30 Mart 2014

30.03.2014 Umarım ki gelecekte, bugüne dönüp baktığımızda mutluluktan çıldırmış hatırlayacağız kendimizi.

Bugün aylardır beklediğimiz gün: 30 Mart. Bundan birkaç sene olsa, "Amaaan yerel seçim." diyip burun kıvaracağımız seçim bizim için o kadar anlamlı ve önemli ki... Hayatımda en son üniversite sınavına girerken bu kadar heyecanlanmıştım sanıyorum.

Hazirandan beri bu ülkede olanları, polisin orantısız ve hukuka aykırı şiddetini, bu şiddetten ölen ve yaralanan insanları, eski bakan bir milletvekilinin cenazeye gidenlere ölü sevici demesini, düşen tapeleri, ülkede kıyamet koparken penguen belgeseli gösteren kanalları, bitmiş basın ve medyayı, din sömürücülüğü yapanların ahlaksızlığını ben buradan size anlatacak değilim. Zaten yaklaşık sekiz aydır bunlarla yatıyor, bunlarla kalkıyor, geleceğimiz için endişeleniyoruz. Twitter bir haftadan uzun bir süredir kapalı, YouTube da kapatıldı.

Şimdi durup düşündüğüm zaman olup bitenlere hala inanamasam da, fark ettiğim bir şey var ki biz bu süreçte sinirlendiğimiz kadar da güldük. İnanılmaz şeyler döndü sosyal medyada. Bir yandan da sabaha karşı sokaklarda eylemcilere dolma servisi yapan teyzeler, polislerin kafalarına saksı ile çiçek atan yaşlı kadınlar, TOMA çalan Çarşı, köprü dolusu yürüyerek karşıya geçen insanlar ile duygulandık, umutlandık. Hatta en sevmediğimiz insan bile, gözünü bürüyen hırsla ve kadın sesiyle Van'da konuşarak günlerimize neşe kattı.

Bu ülkede harika insanlar yaşıyor ve şu andakinden çok daha iyisini hak ediyor. O yüzden bugün sen de önce "Tatava yapma, bas geç." ve sonra sandığına sahip çık. Hiçbr şey yapamıyorsan bile sandık başında görev yapanlara çikolata, su, kraker bir şey götür, hepimizin geleceği için oradalar...

Akşam kutlamada sokaklarda ve sonrasında daha mutlu bir Türkiye'de görüşeceğimizi umuyorum. Ama unutmayın her halde çok karlıyız zira örgütlenmeyi, direnmeyi, hatta daha da ötesi oy kullanma kurallarını hepimiz bu sene öğrendik. İlk defa bu sene oy kullanacak 2,5 milyon genç bile mucizeler yaratabilir.

Olup bitenleri unutmadan umutla kalın! 

28 Mart 2014

Çanakta balın olsun sinek Bağdat'tan gelir ya, Can Oba, bütün İstanbul'u Eminönü'ne getirmeye aday...

Türkiye bu günlerde soluğunu tutmuş bekliyor. Tahminler yapılıyor, varsayımlar için seviniliyor, varsayımlar için üzülünülüyor, "Tamam, çok az kaldı, bekleyelim görelim." diyip konu kapatılsa da, az sonra birisi dayanamayıp okuduğu bir yazıdan veya izlediği bir videodan bahsediyor, konu yeniden açılıyor.

Sanıyorum seçim sandığından kim çıkarsa çıksın, tabii ki kimin çıkmasını istemediğimiz konusunda çok netiz ama, bundan sonra konu hiç kapanmayacak. Umarım... Umarım ki Türkiye, Murathan Mungan'ın "Türkiye'de her şey olabilirsiniz; ama bir tek şey olamazsınız, rezil olamazsınız. Unuturlar çünkü. Hafızaların 24 saate ayarlı olduğu bu ülkede isteseniz de rezil olamazsınız.Öncelikle memlekette her şeyin bu kadar kolay "olunmasıyla" ilgili bir şeydir bu. Her şeyin bu kadar kolay "olunduğu" bir ülkede rezil olmak elbette imkansız hale gelir. Her şey bu kadar kolay olunuyorsa, "sahiden" bir şey olunamıyor demektir." şeklindeki harika tespiti, artık geçersiz olacak. Unutmayan, sorgulayan, kafa tutan, talep eden vatandaşlar olacağız bundan sonra.  Umarım...


İstanbul'da herkes ruh sağlığından endişe edilir duruma gelmişken, yogitam ile biraz havamız değişsin diye benim bir süredir merak ettiğim Can Oba'da akşam yemeği yemek için Eminönü'nün yolunu tuttuk. Dışarıdan tipik bir esnaf lokantası gibi görünen, içeride dekorasyon namına hiç bir havalı parça olmayan Can Oba'ya girdik, boş masalardan birine hamle yaptık, garson sordu "Rezervasyonunuz var mı?".

Hafta içi bir akşam, lokasyon Eminönü, herkes kafayı seçime takmış, ne rezervasyonu? Aradık, ama ulaşamadık, dedik. "Valla biz telefonlara bakmaya kalkarsak çalışamaz hale geliyoruz, talep inanılmaz." diye açıklama yaptı ve bizi ancak köşedeki servis masası olarak kullanılan masaya alabileceğini söyledi. Diğer masalar da denize nazır değildi zaten, sadece bize sunulan masanın yarısını telefon, POS makinesi işgal ediyordu, bize fark etmezdi.


Oturduk, bir kestaneli çorba, bir de pastırmaya sarılmış hurma çubuğu ile servis edilen patates çorbası söyledik.


Biz çorbalarımızı içerken, yan masamız gelecek bir tarihe bir rezervasyon daha yaptırmak istedi, bir türlü boş yer bulamadılar. Bu arada içerideki bütün masalar doldu, etraftaki bütün restoranlar bomboşken, dip dibe yemek yiyen insanlar ilgilerini çekmiş olmalı ki, turistler içeri girmeye başladı, Can Bey kibarca önümüzdeki bir ay için akşamları boş yeri olmadığını söyledi.

