25 Ocak 2014

Not Defterim: Yozgat Blues, Nuspa, Mahalle, Raclette, Katil Joe, Corinne Brasserie

Yozgat Blues:

Uzun zamandır hiçbir şey için harcamadığım kadar çok çabayı bu filmi izlemek için harcadım. Bu filmi izlemek için girdiğim salondan Bir Hurdacının Hayatı izleyip çıkmamın hikayesini daha önce anlatmıştım. Haliyle, Yozgat Blues izlemek, bizim için bir çeşit hırsa dönüştü ve bu sefer Moda Sahnesi'nin yolunu tuttuk ve sonunda başardık.

Yozgat Blues, Türk Sineması'nın yakın dönemde yarattığı harikalardan biri olmuş. Her şeyden önce Ercan Kesal'ın oyunculuğu harikaydı. İkincisi Yozgat, taşra metaforunu çok güzel simgeliyordu ve günlük hayatımızda dalgasını geçtiğimiz pek çok detay senaryoya o kadar güzel serpiştirilmişti ki, aslında bir dram izlerken, sık sık kendimizi kahkahalarımızı bastırmaya çalışırken bulduk.  Entel karakter Kamil zaten film boyunca klişeleri ile gülmekten kırdı geçirdi bizi.

Başkahramanımız Yavuz, yetmişli yıllardan kalma bir Fransızca şarkıyı bir alışveriş merkezinin zemin katında söyleyen, belediyenin düzenlediği müzik kursunda ders veren bir müzisyen. Kurstan da Neşe isimli bir öğrencisi var, marketin şarküterisinde çalışıyor. Hayatında kaybedebileceği hiçbir şeyi olmayan, büyük şehirde tutunma savaşı verenlerden biri.



Yavuz, Yozgat'taki bir gazinoda şarkı söylemesi için teklif alınca, Neşe kendisine de bir iş ayarlamasını isteyip onun peşine takılıyor ve bu ikili İstanbul'dan Yozgat'a taşınıyor. Yozgat'ta bu ikilinin yolu, evlenmek ve kendi kuaför dükkanını açmak isteyen düz ve efendi bir adam olan Kamil ile kesişiyor.

Yavuz, idealist ve takıntıları olan bir karakter, taşraya kaliteli müzik götürme misyonunu üstlenmiş ve insanlarla gereksiz sohbetlere girmiyor, çizgisinden hiç şaşmıyor. Diğer yandan çok insancıl, kendisine güvenip Yozgat'a gelmiş olan Neşe'ye karşı büyük bir sorumluluk duyuyor.  Neşe ise İstanbul'a bağlı olmadığı gibi, başka hiçbir şeye de saplantılı değil, değişime daha açık.

Film, dinsel öğeler, taşrada kadın olma mücadelesi gibi klişe mesaj verme kaygılarına hiç girmeden gündelik hayatı ve duyguları anlatıyor. Filmden pek çok mesaj çıkarabilirsiniz, ama "Adapte olmak mı, yoksa idealler peşinde koşmak mı?" sorusuna güzel bir cevabı var.

Atlanmaması gerekenlerden.




Nuspa G-Mall:

Doğum günümde yogitamdan Nuspa'dan bir saatlik masaj hediyesi almıştım: "Yogitam bu aralar çok yoruldu diye..." güzel bir not vardı kartın üzerinde. Her gün için o kadar çok planım vardı ki, hazırdaki bu jestimi bile ancak üç ay sonra kullanabildim. İş çıkışında eve gelip, iş kıyafetlerimin yerine taytımı, t-shirtumu, sweatshirtumu giyip G-mall'a kadar yürüdüm, sonra MAC'ın soyunma kabininde kıyafetlerimin yerine bir bornoz giyip, kendimi Nuspa'nın siyah ağırlıklı olarak dekore edilmiş loş bekleme odasına attım. 



