10 Mart 2014

"How deep is your love?" mon cheri, sana biraz Paris getirdim.

Dışarıda şakır şakır yağmur yağarken, pilatesten çıkmış popom ve iç bacaklarım sızlarken, gelin birkaç gün geriye gidelim, birlikte Paris'te gezinelim.


Paris'ten aklım başımdan gitmiş halde, özlemle ve iç çekerek bahsetmeyeceğim; çünkü Paris beni çok şaşırttı.
Gittiğimde kendimi peri masalında sanacağımı, şıkır şıkır giyinmiş insanlara bakmaktan boynumun kopacağını, daha defalarca Paris'e gitme hayali kurarak İstanbul'a geri döneceğimi zannetmiştim. Yanılmışım. Çok güzel bir şehir, ama bir rüya vaad etmiyor.

Bir kere bu şehirde çok fazla evsiz var. Siz tam görkemli bir binaya kendinizi kaptıracaksınız, bir fark ediyorsunuz ki, kapısında onlarca uyku tulumuna sarılmış, alkolden bayılmış insan yatıyor. Yolların ortasında, metroda, tarihi binaların girişinde kaç tane ölü mü, canlı mı belli olmayan uyku tulumlu insan gördüğümü sayamadım bile.

Stokholm'de veya Roma'daki gibi, bir yerde oturup da saatlerce hiç sıkılmadan magazin dergilerini karıştırır gibi zevkle izlenecek kadar şıkır şıkır giyimli değil insanlar. Sadece fashion week etkinliklerinde, absürd seçimleri ile tam bir görsel şölen yaratanlar vardı.

Ayrıca şehir, havalı bir kaç sokak haricinde gerçekten oldukça pis. Çiş ve alkol kokusunu daha önce başka bir yerde bu kadar yoğun aldığım olmamıştı.

Son zamanlarda biraz fazla seyahat etmiş olmanın ukalalığı olacak belki; ama o anlata anlata bitirilemeyen kreplerin de alası, bizim komşu Mikanos'ta mevcut.


"Eh be Sezen aşkolsun!" diye kızmayın hemen, bayıldığım tarafları da oldu tabii. Tatlılar olağan üstüydü, şehri turlarken elimde sürekli turta veya pasta vardı.

Metro ağı aklımı başımdan aldı. Her yere ama her yere metro ile gitmek mümkün ve o kadar çok hatta o kadar sık sefer yapılıyor ki, metro kullanırken bizde olduğu gibi 'beklemek' ve 'izdiham' söz konusu olmuyor. Tabii metro kullanıyorsanız, göze almanız gereken sürprizler var: Şansınıza olağan üstü güzel bir müzik yapan bir sokak müzisyeni de denk gelebilirsiniz, bayıldı mı öldü mü meçhul şekilde yere yapışan bir evsize de...

Ayrıca vitrin tasarımı ve kırtasiye konusunda aşmışlar. Bir gün bir butik açmaya karar versem, mutlaka düzenli olarak Paris'e gidip vitrinleri kolaçan ederim.


Bir de sanırım tarihi binalarını yok edip alışveriş merkezi ve otel diken sadece biziz; çünkü Paris de bütün harika binalarını mükemmel şekilde korumuş, hangisinin fotoğrafını çekeceğimi şaşırdım çoğu zaman.

Parislilere gelirsek, onlar da beni olumlu anlamda çok şaşırttılar. Kimsenin bana yardımcı olmayacağına, adres sorsam Fransızca cevap verip gideceklerine o kadar koşullamıştım ki kendimi, şehir ve metro haritamla, kimsenin yardımına ihtiyaç duymayacak kadar donanımlı ayak basmıştım şehre. Gerçekten o muhteşem metro ağına bin kere şükürler olsun, istediğim her yere şıp diye gittim. Ama ben kendi başıma takılırken, örneğin elimde haritamla 'Buradan nereye gitsem?" diye durmuş düşünürken, "Can I help you?" diye yanıma yanaşan o kadar tatlı teyzeler oldu ki, onların adına "Ayy, Fransızlar çok milliyetçi" diyenlere ben söylendim kendi içimden, onlara tatlı tatlı gülümseyip teşekkür ederken.


Bir de temel fotoğraf eğitimi aldığım İzzet Hocam'a Paris'te çok hak verdim, ben fotoğraf çekmek için açı arayışında sağ sol kımıldanırken, bir sürü kişiyle sohbet etme şansım oldu. İngilizce bilmeyenlerin bile, çektiğim karelere bakmak isteyip, çantalarındaki fotoğraf makinesini işaret ederek, beni sergilere davet ettikleri oldu. Bu vesileyle keşfettiğim Le Bal isimli muhteşem yerden ayrıca bahsedeceğim. Sadece, gerçekten, fotoğraf çekmek, insanlarla tanışmak ve çevre edinmek konusunda önemli bir faktörmüş, bunu da deneyimlemiş oldum. Yalnız seyahat edenlerdenseniz ve fotoğrafa en ufak bir ilginiz varsa, ertelemeyin. İnsanın tek başına, çok keyif alarak gezmesini sağlıyor. Ne kadar iyi veya kötü çektiğinizin de pek bir önemi olmuyor açıkçası.