Hayretle, içerideki şıkır şıkır insanları izlerken, ana yemeklerimizi seçtik: Lazanya ve Ahtapot ile servis edilen cevizli risotto.



İstanbul'da gördüğüm en havalı sunumlar, Eminönü'ndeki bu dört masalık yerde önüme konuluyordu. Üstelik de görüntü var lezzet yok, değil tam tersine oldukça şaşırtıcı ve lezzetli yemeklerdi bunlar.

Can Oba her misafiri karşılıyor, mutfağa girip yemekleri pişiriyor, servis ve hatta espriler yapıyor. Bu restoran, kesinlikle "Çanakta balın olsun, sinek Bağdat'tan gelir" sözünün  hakkını veriyor. Süprizlerle dolu bir yer burası. Dekorasyonu ile inanılmaz tezat oluşturan şıklıkta tabaklar önünüze konuluyor ve sonunda Nişantaşı'nda çok özelliksiz bir yemek yediğinizde ödediğiniz kadar bir hesap geliyor.


Biz keyifle yemeğimizi bitirmiş, kapının önünde sigaramızı içerken, Can Bey mutfaktan kafasını uzatıp "Aa siz hala burada mısınız?" dedikten sonra, bize yolluk olarak kendi yaptığı çikolatadan verdi. Bu jestine mi, yoksa o çikolatanın tadına mı daha çok bayıldım, hala karar veremiyorum.

Şu anda İstanbul'da gidip de yemek yiyebilmek için en çok uğraşmanız gerekecek yer burası sanıyorum; ama sırf o tezatı yaşamak için bile gidilir. Ruhsuz, cansız, ilgisiz zincir mekanlardan o kadar sıkılmıştım ki, şehirde böyle bir yerin varlığı bile içimi açtı.

Dip Not: Can Oba'dan çıktıktan sonra midenizde boş yer kalmayacaktır muhtemelen; ama Sirkeci Meydanı'nda tam köşedeki Hafız Mustafa'dan paket yapıp götürmek üzere, harika görünüşlü tatlılar alabilirsiniz.



Mutlu haftasonları!



26 Mart 2014

Bakım zamanı: Yumurtalı ballı saç maskesi ve ucuz kozmetik adresi

"Şu yeryüzünde yetenekten daha seksi bir şey olmadığına inanıyorum. Elleriyle, ruhuyla bir şey yapan, yazan, çalan, üreten, pişiren insanların içine tanrı kaçtığını düşünüyorum."

Yukarıdaki cümle, Ayşe Arman'In Hande Özcan ile söyleşisinden, 2011 yılından... Üstünden yıllar geçti, bu cümle aklımdan bir türlü çıkmadı. Bazı insanlara sebebini çözemediğim şekilde, hayran oluşumun tercümesi gibiydi. 

Bir şeyler üretmek için öncelikle zaman gerekiyor, kabul ediyorum. Bir kere ne üreteceğine karar vermesi gerekiyor insanın, sonra da üretmek için zaman harcaması ve üretimi kimseciklerin ilgisini çekmese dahi vazgeçmemesi gerekiyor. Hobi olarak yapılsa bile, ciddi bir zaman alıyor yani. 

Benim yapabileceğim tek üretim, yazmaktı. Hace Yeni'nin bir yazısında yer alan bir paragraf da bu blogu yazmaya başlarken ilhamım olmuştu:  

"Gelecekseniz bir farklılık yaratmaya gelin. Bir şeyleri değiştirmeye. Eğlendirmeye. Göstermeye. Yazmaya. Çizmeye. Yazacağınız yazılar akılları bulandırsın, bazen utandırsın, bazen güldürsün, bazen ağlatsın. Göstersin. Bilgi versin. Göz okşasın. Sıkıntıdan öldürmesin."

Bazen güzel yazılar yazdım, bazen sadece gittiğimi, gezdiğimi paylaştım, bazen iç dökme duvarı yaptım burayı. Oturup kurgu yapmak, edebiyat parçalamak gibi hırslarım olmadığından, niyetim sadece kayıt altına almak ve paylaşmak olduğundan, çıkan sonuç beni hep çok mutlu etti; bu yüzden başka şeylere ayıracağım zamanları blog yazmaya ayırdığım için bir an bile pişman olmadım. 



Gelgelelim spora başlayınca daha net olarak fark etmeye başladım ki, ben kendime hiç zaman ayırmıyorum. Çalışıyorum, gezip tozuyorum, seyahatlere çıkıyorum, arkadaşlarımla, sevgilimle ve ailemle bol bol vakit geçiriyorum, okuyorum, izliyorum, yazıyorum; ama bütün bunları yapınca şöyle kuaförlerde güzellik salonlarında bakımsal aktivitelere girmeye ne vakit ne de nakit kalıyor. 

O yüzden kendi kendime bir şeyleri araştırıp, öğrenip uygulamaya ve olumlu sonuç aldıklarımı paylaşmaya karar verdim.



Bu aralar denediklerimden en favorim çok pratik ev yapımı saç maskesi. Saçınız ince telli ve kuru ise, bu tarifi mutlaka deneyin.

İki tane yumurtanın sadece beyazını alıyorsunuz (saçınız kısaysa tek yumurta da kullanabilirsiniz), güzelce çırpıyorsunuz, içine biraz bal, biraz da zeytinyağı ekleyip, hepsini güzelce karıştırdıktan sonra saçınıza sürüyor ve yarım saat kadar bekletiyorsunuz. Kıyafetlerinize bulaşmaması için saç bonesi kullanmanızı tavsiye ederim. Kalıp gibi oluyor saçınız, endişelenmeyin, su değdiği anda çözünüp akıyor bütün karışım. Geriye saçınıza sinen bir koku da kalmıyor, rahat olun. 