Sonradan adının Ilu olduğunu öğrendiğim masör geldi beni kabinime götürdü ve sonraki bir saat ayak parmaklarımdan saç diplerime kadar her yerime öyle güzel bir masaj yaptı ki; yeniden doğdum.

Nuspa'ya masaj için ilk gidişim değil bu, ama en mutlu ayrılışım bu oldu. Hani aklınızda bulunsun, giderseniz ısrarla Ilu'yu isteyin masör olarak.

Nuspa'ya gelirsek,  dekorsyon ve ortam olarak çok beğeniyorum ben. Yalnızca, vücudunuzla barışık değilseniz, MAC ile aynı soyunma odasını kullandığınız için, deli gibi spor yapan hemcinslerinizin karşısında giyinip soyunmaya çekinceleriniz olabilir. Ama vücudunuza güveniyorsanız, önlerinde soyunmak  "Dostum sen iki saattir koşuyorsun, kan ter içinde kalmışsın, ben daha fitim ve şimdi masaja giriyorum. Şansına küs." uklalığını hiç konuşmadan yapmanıza ve egonuzu tatmin etmenize yarayabilir. :)

Mahalle: 

Uzun zamandır merak ettiğim, 'Topağacı'nın mahalle barı' olarak nitelendirilen Mahalle'ye sonunda gidebildim. Gerçekten de bir arkadaşınızın kocaman salonundaymışsınız gibi bir ortamı var. Küçüklü büyüklü masalar, koltuklar ve hatta televizyon... Herkes köpeğini alıp da gelmişti ve yan masalarla tanışık olduklarından yola çıkarsam, bizim dışımızda herkes birbirine Mahalle'den aşinaydı.

Cuma ve cumartesi akşamları canlı müzik varmış, ona denk gelemedik biz; ama merak ediyorum. Eğlenceli olabilir, evde otururken, yürüyerek gidip bir kadeh içki yuvarlayıp bir kaç parça dinleyip, tekrar eve yürümek. 



Sıcak şaraptan yana tercih yaptık, oldukça güzeldi.

Euro ve Doların geldiği nokta yüzünden, seyahat planlarını ertelemiş ve bir süreliğine İstanbul'a kendimizi sabitlemiş olduğumuzdan birbirimize anlatacak büyük ve değişik havadislerimiz yoktu. İsviçre'ye gelin gitmiş olan Özge'mizin ve Sinem'in şu anda Suudi Arabistan'da çalışan sevgilisinin anlattıkları iş çıkışı sohbetimizi şenlendirdi.

Bir de bu blog sayesinde tanıştığım bir kişi daha vardı masamızda: Elif! Süslü Sözlük diye kadınların oldukça işine yarayabilecek, bir projeleri varmış, onunla tanıştık. Keşfetmek için tık!

Raclette:

Yıllardır komşu olmaya alıştığım, eve yürürken mutlaka kapısının zilini çaldığım, bir kahve veya birasını içmek üzere evine uğrayıverdiğim Özge'nin artık İsviçre'de yaşıyor olmasına açıkçası hala tam alışamadım. Ne zaman Beşiktaş'tan eve yürüyor olsam, ayak alışkanlığı, onun evinin olduğu sokağa sapıp, sonra onun artık Baden'de olduğunu hatırlayıp, "Seniii çooook özledimmm" diye whatsup mesajları ile tacize başlıyorum.



Ve Özge süpriz yapıp, İstanbul'a geldi. Üstelik de bu sefer tam bir gurbetçi gibi eli kolu dolu olarak. Böylelikle İsviçre'nin geleneksel yemeklerinden racklette (roklet diye okunuyor) ile tanıştım.



Aletin alt kısmında tam peynirin boyunda minik tavalar var. Buraya peyniri koyuyorsunuz, peynir erirken üst kısmındaki mermerde de diğer garnitürleri pişiriyorsunuz. Sonra patates veya ekmeğin üzerine, önce peyniri, sonra da damak tadınıza göre garnitürleri döküp yiyorsunuz. 

