19 Ocak 2014

Mushaboom'da bez ve arap sabunu ile yapılan darbe ve darbecilerle gezmelerimiz

Bu haftasonu Mushaboom'da bezli ve arap sabunlu darbe girişimi oldu. Annem ile annemin bana hamile olduğu günlerden beri Adana'daki evimizin düzen ve temizliği ile ilgilenen ve yaklaşık otuz senedir evi çekip çeviren İnsaf Ablam cuma günü öğlen uçağa atlayarak bana geldi ve ev sınırları içinde sıkı yönetim ilan edildi.

Ben titiz ve temiz bir kadının, biriktirici ve dağınık çocuğuyum. İnanılmaz güzel kıyafet katlarım, dolabıma ütülenmeden şal bile kaldırmam, birkaç saat bile giymiş olsam üzerime giydiğim hiç bir kıyafeti yıkanıp ütülenmeden dolabıma koymam; ama mesela darmadağınık bir evde hiç rahatsız olmadan haftalarımı geçirebilirim ve beş ay camlarım pis kalsa bir gün bile o camların pisliğinden rahatsız olmam, perdelerimi indiririm olur biter.

Bir saniye dağınık yerde oturamayan, sürekli ama sürekli bir şeyleri kaldıran, eve gelince ayakkabılarını çıkarıp temizliğe soyunan kadınlardan kesinlikle değilim. Montumu, çantamı ve elimdeki poşetleri salonun üzerindeki koltuğa atarım, seyahat valizlerimi boşaltmam bazen bir ayı bulur.


Temizliğin nasıl yapılması gerektiğini bal gibi bilmeme rağmen, bunu çok zaman alıcı bir aktivite olarak görüyorum. Kendi bakımım ve kılık kıyafetimin tertibi, evin temizliğinden daha öncelikli benim açımdan. Bu yüzden şimdi yaşadığım eve taşındığımdan beri evime bir abla geliyordu. O işi şişirdikçe ben ona uyuz olmaya başladım. Yer silmeyi vileda ile evin içinde şöyle bir gezmek olarak algıladığından, onun geldiğinin ertesi günü yeri şöyle bir silince bezin kahverengi olmasına, aylarca mutfak dolaplarını bir indirip silip yerleştirmenin aklına gelmemesine, ütülediği gömleklerin giyilemeyecek kadar kırışık olmasına en son isyan ettim, gelme bana, dedim.

O artık gelmez oldu da, benim de ondan daha iyisini yapmaya hiç fırsatım olmadı. Ya çalışıyor, ya geziyordum.

Bu yüzden annem ile İnsaf Ablam bu cuma atlayıp bana gelerek duruma el attı. Cuma akşamından bu akşama kadar çamaşır makinesi ve bulaşık makinesi bir saat durmadı. Evde yıkanabilir ne varsa her şey yıkandı, ütülendi. Stor perdeler, halılar, yerler, dolap içleri, camlar defalarca silindi. Bütün dolaplar, raflar boşaltıldı, içlerindeki her şey ayıklandı yeniden yerleştirildi. Böyle anlatınca bir kaç cümlede bitiyor; ama evde yapılan iş öyle böyle değildi. Gerçekten üç gün boyunca annem ütü başında, İnsaf Abla bezleri ile evin dört bir yanında, ben de raf ve dolap içi düzenlemeleri görevindeydim.

Bu haftasonu pek sevgili çıtırım Cansu'nun veda partisine gidememem, İstanbul'a gelen Tuğçe ile kavuşamamam ve yıl başından beri istikrarla devam ettiğim iki günde bir yazı düzenini aksatmam da hep bu temizlik darbesi sebebiyle oldu.

Resmen evin içindeki hummalı temizliği gören bütün mahalle temizlik yapmaya başladı. Karşımdaki apartmanın tarihte hiç silinmemiş camı bile bizden aldığı ilham ile silindi. Bütün komşularım bizimki ile yarışır bir ayıklamaya girişerek kapılarının önüne poşet poşet çöp çıkardı. Benim minik evimde yapılan temizlik çalışmaları dalga dalga bütün komşu ve karşı apartmanlara yayılırken, sonuç olarak evim resmen on metrekare büyüdü ve bal dök yala durumuna geldi. Şu anda mecaz anlamda değil, gerçekten parkeme bal döküp yalayabilirim :))) Semtimde yarışma yapılsa daha temiz ve düzenli ikinci bir ev eminim bulunamaz.

Bu süre boyunca ağır temizlik mahkemesinde yargılandım. İnsaf Ablam sürekli bana eleştirilerini iletip, neyi nasıl yapmam gerektiğini tembihledi. Evlenmek için de bana iki sene süre verdi. "İki sene sonra yaşlanmış olacağım bak, o zamana kadar evlen, gelip düzenini de kurayım, oturtayım" diye restini de çekti.

Tabii ki temel aktivite konsepti temizlik olsa da, benim sağlığım yerinde olduğu sürece etkinlik organize etmediğim bir haftasonu düşünülemez. Cumartesi akşamı "Hadi" dedim, "Taksim'e gidiyoruz!"