Yumurta, protein bakımından zengin olduğu için, saçı güçlendiriyor, bal fruktoz ve glikoz ile saçı yumuşatıyor, zeytinyağı da biliyorsunuz pek çok saç bakım ürünün içeriğinde mevcut, saçı nemlendiriyor ve parlaklık veriyor.

Benim zaten ince telli olan saçlarım, sarı röflelerim sonucunda iyice ince telli ve kupkuru olmuştu. İstediğim kadar hazır saç maskesi kullanayım, fark edilir bir sonuç alamıyordum. Bu maske ile daha hacimli ve güçlü oluyor saçlarım. Tabii ki sürekli kafamda bir bone ile gezemeyeceğim için çok sık yapamıyorum; ama yalnız kaldıkça ve vaktim oldukça - mesela bu satırları yazarken- kafamda bu karışım ile takılıyorum. :)

"Ay uğraşamam ben böyle şeylerle, güzel bir makyaj yaptım mı fıstık gibi olurum, bana yeter." derseniz, istikametiniz Maslak'taki Sun Plaza'nın 1. katı olsun. Sun Plaza'da çalıştığım dönemlerde sıkı müdavimi olduğum, ELCA'ya uzun zamandır gitmemiştim, geçenlerde bir öğle molasında gidip bu uzun ayrılığı sona erdirdim.




ELCA'da MAC, Bobbi Brown, Estee Lauder, Clinique, Darphin, Jo Malone gibi pek çok markayı bulabilirsiniz. Burayı bir nevi fabrika satış mağazası gibi düşünün. Minicik bir dükkan, her zaman her şeyi bulamıyorsunuz, o hafta ürün olarak şansınıza ne gelmişse onların arasından seçim yapıyorsunuz. Parfümler, cilt kremleri, tonikler, ojeler, makyaj malzemeleri... 

Gerçekten de tamamını %50 gibi bir fiyata alabiliyorsunuz. Ben Clinique'ten bir göz kalemi ile pembe allık, MAC'ten de metalik bir oje edindim. Bu aralar bol bol allık gelmiş, allık ihtiyacınız varsa şiddetle tavsiye ediyorum. (Ya ben allık sürmeyi beceremiyorum ki, diyenleri ise alışverişten önce şuraya alalım.)

Bu kadar bakım alışveriş konulu yazıyı da, ne giydim ile kapatalım tamamen dişisel bir yazı olsun :)



Gri yünlü elbise Mango'dan, siyah kaşmir hırka Marks&Spencer'dan, siyah ayakkabılar bu kış haftada en az üç kere giyerek eskittiğim Roma ganimetim.


Mavi keten etek Mango'dan, en sevdiğim lacivert blazerim Fabrika'dan, babetler Gabor'dan, kolye Kadıköy'deki MayaMira'dan.


Gri kırçıllı bandaj etek H&M'den, önü örgü detaylı beyaz boğazlı penyeyi Taksim'deki pasajların birinden almıştım.


O gün "Yeşil ile siyah birlikte giyilir mi?"  diyaloğuna neden olan bu kombinasyonumdaki beli zımba detaylı arkası boydan boya fermuarlı bandaj etek Stradivarious'tan, gömlek H&M'den.


İçime giydiğim siyah elbise Guess'ten, arka kesimini çok sevdiğim gri tunik kazak İpekyol'dan, hafifliği ile vazgeçilmezim olan kolej tipi siyah ayakkabılar Toskanolu LucaGrossi'den.




Cumartesi akşam evden çıkıp pazar akşam döndüğüm için iki gün de aynı kıyafetle gezmiş oldum. Siyah bandaj etek H&M'den, t-shirt Brian Lictenberg'in Hermes'i dalgaya alan tasarımı, siyah hırka Mars&Spencer'dan. 

Bakım ve alışveriş sırlarınızı, geçen haftaki kıyafetlerimden "en çok bunu sevdim", "bu olmamış" yorumlarınızı bekliyorum, inanılmaz yönlendirici oluyor dışarıdan bir göz.

Bakımlı kalın!

24 Mart 2014

İstanbul'da Bebek'ten Karaköy'e: Mezedaki, Muazzam, Gaspar

Uzun süredir şöyle İstanbul gecelerinin kollarına bırakmıyorduk kendimizi. Yemek yiyerek laflıyor, film izliyor veya konser, tiyatro gibi etkinlikleri kovalıyorduk. Bu nedenle de uzak kalmıştık, şehirde olup bitenlerden.

Bu hafta sonu Mr. Feelgood'un doğum günüydü. Bu sene doğum günü organizasyonu yapmayacağım, seninle gidip bir yerlerde rakı içelim, diyordu. Kabul ediyorum, artık üniversitede dönemimizdeki gibi, elli kişilik doğum günü partileri yapmak imkansız bir hale geldi. Evlenenler ortalıktan elini ayağını çekti, iş güç yüzünden kimsenin planı kimseye uymaz hale geldi, hafta içi beş gün çılgın gibi çalışınca hafta sonları herkesin biraz dinlenmek ve diğer işlerini halletmek için tek fırsatı olmaya başladı, kesişen arkadaş gruplarında aynı ortama girmek istemeyen eski sevgililer, kavgalı eski ev arkadaşları oluştu yıllar içinde, müzik ve damak zevkleri farklılaştı, herkesin keyif aldığı ortamlar değişti. Hatırlıyorum üniversitede sıradan bir hafta sonunda bile en az on kişi çıkardık dışarıya, gittiğimiz her yerde de bir o kadar daha tanıdıkla karşılaşıp, kalabalık gruplar halinde eğlenirdik. Artık mekanları ve meydanı bizden bir sonraki kuşağa bıraktık.