Özge, "Bayılıyorum bu adamların pratikliğine! Misafiri oturduğun yerden hiç kalkmadan ağırlayabiliyorsun." derken ne diyormuş böylelikle anladım. Oldukça lezzetliydi, racklett'imizin yanına eşlik eden şarap ise bizim topraklarımızdandı, daha önce hiç denemediğimiz bir markaydı ve oldukça beğendik. Bir yerlerde denk gelirseniz, aklınızın bir kenarında bulunsun: Yücel Cabarnet '08.


Katil Joe: 

Moda Sahnesi'nin sıkı bir müdavimi oldum. Dekorasyonu, girişindeki cafe, alternatif filmler gösterilen sinema salonu ve aynı dönemde oynayan birden fazla tiyatro ile güzel bir ortamda güzel keşifler fırsatı sunuyor.

Bu sefer Moda Sahnesi'nin yolunu tutma sebebimiz Katil Joe oldu. Engin Hepiler tarafından kurulan Tiyatro.İn'in ilk oyunu olan Katil Joe, Engin Hepileri, Öykü Karayel, Defne Halman, Taner Ölmez ve Mehmet Birkiye tarafından sahneleniyor.



Bir Amerikan ailesi: anne ile baba boşanmış, büyük oğlan anne ve sevgilisi ile, küçük kız da baba ve hem yırtık hem edepsiz olan ikinci eş ile birlikte yaşıyor. Kimse kimsenin çok da umurunda değil. Bir gün büyük oğlan gelip, annesinin hayat sigortası olduğunu, annesini öldürürlerse o sigortayı alabileceklerini söylüyor. Bu fikir herkesin aklına yatıyor ve böylece bu ailenin hayatına Katil Joe giriyor.

Spoiler vermemek adına, kalanını hiç anlatmayacağım; ama ilk defa izlediğim bir oyunda herkes rolüne cuk oturmuş, kimse arka planda veya silik kalmamıştı. 

Mutlaka izleyin; ama bilet alırken dikkat edin, arkalardan izlemek çok konforlu olmuyor. Moda Sahnesi'nde en iyi izlenen yer 5. 6. 7. sıraların koridora yakın koltukları.

Corinne Brasserie:

İlkokuldan beri çok yakın arkadaşım olan Ayşe ile geleneksel iş, ilişki, seyahat, hayat sohbetlerimizi yapmak için Çukurcuma'nın yeni sakinlerinden Corinne Brasserie'nin yolunu tuttuk.

Tattığımız mezeleri, damla sakızlı mantar çorbası gayet lezzetliydi ve garsonlar da oldukça ilgiliydi. Yüksek tavanları ile oldukça ferah olan bu mekanın büyük kusuru, konsepti ile inanılmaz çelişen müziğiydi.

Adı Brasserie olan bir yerde inanılmaz yüksek sesle ud çalıp Türk Sanat Müzikleri söyleniyordu! Bir meyhanede daha alçak sesle pekala güzel olabilecek bu müzik, buranın ne dekorasyona, ne ismine, ne de lokasyonuna uymuştu. 

Bir de filtre kahve istediğimizde, filtre kahve yok gibi bir açıklama yapmadan, önümüze Nescafe'leri getirdiler ki, bir kahve düşkünü benden eksi puan almak için büyük bir sebep bu. 



Yemeğimizi yer yemez, kendimizi hemen paralelindeki -daha önce şurada bahsettiğim- Çukurcuma49'a attık. Cuma akşamına yaraşır ruh halimize orada, şahane bir canlı müzik ve son zamanlarda içtiğim en soğuk bir ile girdik.

Keyifle kalın!


2 yorum:

Deniz Evin dedi ki...

Yozgat Blues sonunda izlemene ve beğenmene çok sevindim Sezeen enerjin hiç düşmesin! Öperim çok :)

Deniz Evin dedi ki...
Bu yorum yazar tarafından silindi.

Pinterest'im

Instagram'ım