29 Temmuz 2014

Küçük şeyler sevindirir ruhumu. Hızlı hayata, hazlı mola...

Gezmeyi tozmayı, yeni insanlarla tanışmayı, sosyal ortamları ve keşfetmeyi ne kadar seviyorsam, kendime ait zamanımın olmasını, kendimi huzurlu hissettiğim bir yerde saatlerce kımıldamadan okumak istediğim kitapların arasına gömülmeyi, yetişmem gereken hiçbir yer olmadan gündüz rüyalarına dalmayı da o kadar seviyorum. Birini daha az, birini daha çok sevdiğimi söyleyemem. 

Ancak yaşadığım şehir, İstanbul, yaşam temposunun hızı, sürekli değişmesi, barındırdığı milyonlarca insan ile beni hep daha hızlı, daha tempolu yaşamaya kışkırtıyor. O yüzden İstanbul'da yaşarken, yavaşlayamıyorum. Daha az okuyor, daha az düşünüyor, daha çok koşuyor, daha çok geziyorum. 

Slow city akımının bir parçası olan Seferihisar'a bağlı Teos'taki evimiz ise benim hayatımın ikinci kısmını tamamlıyor. 

Buradayken, yetişmem gereken hiçbir yer yok, kalabalık yok, nasıl göründüğüm kimsenin umurunda değil, yobaz yok. 

İstanbul'da yaşarken, yok saydığımı sandığım, ters ve yadırgayıcı veya sapkın bakışların ve laf atanların beni ne kadar gerdiğini, burada onlar olmayınca ve rahatlayınca fark ettim. 

Burada, İstanbul'da en lüks havuzları bile işgal etmiş bulunan haşemalılar yok mesela, hatta türban yok. Kıroluk yok. Bol bol Atatürk heykeli var her köşede, mis gibi insanlar var, güler yüz var, medeniyet var.

Ardı ardına seyahatlerden sonra, dinlenerek, okuyarak, hayaller kurarak ve yeni planlar yaparak birkaç gün geçirmek, ruhuma da, bedenime de çok iyi geldi.

Bob Dylan'ın biyografisinde muhteşem bir tasvir vardır: "Ona dair sevdiğim bir şey varsa, o da asla mutluluğun yanıtının başka bir insanda olduğunu düşünenlerden biri olmamasıdır. Ne ben, ne de başkası. Daima kendi inşaa ettiği mutluluğun içinde yaşar o."

Gizliden gizliye ulaşmak istediğim idealdir bu. Varmak istediğim nokta. Ve ben buradayken kendimi o noktaya yakın hissediyorum. 

Zaten ayağımın ucunda gerçekten inanılmaz güzel bir deniz uzanıyorken, yüzme molaları vererek, kitabımı okuyorken, döne döne güneşleniyor, bazen uykuya teslim oluyor, bazen dakikalarca kulaç atıyorken, bir şey inşaa etmeme bile gerek kalmıyor. Ben şu karedeki anı yaşarken, hayatımdaki her şeyi tamamlanmış hissediyorum:


Hep bu şekilde yaşaması mümkün olmayanlardanım, canım macera çeker, yenilik çeker, gitmek ister; yine de uzun zamandır gezip tozmayı o kadar abartmış; yavaşlamayı, keyif çatmayı o kadar ihmal etmişim ki; şu anda başka hiçbir yer bana bu kadar iyi gelemezmiş...


Mutlu olmak için ihtiyaç duyduğumuzu düşündüğümüz hiçbir şey yok aslında burada: Havalı kıyafetler, sabahlara kadar süren çılgın bir gece hayatı, iç dekorasyonu yıkılan restoranlar, önünde selfie çekilecek tasarım harikaları... Hiçbiri yok. Ve mutluyum.