Yine de doğum günü, kaç yaşına gelirsek gelelim, insanın yalnız olmak istemeyeceği bir gün. O yüzden Mr. Feelgood'un sözünü dinlemeyip, minik bir ekibe mesaj çektim, cumartesi akşamı onunla baş başa gidecekmiş gibi bir yere rezervasyon yaptıracağımı, planları uyar da gelebilirlerse güzel bir sürpriz olacağını söyledim.

Meze denilince aklıma meyhane kıvamında bir ortam geldiği için, çok sorgulamadan mezelerini herkesin çok methettiği, uzun zamandır yapılacaklar listemde yer alan bir yere rezervasyon yaptırdım. Mr. Feelgood ile buluştuk, güzel havanın tadını çıkararak sahilden Bebek'e doğru yol aldık. İçeri girdiğimiz anda Mr. Feelgood'un yüzündeki ifade değişti, ben içimden "Eyvaaah!" dedim. Çünkü gittiğimiz yer, meyhane ortamından çok uzaktı. Masa düzeni çok şıktı, ama bir tanecik masa ve fazlasıyla aydınlık ortamıyla, daha çok gündüz gidip karın doyurmalık bir yere benziyordu. Mr. Feelgood "İyi ki başbaşayız, bizimkileri filan buraya çağırsaydık meyhane diye olmazdı." dediğinde ben kırmızıdan mora dönmüş çaktırmamaya çalışıyordum. :))

Ve o sırada kapı açıldı, sürpriz ekibin ilk çifti içeriye girdi. Sonra da sürprizin devamı geldi. Gerçekten hiç kimse çaktırmamış, gün içinde konuştuklarında başka planları olduğunu söylemişti, o yüzden gerçekten Mr. Feelgood'u şaşırtmayı tam anlamıyla başardık.


Mekana, Mezedaki'ye gelirsek, bambaşka bir yer düşündüğümüz için ilk anda afallamış olsak da, ilerleyen saatlerde bizi çok mutlu etti. Bir kere, kendimize özel bir yer kapatmış gibiydik. İstanbullu bir Rum olan, mekanın sahibi, Meri Çevik Simyodis'in elinden çıkan mezeler gerçekten çok lezzetliydi. Ayrıca bizi hiç de boş bırakmadı, sürekli "Size şundan yapayım mı?" teklifleri ile geldi ve hepsi çok değişik ve güzel çıktı.

Benim en favorilerim çerkez tavuğu ile paçanga böreği oldu, gerçekten yemeye doyamadım. Adını şimdi unuttuğum, susamla kaplanarak kızartılmış ve üzerinde bal gezdirilmiş hellim peyniri de oldukça güzeldi.


Yemeğin sonlarına doğru, doğum günü sürprizi olarak masaya bıraktığı mumlu revani ve kurabiye jestine ise ben bittim. Sanıyorum Mr. Feelgood'un hayatında hiç unutmayacağı pastalardan biri oldu. :))


Gerçekten çok güzel ve taze mezeler ile içten ve güleryüzlü bir servisi bir arada isterseniz, Mezedaki mutlaka aklınızda bulunsun.

Mezedaki'den çıktığımızda keyfimiz ve kafamız kıvamındaydı, Karaköy'e doğru yol alalım bakalım neler oluyor o taraflarda dedik. İlk durağımız kendisini mahalle barı olarak tanımlayan Muazzam oldu.


Muazzam'daki kitle oldukça enteresan bir karmaydı. Şıkır şıkır giyinip gelmiş kız kıza güzel gruplar da vardı, Kuruçeşme club'larından yanlışlıkla buraya düşmüş gibi duran takım elbiseli amcalar da, İsmail YK kıvamında şalvar eşofman üzeri deri ceket ve poşulu gençler de. Bir bira içmelik girdiğimiz bu ortamda bize ikinci tur içkileri, hatta üstüne jager shotları döndürten ise kesinlikle müzikti. Pembe kulaklı DJ kimdi bilmiyorum; ama özellikle 23:00 - 01:00 arası o kadar iyi çaldı ki, inanamadık. Londra'daki Dig it'ten sonra bana bu kadar coşkuyu veren olmamıştı.


Ardından da, Münferit'in sahibi tarafından açılan, İstanbul'un gece mekanı konusundaki son gözdesi Gaspar'a geçtik. Kapısının önündeki kalabalığa aldanmayın, bazıları hiç içeri girmeden bu kapıda takılıyor sanırım, beş dakikada girebilirsiniz içeri. Gaspar'ın iç dekorasyonu çok güzel; ama açıkçası ben konseptinin ne olduğunu tam olarak anlayamadım. İçeride çalınan müzik, o kadar kısık sesli ki, insanda dans etme gibi bir şevk uyandırmıyor, zaten dans eden bir kişi bile görmedim ben. Erken bir saatte gitmiş olsak, o yüzden diyeceğim ama cumartesi gecesi 3:00'te dans edilmiyorsa, ne zaman edilir :) Sohbet etmelik desem, sohbet edip içmek için daha ferah ve havadar bir sürü yer var Karaköy dolaylarında. "Galiba bekarların gelip, kaynaşması için burası." diyerek biralarımızı bitirince evlerimize doğru yol aldık.

Gaspar'a İstanbul'un son trend mekanı olması sebebiyle yolunuzu düşürebilirsiniz tabii; ama Mezedaki'nin mezelerini tatmayı ve Muazaam'da da kitleye takılmadan iyi müzik eşliğinde bir içki yuvarlamayı atlamayın!

Seçime çok az kaldı, sabırsızlıktan öleceğiz biliyorum; ama akıl sağlığınızı koruyarak, keyifle kalın!

22 Mart 2014

Yaz hayalleri. İstanbul lezzetleri. Merhaba bahar, seni çok özlemiştim!