Odakule'den İstiklal Caddesi'ne çıktığımız anda, Galatasaray ve Tünel'den koşan iki eylemci grubun ve her iki taraftan gelen biber gazının ortasında bulduk kendimizi. Annem, anarşik ruhu ve seksenler bağışıklığı ile biber gazından gram etkilenmedi gerçi, ama ben ne olur ne olmaz diyerek ortalık biraz yatışana kadar Cezayir'e geçmeyi önerdim.

Fransız Sokağı daha popüler olmadığı zamanlardan beri faaliyet gösteren bu restoran, yüksek tavanlı, eski taş karolu mimarisi ile bayıldığım adreslerden. Alt kata inince, şehrin göbeğinde kuytu ve gizli bir bahçe karşılıyor sizi. Kedileri, yeşillikleri, loş ışığı ve kuvvetli ısıtıcıları ile kış için harika bir bahçesi var.


Cezayir Bellini yuvarladıktan sonra, Kumbaracı50'nin yolunu tuttuk ve "Katilcilik" oyununu izledik. Perde açılır ve darmadağınık cinayet işlenmiş bir ev karşınızda durmaktadır.

Güzel kurgulanmış bir cinayet senaryosunu anlatan bu oyun, son zamanlarda in-yer-face oyunları çokça izlediğim için oldukça yavaş tempolu geldi bana. İzlemesi de kolay bir oyun olmamış, çünkü sahnelerin arasında perdeye yansıtılan yazılar ile oyun arasındaki ilişkiyi kurmak izleyiciyi oldukça yoruyor, en ufak bir dikkatsizlik ise sahneler arasındaki bağlantıyı kuramamaya yol açıyor.

Bir alttaki fotoğrafta en sağdaki oyuncu çok iyiydi ve dekorasyon bakımından aldığı ödülleri sonuna kadar hak etmişti. Uzaktan yaklaşan ve yavaş yavaş aydınlanan kutu, insanda sinema perdesine yansıyan görüntü gibi bir etki doğuruyordu, buna bayıldım.



Bu dekorun arkasındaki isim Yiğit Sertdemir, aynı zamanda da oyunun senaryosunu yazan kişi.

Kumbaracı50'de daha önce izlediğim bir oyundan bahsetmeye hiç fırsat bulamamıştım; ama sırf adı ile beni tavlamış olan "Gerçek Hayattan Alınmıştır."ın da hem senaristi ve hem de oyuncusuydu Yiğit Sertdemir. Takibe alınması gereken insanlardan...

"Gerçek Hayattan Alınmıştır",  oyunculuk, senaryo ve etkileyicilik bakımından, son altı ay içinde izlediğim en iyi oyun olmuştu. Hala çok geç değil, "Gerçek Hayattan Alınmıştır"ı izlemeyi yapılacaklar listenize eklemeyi unutmayın.

Tiyatrodan çıktıktan sonra, eylemden geri kalan barikat izlerini ve duvar vitrin yazılarını keşfede keşfede Tektekçi'nin yolunu tuttuk. Ben artık eskisi kadar müdavimi olmasam da, rakı, viski, şarap, bira gibi içkilerden hiç şaşmayan, her türlü kokteyle burun kıvıran annemin oldukça sevdiği bir adres Tektekçi. Daha herkes tarafından bu kadar keşfedilmemişken, annemi götürdüğüm geceden kalma şu efsane karenin hatırı bile yeter tekrar tekrar gitmemiz için:


Birer shot devirdikten ve İnsaf Abla'yı da Tektekçi ile tanıştırdıktan sonra Taksim'de çektiğim karelerden iki tanesini paylaşmadan geçemeyeceğim: Zara'nın vitrininin eylemlerden sonraki çok eğlenceli hali ve yalnızca bir kaç saat sonra, camın temizlenişi. Böyle bir meslek çıktı şehrimizde, asıl merak ettiğim bu kişiyi Belediye mi görevlendiriyor, yoksa Zara mı?



Evsizler, bize evde bizi bekleyen işleri hatırlattı ve koşa koşa döndük, birer kahve yuvarlayıp görevlerimizin başına döndük.


Bu sabah da, Kahve Dünyası'ndan kahvelerimizi kapıp Fındıklı Parkı'na gittik. İstanbul'da hava güzel olduğunda en sevdiğim adreslerden... Harika bir manzarası var ve sabahları oldukça az insan oluyor ortalıkta.


Parkın ön kısmındaki çay bahçesi ise, yolun karşısındaki Elifli Pastanesi'nden kahvaltılıklarımızı aldığımızda en güzel kahvaltı adresine dönüşüyor. Plastik sandalyeler çirkin evet ama manzara ve garfield kıvamındaki kediler bir harika.




Bir haftasonu daha bitti. Şimdi evde hiçbir yeri dağıtmayayım ve kirletmeyeyim diye sağa sola dokunmaya bile korkarak bu satırları yazıyorum.

Hepimize güzel bir hafta olsun! 

1 yorum:

Handan dedi ki...

belediyenin görevlileri onlar sezen, ben de onların 1 gün greve çıkıp akşamın izlerini silmemelerini hayal edyorum ellerindeki pıst pıst gri boyalarla renksiz başkanın adamları onlar

Pinterest'im

Instagram'ım