Sanıyorum ki, küçük şeylerden zevk almayı hatırlayacak kadar yavaşladım ve dinlendim. İşte benim mutluluk listem:

1) Terasın akşamları püfür püfür esmesi, güneş batışının manzarasının harika olması, minik bir hoparlör ve deezer playlistleri ile romantik bir ortam yaratıp, pazardan aldığımız taze çileklerle hazırladığımız bol buzlu ve çilekli votkayı yuvarlayarak günü kapatmamız. Yanındaki ev yapımı buzlu badem de bonusu. 




2) Sebze ve meyvelerinin tadının gerçekten lezzetli olması. Kokmayan, plastik gibi görünen sebze ve meyvelerden sonra, balığın yanındaki salatada rokanın ve domatesin tadını ve kokusunu almak harika.


3) Doğal yaşama geri dönüş. Bahçe sulamak, kedi köpek beslemek, ayaklarına toprak bulaşması...


4) Tabii ki benim için denizde olmak başlı başına bir mutluluk sebebi. Deniz de gerçekten dibi görünecek kadar billur ve kitabımı okumama izin verecek kadar sakinse, benim mutsuz olmam zaten ihtimal dahilinde değil. Hindistancevizi kokulu kremime bulana bulana, döne döne bütün bir gün takılabilirim. Yandıkça da kendimi serin sulara bıraktım mı, arada bir soğuk bira yuvarlayıp, gölgede en tatlı uykulara daldım mı tamam!





5) Medeniyet. 
Bademler Köyü'nden daha önce söz etmiştim. Bu pazar da, bir klasik olarak Bademler Köyü pazarına gidip, zeytinyağlı gözlemeler ile kahvaltımızı yaptıktan sonra, biraz ilerisindeki Turgut Köyü'ne gittik. Küçük meydanında Atatürk Heykeli ile Türk bayrağı karşıladı bizi. Hemen meydanda bir kahvehaneye girdik oturduk, bütün bahçesi çiçekler ile dolu, mis gibi bir kahvehane. 

Türk Kahvemiz elbette ki tasarım fincanlarda gelmedi; ama temizliği, özeni, yanına iliştirilen çikolatası, suyun soğukluğu, servisi yapan amcanın içtenliği o kadar ince ve güzeldi ki, Türkiye'de hala umut var. Gerçekten o köy ile buna inandım. 



6) Son bir yıl boyunca aile bireylerimizin tamamı farklı evlerde yaşadı. Kardeşim Montana'da, annem Adana'da, babam İzmir - İstanbul arası mekikte, ben sık kaçamaklarımı saymazsak İstanbul'da... Burada bir aradayız. Eve bazen gergin rüzgarlar, bazen şiddetli kahkahalar hakim oluyor; yine de bir arada ve sağlıklı olmak güzel. 







Hıza kapılıp, küçük şeyleri ve anı kaçırıyoruz. Hepimiz, çoğu zaman. Bu bayramda, dünyanın bir ucunda harika keşiflerde değilseniz, hatırlayın, hatırlatın kendinize, yavaşlamayı, hızlı değil hazlı yaşamayı.

Bir kere daha iyi bayramlar! :)

25 Temmuz 2014

Sahillerde beyazlar içinde salınacağınız bir bayram olsun!



Artık bayramlar, bizi bayramlık kıyafetler ve bayram harçlığı için değil, tatil fırsatı olması nedeniyle heyecanlandırıyor. Malum, öğrencilik bittikten ve üç aylık yaz tatilleri tarihe karıştıktan sonra, çalışmaya başlayınca, en kıymetli şey "tatil" oluyor.

Gerçi ben son iki aydır, çok az haftasonumu İstanbul'da geçirdim, sürekli bir göçebelik halindeydim. İşi mi bıraktığımı soranlar, Sabiha Gökçen seni özleyecek gidip bir çiçek bırak diye takılanlar derken, İstanbul'da ardı ardına iki haftasonu geçirdikten sonra, bayram geldi.

Aslında bu aralar gezip hala bahsedemediğim şehirler var; ama Mushaboom8 tam bir seyahat bloguna dönüşmeye başladığı için bayram vesile olsun, seyahat yazılarına bir mola vereyim dedim. 