Bundan  daha yoğun, her delikten çıktığım dönemlerim oldu; ama bu aralar, çok şey yapmamama rağmen hiçbir şeye yetişemiyorum. Ya benim planlama yeteneğim azaldı, ya geçen ay sürekli yollarda olduğumdan birikmiş bir yorgunluk var üzerimde, ya haftada birkaç gün gittiğim spor sandığımdan çok daha fazla enerjimi ve zamanımı tüketiyor, ya da ülkenin durumu hepimizi endişe ve gerginlikten bitirdi. Sebep bunlardan hangisi -veya hepsi birden- emin değilim. Bildiğim tek şey, bir an önce bitmesini umduğum dalgın, şaşkın ve yavaş bir dönemimdeyim.


Mr. Feelgood ile geçen sene Rock'n Coke'a gelecekleri söylentisi dolanınca heyecanlandığımız, sonra da hevesimizin kursağımızda kaldığı The Black Keys'i dinlemek için bu yaz Heineken Opener Festivale'e mi gitsek hayalimizin, yavaş yavaş on günlük Almanya'dan Ukrayna'ya bir seyahat planına dönüşüyor olması bu aralar beni en motive eden şeylerden biri. Trende uyunacak geceler, ardı ardına festivalde geçecek günler, otuzumuza merdiven dayamışken "Paslandık mı? Yoksa ergenlik günlerimizdeki gibi umarsız bir enerjiye hala sahip miyiz?" bakımından gerçek bir test olacak.

Son yıllarda kardeşimle geleneksel hale getirdiğimiz abla- kardeş olarak başbaşa yaptığımız seyahatlerimizin bu seneki planlanan rotası harika olduğu gibi,  babamın İstanbul'dan tası tarağı toplayıp sahil kasabası hayalini icraata dökmesi sonucunda başladığı inşaattan her gün şevk verici fotoğraflar paylaşması ve annemle bu evin terasında gün batımı keyfi yapmak için peşine düştüğümüz cibinlikli yataklar da akıllara zarar.


Tabii ki bu harika planların maddi ve yıllık izinsel boyutunu kağıda döktüğümde, ortaya çıkan tablo karşısında içimden bir ses "imkansız" dese de, inatla susturuyorum onu, aynen planlara devam ediyorum. Bugüne kadar "olur mu canım!" denilen neler yaptım, bu yaz da neden olmasın :))

Bütün bunlar arasında, derinleşmeye, hayat ve ilişkiler hakkında kafa patlatmaya, buraya pek sevdiğiniz hayat ve aşk yazıları döktürmeye gerçekten hiç fırsat bulamıyorum. Zaten twitter dışında bir şey okuyamaz oldum bu aralar (evet güya yasaklandı, ama hala tek güvendiğimiz haber kaynağı twitter malum), birkaç saat bakmasam, başka bir ülkenin gündemini bir sene oyalayacak şeyleri kaçırıyorum.

Ama tabii ki evde kös kös de oturmuyorum, İstanbul'dan havadislerim var:


Tiyatro, butik sahnelerin yaygınlaşmasıyla, gidildiğinde sıkıntıdan uyuklanan, kocaman salonda yalnız üç beş izleyicinin olduğu, kimsenin gitmediği ama herkesin hobileri saydığı bir aktivite olmaktan çıktı. Evinizin civarlarında gittiğiniz zaman çok beğeneceğiniz ve bilet bulmak için uğraşmanızı gerektirecek oyunlar mutlaka sergileniyordur.

Benim son zamanlarda izlediklerimin arasında en iyisi kesinlikle Garaj'dı. Daha önce çok beğendiğim Kabin'i de sahneleyen Fındıklı'daki Craft Tiyatro'nun bu oyununu izlemek,  yapılacaklar listenizdeki yerini alsın.

Bu oyunu sadece, travesti rolündeki Enis Arıkan için bile izleyebilirsiniz. Öyle riskli bir rol ki o, çok oynarsan yapmacık ve itici olur, az oynarsan etkisi biter ve Enis Arıkan bu çizgiyi çok güzel tutturuyor.


Taksim dolaylarındaki bir garajda, yılbaşı gecesi... Sevgilisi ile buluşmak üzere süslenip püslenmiş Orkide ve başına geleceklerden habersizce onun fotoğrafını çekmeye kalkışan öğrenci Kahraman arasında geçen diyaloglardan oluşan oyunda, tek mekan ve iki karakter ile geçmiş, gelecek, ilişkiler, hayat şartları arasında hem hüzünlenerek hem kahkahalar atarak savruluyorsunuz.

Oyunun sonunda çalıp sizi gafil avlayacak şarkı ise: Athena'dan Hazırla Beni.


Trump Towers'taki Cadde'ye de sonunda gidebildim. City's Mahalle'nin konseptinden çok hoşlanmamıştım, çok sıkışık, çok karışık, çok basık gelmişti bana. Cadde ise açık havalı, ferah, koridorlu, alışveriş merkezinde olduğunuzu unutturacak bir konseptte.

Tercihimizi Ranchero'dan yana yaptık. Meksika mutfağını çok seven, jalapeno ile margarita'ya aşık bir insan olarak oldukça mutlu bir yemek yedim. Havalar iyice ısındığında Cadde'nin çok daha keyifli olacağından eminim.


İlkokuldan beri canım olan Ayşe ile bir pazar akşamı şöyle keyifle mezeleri yuvarlayarak kavuşmak için, Arnavutköy'e doğru yol aldık ve tercihimizi Zıpkın Balık'tan yana yaptık. Zıpkın Balık, Arnavutköy sahilindeki balıkçıların pek çoğundan daha yüksek bir konumda olduğu için güzel bir manzara bakmasının yanı sıra, salatadan mezelere kadar yediğimiz her şey çok lezzetliydi.



