniyle.


Bir erkeğin bu kitapta kendisinden hiçbir şey bulmayacağına ve kapılıp gitmeyeceğine eminim; ama modern hayat yaşayan kadınların Türkiye gerçeği ile yüzleşmesi ve gelecekte başına gelebilecek tehlikeleri hatırlaması için okuması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum.

(Filiz Elasu, Oyun, Destek Yayınevi, 331 sayfa)



Kitaptan sevdiğim bazı cümleler:

- Bence hayatta devamlı seçim yapmamız gerekmiyor. Hem aşık olacağımız hem de aşkına emek vermeyi bilen birine rastlamamız için mucize gerekmiyor.
- Bu kadar idealist misin Anna?
- Herkes biraz idealisttir Uğur. Eğer hayatta çok fazla hayal kırıklığına uğramamışsa...

Ben mutlu sonları seviyorum. Mesela şu an bekar, bağımsız bir kadınım. Gencim, çalışıyorum, seyahat ediyorum, aşık olduğum takdirde kendimi sınırlamak ya da geri tutmak için bir sebep göremiyorum. Hata yapabilirim, yanlış bir kişiye aşık olabilirim. Yani bir dolu olasılık mümkün.

Kalbi tamir olmuş, başka birini yeniden sevmenin mümkün olacağını, sorunun kendisinden değil, içine girdiği ilişkilerden, yaptığı seçimlerden kaynaklandığını anlamıştı.

Aşkın kuralları mı olacak? Dövmek yok! Sövmek yok! Yanlış yapmak yok! Yanlış aşk ve doğru aşk diye tarifler koyacağız öyleyse!

Ne kadar söylenirse söylensin, ne kadar çok uyarı yapılırsa yapılsın, insan ancak kendi başına deneye yanıla öğreniyordu. Tecrübe denen şey buydu zaten, hayat buydu! Aynı hataları yeniden ve yeniden tekrarlamaktı hayat!

İnsanların böyle geçmişlerine takılıp kalması, bozuk plak gibi her fırsatta teklemesi sinir ediyordu onu. Aşırı romantizm, aşırı duygusallık, aşırı tutku, aşırı her şey...




Dip Not: Kitabın karamsarlığını kırmak için, ironik bir biçimde kullandığım fotoğraflar, bence dünyanın gelmiş geçmiş en harika çifti olan Serge ve Jane'in en sevdiğim kareleri...

2 yorum:

Arzu dedi ki...

Güneş Çavması...okumanı tavsiye ediyorum...

zillosh dedi ki...

İdeefix'ten bir sonraki siparişimde gelecek kitaplar listesine ekledim hemen :) Elimdekileri okumayı bitirir bitirmez o da gelecek yenilerle, çok teşekkür ederim tavsiye için :)

Pinterest'im

Instagram'ım