Bayramda benim istikametim deniz ve güneş... Pek çoğunuzun da öyle olacak sanıyorum. Bu yüzden de oturdum ve çalıştım, en beğendiğim "beach look"ları sizin için topladım. 


Sahilde harika görünmek için tek ihtiyacınız olan "beyaz", buna karar verdim. Kabul ediyorum, rengarenk giyinmeye bayılıyoruz, tam yazlık ruh haline giriyoruz; ama plajların en havalı, en seksi kadınları hep beyaz giyenler oluyor. O yüzden bana sorarsanız,  cafcaflı yazlık renkleri bikininizde kullanın. 
Üstüne beyaz t-shirt ve jean şort, beyaz transparan elbise, dantel detaylı beyaz elbiseler geçirin.

Çok geç olmadan size hatırlatmak istedim: Valizinize beyazlarınızı atmadan şehri terk etmeyin! 





Bu konuda ilhama ihtiyaç duyarsanız, beyazı şehirde, sahilde, gece, gündüz harika kullanan bir blogger olan Jessica Stein'in blogu Tuula Vintage'ı tavsiye edebilirim.


Madem kadınsal bir yazı yazmaya başladım, kalanı da gelsin. Bazı kadınların gizli sırları, bayıldıkları ve kesinlikle vazgeçmedikleri kozmetikleri vardır. Ben hala hiçbir şeyin mükemmelini bulamadığım için sürekli deneme - yanılma halinde çeşitli ürünler deneyip duruyorum.


Bu ay denediklerimden ilki Loreal'in Lumino şampuanı. Nişantaşı'ndaki bir kuaförün saçlarıma mükemmel bakım yapacağı iddiasına kanarak aldım ve dürüst olmak gerekirse tam bir fiyasko ile sonuçlandı. Çok zor köpürdüğü için saçımı temizlenmiş hissetmekte zorlandığım gibi, sonuç olarak da fark edilebilir herhangi bir değişiklik yaratmadı. Tek artısı, diğer şampuanlara kıyasla kokusu çok güzel ve kalıcı. Yine de market şampuanının beş katı kadar fiyatını hak eden bir ürün olmadığına karar verdim.

İkincisi Watsons'ın bacak maskesi. Fiyatı ile kıyaslandığında harika bir ürün. Yatağımın baş ucuna koydum ve her akşam yatağıma yattığımda, bacaklarıma bu krem ile masaj yaptım. Mentol, bu yaz sıcağında harika bir serinlik ve ferahlık hissi veriyor. Sürdükten sonra da bacaklar, güzelce ışıldıyor.


Bu ayın favorisi Wellness Beauty'nin vanilyalı ve fındıklı duş jeli ile vücut kremi. Rossmann'larda satılıyor. O kadar güzel kokuyor ki, ne zaman sürsem, etrafımdaki herkes kullandığım ürünün ne olduğunu sordu. Uzun bir süre kullanacağım duş jeli ve vücut nemlendiricimi bulmuş oldum.

 Istokoza dönüşüp acı çekmeden sahillerde ışıldayarak kalın! İYİ BAYRAMLAR! :)

23 Temmuz 2014

Bekar Metropol Kadınına Küçük Evde Yaşama Rehberi - 1: Mutfak

Hep böyle şeylerin şuursuz insanların başına geleceğini, benim yaşamayacağımı düşünürken, bir ATM dolandırıcılığı da benim başıma geldi.