O masadan o kadar mutlu kalktık ve haftasonunu o kadar keyifle kapatmış olduk ki, bundan sonra pazar akşamları buluşmayı geleneksel hale getirmeye karar verdik. Romantik bir akşam yemeği veya sevdiğiniz insanlarla keyifli bir sohbet için mutlaka aklınızda bulunsun derim, her şey on numaraydı.

Geçen gün şöyle bir yazdığım yazılara göz atarken, hep mekan odaklı yazılar yazdığımı fark ettim. Oysa ki, aslında hepimizin artık bildiği yerlerde de harika lezzetler var. Günde en az iki öğününü dışarıda yiyen biri olarak, ( inanıyorum, bir gün mutfağa girip, mis gibi zeytinyağım ve en kaliteli malzemelerimle harika ve sağlıklı yemekler pişiren bir kadın olacağım.) bir ay yediğim her şeyin fotoğrafını çekmeyi planlıyorum. Ay sonunda hem nasıl beslendiğime dair bir veri olur elimde, hem de beğendiklerimi paylaşabilirim.

Bu aralar tattıklarımdan en sevdiğim beş huzurlarınızda:

#1: Nişantaşı La Vita'nın patlıcanlı poğaçası:

Listenin en başında tartışmasız olarak anneannemin ıspanaklı Boşnak Böreği olsa da, iyi malzeme kullanılan her hamur işini seviyorum ben.  La Vita'nın patates ve bezeleyeli ile patlıcanlı biberli olarak iki çeşitte satılan poğaçaları bu aralarki favorilerim.



#2: Komşu Fırın'ın tahinli kurabiyeleri:
Tahine çok meraklı olmamama rağmen, bu kurabiyeler çok hafif, çok değişik ve lezzetli.

#3: Cook Shop'ın Bol Tahıl Salatası.

Tahıllı salatalar menülere girdi gireli çok mutluyum. Hem lezzetli, hem de doyurucular. Cook Shop'ın tortilladan yapılmış bir kasede sunulan tahıllı salatası da oldukça başarılı.


Yemeyen ve bilmeyen yoktur sanıyorum; ama Cook Shop'a gitmişken magnolia puding yemeden kalkarsanız ayıp etmiş olursunuz.


# 4 Viktor Levi'nin Paçanga Böreği:

Viktor Levi öğrenciliğimizde çok sık gidip, ucuza şarap içtiğimiz bir yerdi. Uzun zamandır gitmemiştim, paçanga böreği hala çok lezzetli. Kırmızı şarap ve paçanga böreği kombinasyonu ile midenizi ve keyfinizi şenlendirebilirsiniz.



#5: Tribeca'nın somon ve krem peynirli bagel'ı:


Bagel denildiğinde aklınıza direk New York geliyordur muhtemelen.

Ben, daha İstanbul'da yaşamadığım dönemlerde, İstanbul'a gelip merakla ve heyecanla keşifler yaptığımı hatırlıyorum. House Cafe'nin ilk şubesinin açılışını, oturduğun mobilyayı alabildiğin ve uzun masalarda hepbirlikte oturduğun konseptin bana ne kadar değişik geldiğini anımsıyorum mesela. O yıllarda Tribeca'da kahvaltı etmek ve Park Orman'da çimlerin üzerinde yayılmak çok modaydı. Çok uzun zaman sonra yeniden gittim Tribeca'ya, somonlu ve krem peynirli bagel çok lezizdi. Kahvaltıda hep aynı şeyleri yemekten sıkıldıysanız, bu pazar kitabınızı derginizi alın kahve ve bagel için Tribeca'nın yolunu tutun.

Lezzetle kalın!

20 Mart 2014

Koltuğunuza yayılın, filminizi açın ve miskinliğin son demlerinin tadını çıkarın! Çünkü yaz geliyooor!

Kırmızı şarap, battaniye, film, mayışıklık, yağmur sesi ve tarçın kokusu kombinasyonu, yerini güneş, bronzluk, deniz kaçamakları ve buz gibi biraya bırakana kadarki o ara dönem ( evet, mevsim geçişi deniyor buna) bir gün günlük güneşlik, bir gün yağmurlu havasıyla insanı yorar. Şemsiye mi alsam güneş gözlüğü mü karar veremezsiniz, metroda çizme ve çorapsız babet giymiş iki insan yanyana oturur, vücut ne olduğunu anlayamaz...

Bununla savaşmak için detoks mu yaparsınız, sabah kendinize sebze suları mı hazırlarsınız, vitamin desteği mi alırsınız, bilmiyorum, zaten bu konularda akıl veremeyecek kadar cahilim. 


Ben savaşmak istemeyen, o yorgunluğu keyifle ve miskinlikle ödüllendirmek isteyenlere birkaç film önerisiyle huzurlarınızdayım. Zaten yaz gelince, haftasonları deniz havuz kaçamakları, festivaller, konserler derken canınız çıkacak, o yüzden yayılıp filmlere kaptırıp gitmenin bence en güzel zamanı. 

Kemerlerinizi Bağlayın:

Ferzan Özpetek filmleri hep dokunur benim içimde bir yerlere. Kahkahalarla izlediğim Serseri Mayınlar bile en son sahnesinde gelen Sezen Aksu ile darmaduman etmişti beni.  

Bu filmde, Sezen Aksu yok, ama yine müzikli sürprizler izleyicileri bekliyor. Özellikle de iki aşığın birbirlerini ilk öpüp, birbirlerine ilk dokundukları sahnede, kürtçe bir şarkı kullanılması ve bu şarkının o sahneye bu kadar uydurulması, bence inanılmazdı. 

Her Ferzan Özpetek filminde olduğu gibi, bunda da, İtalya, müzikler harika; ama bir de bonus olarak, uzun zamandır izlediğim en farklı ve en güzel kadın baş rolde oynuyor. Yine aynı şekilde alıştığımız yakışıklı adamlara hiç benzemeyen inanılmaz seksi bir adam ona eşlik ediyor.