Paris'e dair gördüğüm ilk şey havaalanından sonra, simgesi Eiffel oldu, çünkü iş sebebiyle gittiğim binanın, tam karşısından güzel bir bakışı vardı bu kuleye.

Sonra aynen Brugge'de olduğu gibi, önce yağmur yağmaya başladı, 'Eyvah, zaten topu topu iki günüm var, bir günümü de yağmura kurban etmeyeyim.' derken, çıkan gökkuşağı bana bu kaçamağın güzel geçeceğinin işaretini verdi.

Turistik atraksiyonlardan özenle kaçınan biri olmama rağmen, Paris bu açıdan oldukça davetkar, hemen hepsinin peşine düştüm ve soluğu Champs Elysees (Şanzelize)'de aldım.


Açlıktan bayılmak üzereydim, o yüzden kapısının önünde sıra beklenecek adreslerdense, direk Paul'den yana tercihimi yaptım. Kuşların, yemeğime eşliğinde enerji depoladım.





Champs Elysees, devasa bir Nişantaşı. Burayı daha iyi anlatacak bir tasvir yapabileceğimi sanmıyorum. Gelmişken boydan boya bir yürümek, Türkiye'de yakın zamanda bir furyaya yol açan makaronlar için Laudree'ye uğramak, meşhur anıtın önünde birkaç fotoğraf çekilmek (benim şansıma bir köşesinde tadilat vardı) adettendir.



Bir de rahat ve ucuz bir çift ayakkabı almak için H&M'i ziyaret edebilirsiniz, çok havalı bir tasarım olmamakla birlikte, bu şubenin poşetinde sokağın adı yazıyor.


Paris'te bir turistseniz, 'görmeden dönerseniz ayıp edecekleriniz' listesi oldukça kabarık.


Hepsine yetişemeseniz bile, mutlaka nehrin üzerinden geçen köprülerden yürümeli, dünyaca ünlü gotik katedral Notre Dame'ı gezmeli ve Louvre Müzesi'ne girip en azından bir Mona Lisa tablosunu dünya gözüyle görmelisiniz. Ki bence bahçesi de en azından bir yarım saat harcanacak kadar güzel.







Benim kendimi en Paris'te hissettiğim yer ise, lüks sektörünün kralı olan LVMH grubuna ait Le Bon Marche oldu. Dünyanın ilk alışveriş merkezi olduğu ise malesef yanlış bir bilgiymiş.


Hepsi birbirine benzeyen alışveriş merkezlerinden sonra, Le Bon Marche'deki sunum o kadar harika ki, insan abartı miktardaki bir parayı burada kaş ile göz arasında büyük bir zevkle harcayabilir. Bence tarihi yerleri talan ederken, Gustave Eiffel'in imzasını taşıyan bu alışveriş merkezini de pas geçmeyin. Yeşil metro hattının Sevres de Babylone durağı tam karşısına çıkıyor.


Ve şehri talan ederken, sırtınızı cafeye yüzünüzü sokağa verecek şekilde dizilmiş sandalyelere kurulup kahveleri şarapları yudumlayıp keyif çatarak soluklanın.


Eiffel de geceleri, gündüz olduğundan çok ama çok daha güzel, onu da geceye saklayın! :)





4 yorum:

Adsız dedi ki...

Paris icin ayni seylei dusunuyorim, tamam atraktiv yerler cok ama buyulenmedim, homeless coklugu da sasirticiydi! Bakirkoyde durusma bekliyorum okumasi pek zevkli-- bu arada nisan sonu madrid barcelona yapacim 1 hafta tur aldim-(ucak ve konaklama ucuza geliyor die) kendimiz geziciiz -- sen gitmis mydin? Onerin olur mu diye soracaktim tesk.Nesli

S dedi ki...

gezdikçe gezesi geliyor insanın seni okuduktan sonra sezen :) yağmura ve kahveme eşlik eden satırlarını her geçen gün daha çok seviyorum ^.^

Unknown dedi ki...

tek başınıza mı gittiniz? herhangi bir sıkıntı oluyor mu? normalde tek gezmeyi baya severim ama yurtdışına açılma konusu şüpheliydi biraz kendim için başka tek gezen kadınlardan yorum almak iyi olur sanırım :)

zillosh dedi ki...

Neslicim,

Barselona ve Madrid'i yaklaşık on sene önce yaptım, blog yazmıyordum, aklımda da hiçbir şey kalmadı. Madrid'i çok sevmemiştim, ama Barcelona inanılmaz güzeldi. Ara sokaklardaki bir sangriacıyı ve şehrin dışında futbolcuların takıldığı bir clubı hatırlıyorum en çok, ama malesef isimler uçtu gitti. Sen harika keşiflerini paylaş benle lütfen :)

Missipisim,
sevgim, ahhh seni gerçekten yerim ben!

Meraklıkız,
Evet tek başıma gittim, son iki seyahatimde tektim. Hiçbir sıkıntı yaşamadım gerçekten. :)) Değişik bir kafa oluyor, insanın düşünmeye bool bool vakti oluyor, tavsiye ederim.

Pinterest'im

Instagram'ım