Sabahın köründe, henüz banka açılmamışken, Nispetiye Caddesi Garanti Bankası şubesinin önünde taksiden indim, para çekmek için kartımı soktum, şifremi girdim ve ATM dondu. Ankara'ya duruşmaya gidiyordum, oyalanacak zamanım yoktu, taksiye biner binmez Garanti'yi aradım. 06:32'de. Herhalde onların işlemi yapması da biraz zaman alıyormuş ki, 06:34'te hesabımdaki bütün para çekilmişti. Benim işlem yapmaya çalıştığım ATM'nin hemen yanındaki Akbank ATM'sinden... Muhtemelen ben taksiye biner binmez, düzeneği kuranlar gelip kartımı aldılar. Hala çok fazla soru işareti var aklımda, şifremi nasıl aldıkları, ben hemen ardından Garanti Bankası'nı arayıp kartı iptal ettirmeme rağmen parayı nasıl çektikleri, aynı ATM'de üç aynı vaka yaşanmasına rağmen bankanın önlem almakta nasıl bu kadar aciz olduğu, müşteri memnuniyeti kapsamında nasıl bankanın hiçbir icraat göstermeyip pervasızca "hukuki yolları takip edebilirsiniz." dediği... Pek çok "nasıl?".

Elbette ki bütün param o hesapta durmuyordu; ama vadeli hesabımdaki parayı bozduramadığımdan, hafta sonu boyunca parasız kaldım. Kredi kartımla olağan hayatımı devam ettirebilirdim veya teklif eden arkadaşlarımdan borç alabilirdim elbette; ama fırsat bu fırsat dedim ve hiç bir şey yapmadığım bir haftasonu geçirdim.

Ve fark ettim ki, benim gerçekten çok uzun zamandır plansız bir saatim dahi olmamış. Son üç aydır zaten New York, Teos, Antalya, Mardin, Almanya, Polonya derken yalnızca iki haftasonu İstanbul'daydım. Onların da hepsinde İstanbul'da planlarım vardı, sokaktaydım.

Hafta içlerinde eve gelişlerim zaten geç saatlerdi. M&A döneminde evde olduğum saatlerde de oldukça yoğun biçimde çalıştım, diğer zamanlarda da eve gelip duş alıp yatıp uyudum. Özetle şöyle evde uzun uzun oturmayalı çok uzun zaman olmuştu.

Evi de otel gibi kullanıyordum. Gel, üstündekileri kirliye at, duş al, uyu, temiz kıyafetler giy, çantanı hazırla ve çık.


Vaktim varsa ve canım isterse muhteşem temizlik yaparım. Gelgelelim, "ya hep ya hiç" mantığındayım. Yapmaya başlarsam, bütün dolap içleri dökülecek, atılcaklar ayıklanacak, dolaplar silinip eşyalar yerleştirilecek falan filan. Benim kadar biriktirmeye meraklı bir insan söz konusu olunca, o dolap içlerinin dökülüp yerleştirilmesi demek zaten kafadan üç gün!

O yüzden başlığa aldanıp, sürekli derli toplu bir evde yaşadığım fikrine kapılmayın. Tam tersine, evim genellikle oldukça dağınık, her köşeden dergiler, kitaplar, çantalar ve kahve fincanları çıkıyor. "En iyi öğretirken öğrenilir" mantığından yola çıkarak, bu konu hakkında yazılar yazmaya kalkarak, bunu nasıl başaracağımı öğrenmeyi planlıyorum.

Bu konuda en başarılı olduğum alan olan mutfaktan başlayacağım. İstanbul'da şehir merkezinde yaşıyorsanız muhtemelen mutfağınız oldukça küçüktür, hatta içi yenilenmiş veya yeni bir ev ise açık mutfaktır.

Benim açık mutfağım sadece bir mutfak değil, evde geçirdiğim zamanın büyük çoğunluğunu geçirdiğim alan. Misafirlerim geldiğinde, blog yazılarını yazarken filan hep o mutfak tezgahının önündeki bar taburesinde takılıyorum.


Küçük, fonksiyonel ve şık bir mutfağa sahip olmak için önerilerime gelince:

1) Çeyiz düzer gibi setler almaktan vazgeçin. Çalışıyorsanız zaten evde maksimum bir öğün yemek yiyeceksiniz, sürekli yemekli misafir ağırlamayacaksınız, ağırladığınız insanlar da ya yakın arkadaşlarınız ya da sevgiliniz olacak. O yüzden misafirlik yemek takımına da, çatal bıçak setine de ihtiyacınız yok. Evde gümüş parlatana kadar, gidip saçınıza fön çektirseniz daha iyi kullanmış olursunuz zamanınızı.