İyi bir aileden gelen, efendi, iyi işi olan bir adamı mı, yoksa kimsenin size yakıştırmadığı taş gibi ve her hücrenizle arzuladığınız adamı mı seçmelisiniz? Peki ya o adam sorumsuz bir koca olacaksa ve yakışıklığı her geçen gün azalacaksa yaptığınız seçimden pişman olur musunuz? Bu filmin, bu konularda ezber bozan cevapları var. 

Erkekler bu filme bayılmayabilir, ama bir kadınsanız bence kaçırmamanız gerekenlerden. İzlerken hem kahkahalar attım, hem de ağladım.

 

The Square / Meydan:

Hiçbir sahneyi gereğinden fazla uzatmadan Arap Baharı'nın bütün sürecini anlatıyor bu belgesel.   Anlatımın odağındaki üç ana karakterlerinin birbirlerinden farklı görüş ve hayat tarzlarına sahip olması, hem daha objektif  hem de daha zengin bir bakış açısı sunuyor izleyiciye. Kullanılan bütün görüntüler gerçek olduğu için, izlerken çoğu zaman içi parçalanıyor, gözleri doluyor insanın.

Bir de Mısır'da yaşananlar ile Türkiye'deki direnişin arasında akıl almaz benzerlikler olması düşündürüyor.  Belki de artık gerçekten din, dil, ırk, millet ayrımı gözetmeksizin, herksin talep ve beklentileri dünyanın her yerinde aynılaştı: Benim hayatıma karışma! Benim hayatıma müdahale edinceye kadar ekonomik koşullarımızı iyileştir! 

The Square, devrimi bir sonuca bağlamaksızın, bir süreci anlatıyor. Ve etkisinin olup olmadığının uzun vadede anlaşılacağını, ama insanların protesto etmeyi öğrenmesinin dahi çok büyük bir adım olduğunu söylüyor ki, bence bunlar harfiyen bizim ülkemizde yaşananlar için de geçerli. 

Film dakikalarca salon tarafından ayakta alkışlandı. Gündemimize cuk diye oturup, Gezi ve sonraki süreci anlatan belgeseller ne zaman çıkacak ortaya diye heyecanlandırdı.

 

Dallas Buyers Club:

Mr. Feelgood ile !f kapsamında bu filmi izleyip çıktığımızda, "Başroldeki adam kimdi acaba? Çok iyiydi, niçin tanımıyoruz bu adamı?" diye düşünmüştük. Sonra Mr. Feelgood, bana baş roldeki kimmiş biliyor musun diye mesaj attığında inanamıştım, o adamın, bizim romantik komedi filmlerinin vazgeçilmezi Matthew Mcconaughey olduğuna... Zaten sonuna kadar hak ettiği Oscar'ı da kaptı gitti. 

Bir travestiyi canlandıran Jared Lettonun da yardımcı oscarını kapacağına zaten hiç şüphem yoktu. 

Gerçek hayattan uyarlanan bu film, sadece gaylerin aids olduğuna inanılan dönemde, kendisine aids teşhisi konulan ve sadece otuz günlük ömrü kaldığı söylenen bir adamın hayatını anlatıyor. 'İbne' olarak damgalanıp bütün sosyal çevresini kaybederken, homofobiklikten bir travestiyle birlikte iş kuracak kıvama geliyor. 

Film iyi, ama oyuncular filmi de sollayıp geçiyor.

Yakın çekimde, kilise gibi bir ortamda dua ettiğini sandığımız Ron'un, görüntü geniş kadraja geçince aslında bir strip clubta olduğunu anladığımız sahne bence filmin en inanılmaz kısmıydı.

Hala izlemediyseniz, şiddetle tavsiye ediyorum.

 

The Broken Circle Breakdown:

Çok acıklı, bir o kadar da güzel bir film.  Harika müziklerle dolu olağan üstü bir aşk hikayesi. 

Filmi izlerken kalbiniz acıyacak, sinirleneceksiniz, ama bir yandan da hepsinin gerçekliğini fark edeceksiniz. 

Fazladan yazacağım her bir kelime, spoiler içerecek; o yüzden yazılanları boşverin, bir şişe şarabınızı alın ve bu filmin karşısına kurulun. Aşkı, müzik bilginizi, bir ateist ile bir dini bütünün ilişkisinin yolunda gitme olasılığını, vicdanınızı sorgulayın.

 

 The Wolf of Wall Street:

Ben çocukken Leonardo DiCaprio'ya aşıktım. Öyle beğenmek filan değil, düpedüz acı çekecek kadar aşıktım. Arama motoru olarak Google'ın olmadığı, AltaVista'lı dönemlerden bahsediyorum. İçinde ufacık bir Leonardo DiCaprio fotoğrafı olan her dergiyi alırdım, bütün harçlığımı bu dergiler ile posterlere harcardım. Annem bir gün bu halime güleceğimi söylediğinde, "Sen beni anlamıyorsun!" diye küsmüştüm ona. Aradan yıllar geçti, hala onun oynadığı hiçbir filme yok demem. 

The Wolf of Wall Street'in özeti: zenginlik, hırs, büyüleyici bir hayat, role cuk oturan Leonardo DiCaprio, seks ve kokain... Çok uzun olan bu film hayatınızın filmi olmaktan çok uzak; ama büyük bir keyifle izlenir.

 

33. İstanbul film festivali biletlerinin de bu cumartesi genel satışının başladığını hatırlatmayı görev bilirim :))

Tatillere enerji stoklayarak kalın!

18 Mart 2014

Namaste & Life is short buy the shoes!

Bu aralar ardı ardına seyahat yazıları yazdım. Çok gezdim, keşfettim, yoruldum. Mart bitene kadar İstanbul'dan kımıldamamaya karar verdim. O yüzden uzun zamandır yazmadığım evcil yazılara, kitaplara, tariflere, filmlere, İstanbul mekanlarına geldi sıra.


Bir de patron kıyağı ile spora başladım. Koşu bantları, ağırlık çalışmaları bana göre değil. Club Sporium bu açıdan kocaman bir salonda yüzlerce alet sunsa da, ben haftada en az iki kere, koşu bandında azimle koşan ve ağırlık çalışan insanlara şöyle bir göz ucuyla bakıp, Zen Studio'nun yolunu tutuyorum ve tercihimi Power Yoga, Vinyasa Yoga, Pilates derslerinden yana yapıyorum. Daha çok yeni başladığımdan olsa gerek, henüz vücudumda hoşuma giden hiçbir değişiklik yok. Popomda, iç bacaklarımda, kollarımda sızlanmalar hissediyorum yalnızca. Diğer yandan ruhsal olarak çok iyi geliyor. Kendimi faydalı bir şey yapmış hissediyorum ve rahatlıyorum. "Yoga mı, ay çok sıkıcı!" demeyin, Power Yoga denilen şey mesela, hiç de bizim bildiğimiz yogaya benzemiyor, oldukça zorlayıcı ve hareketli.



Derse ilk gittiğimizde aynen yukarıdaki haldeydik, bacağımızı kaldırsak arka tarafa yuvarlanıyor, hocanın yaptıklarını 'yok artık' diyerek izliyorduk. İki haftada yogayı kaptık, her şeyi şakır şakır yapıyoruz, demek elbette ki mümkün değil; ama insanın vücudunun gücünü ve dengesini keşfetmeye başlaması bile büyük fark yaratıyor gerçekten.


Bu azimle gidersem, çok yakında burada yoga ve sağlıklı yaşam yazıları görmeye başlayabilirsiniz. =) Spor şimdilik oldukça fazla enerjimi aldığından ve bana kas ağrıları bıraktığından, fink fink sokaklarda sürtemez hale geldim. Bu vesileyle, pek sevdiğinizi bildiğim ne giydim yazılarından biriyle huzurlarınızdayım:



Gri yün elbise Mango'dan. Kolye, Rumeli Caddesi'ndeki adını bilmediğim takıcıdan. Sanıyorum çok sık siyah giyindiğimden, bu sene en çok taktığım takı da bu kolye oldu.

Saçlarda bu aralar 'ombre' diye bir trend başlamış, renk geçişi olan saçlara deniliyormuş. Uzun zamandır röflelerimi yenilemeye fırsat bulamadığımdan, altları sarı, üstü kumral saçlarımla, tembellik yaparak bu trendi de tesadüfen yakalamışım :))


Sabah evden elbiseyle çıkıyorum, akşam spordan sonra bambaşka bir kıyafetle geri dönüyorum. Siyah tayt ve body Atmosphere'den, snood Berna Akbay'dan, hem lacivertlerle hem siyahlarla kullanabildiğim için çok fonksiyonel çizmeler anneciğimin hediyesi.



Sabahları neredeyse uyur halde evden çıkıyorum, o yüzden yüzümdeki şapşal ifadeyi görmemezlikten gelmenizi tercih ederim. :) Gri body ve gri yünlü blazer Zara'dan, siyah bandaj etek H&M, bootieler rastgele bir butikten. Bazen şans, ucuza aldığınız bir ayakkabı inanılmaz dayanıklı ve rahat kalıplı çıkabiliyor. (Tam tersi de kabus oluyor, resmen ayakkabıya yatırım yapıyorsunuz, ya o kadar rahatsız bir kalıbı oluyor ki giyemiyorsunuz, ya da birkaç giyişte eski suratlı oluveriyor.)

Aynı gün ofisten çıkmış spora giderken, spor eşyalarımı koyduğum çanta Longchamp, diğer desenli yeşil çanta İtalya ganimetlerimden. Kiremit rengi yağmurluk Zara'dan.



Beyaz basic t-shirt H&M'den, siyah yüksek belli kalem etek Mango'dan, çok az topuklu siyah ayakkabılar Roma'daki dizi dizi el yapımı ayakkabıcılardan birinden. O kadar rahatlar ki, haftanın en az üç günü ayağımdalar. Şimdiki aklım olsa, cimrilik yapmaz iki çift daha alırdım. 



Bu, nereden aldığımı bile hatırlamadığım markasız elbise, giyecek hiçbir şey bulamadığım kaç gün hayatımı kurtardı kimbilir.

Jean gömlek, bir İngiliz harikası olan MiH Jeans'ten, lacivert bandaj etek H&M'den, kahverengi babetler Gabor'dan. 

Yıldızlı tunik GinaTricot'tan, penye hırkayı vakti zamanında Amerika'dan almıştım, siyah tayt H&M'den, içi kürklü ayakkabılar LovelyShoes'dan.

Alışveriş, terziden kıyafetleri almak ve markete uğramak için çıkarken giydiğim jean montu Brüksel'deki bir vinatge butikten aldım, çanta fjallraven'den.


Siyah bandaj etek H&M'den, gri the pug life baskılı t-shirt Beşiktaş Pazarı'ndan, pembe hırka Benetton'dan ve bu hırkayı 15 yaşımdan beri giyiyorum. Rengine, dikkat çekiciliğine (tık!) ve dayanıklılığına hastayım. Sanırım kendi kızım olup, bunu giyecek yaşa gelinceye kadar da giymeye devam edeceğim. :)))

Ve tabii ki her zamanki gibi, üzerimde gördüklerinizin neredeyse hepsi, çok kısa zaman içinde chucha boutique'te yeni sahiplerini arıyor olacak. Hızlı olan, kazansın! :)

Evet, beni en çok hangi kıyafetlerimle sevdiniz? 

Pinterest'im

Instagram'ım