Tek set alın. Kırıldığında, bozulduğunda, rengi attığında da atın gitsin. Aynı masada birbirinden farklı tabaklar bulunması - özellikle uyumlu olacak şekilde ve kasıtlı olarak ayarlanmamışsa - çok kötü ve zevksiz bir şey. Annenizin zamanında kupon biriktirip aldığı ve siz eve çıkınca da size itelediği tabakları atın gitsin. Bir tane zevkinize göre set alsanız yeter. Ben mesela dörtlü tabak takımımla - dört kahvaltı tabağı, dört çukur tabak, dört düz tabak - gül gibi geçinip gidiyorum.

2) Evim küçük diye kullanacağınız şeyleri almaktan vazgeçmeyin. Vazgeçeceğiniz şey nitelik değil, nicelik. Üç tane yemek seti almazsanız, sushi için soya sosluğuna kadar her şeye yetecek yeriniz olur.

Aldığınız bütün parçalarda da en azından bir rengi tutturursanız, sofraya bunları koyduğunuz zaman, uyumlu ve şık bir görüntü çıkar ortaya.


3) Günde üç öğün evde yemek pişirmiyorsanız veya kendinizi adadığınız hobiniz yemek pişirmek değilse, on tane tencereye de ihtiyacınız yok. Bir pilav tenceresi, bir büyük, bir küçük boy tencere, sos tenceresi ile krep tavası, yapmak istediğiniz her şeye yeter. Üstelik de dolapları boşaltıp temizlemeniz ve yerleştirmeniz de oldukça kısa sürer.

4) Açık mutfağınız varsa, her şeyin dolapların içinde olduğu, ortalıkta ocak ve kahve makinesi dışında hiçbir şey olmayan bir alan olmasın burası. Şişeler, güzel görünümlü, aksesuarlar, çiçekler ile donatın.



Mesela dolap içlerinde bakliyat koymak için yeterli yeriniz yoksa, bir rafa onları şık kavanozlar ile dizin. Benim Napoli'den aldığım makarnalar mutfağımın yıldızı.



5) Evde nereye koyacağınız bilmediğiniz ama atmak da istemediğiniz şeyleri, renklerine göre gruplandırıp bir alanda toplarsanız, güzel göründüğünü keşfettim, aklınızda bulunsun.


6) "Küçük evde yaşıyorsanız, biriktirici olmayın." diyebilecek son insanım. Minimallik bana göre değil, hatıralar bence bir alana ruhunu veren tek şey. O yüzden minimalizme karşıyım. Zaten karşı olmasam da, beğendiğim her şeyi alıp eve getirme arzumu dizginleyemediğim aşikar. Sadece iyi durumda olan şeyleri biriktirin.

Kupanızın ağzı çatlamışsa, tencerenizin bir sapı yerinden oynuyorsa, bulaşık deterjanı koyduğunuz sabunluk biraz paslanmışsa, bir ev aletiniz bozulmuşsa ve bir aydır tamir ettirmediyseniz atın gitsin. Anneniz anneanneniz saklıyordu, siz de öyle alıştınız; ama devir değişti. O zamanlar bir şeyleri bulmak zormuş, seçenek az, fiyatlar uçukmuş. Şimdi istediğiniz her şeyi online olarak alabilirsiniz ve her ürünün her keseye göre farklı fiyat alternatifleri mevcut.

Evde tutmaya devam ettiğiniz eski ve bozuk şeyler - keyifli retro radyolar, saatlerden bahsetmiyorum tabii ki- güzel olan diğer şeylerin de güzelliğine gölge düşürüp, genel havayı bozacaktır.

7) Kutulardan faydalanın, her şeyi kutulayın. Çaylarınızı, kurabiye kalıplarınızı, ya lazım olursa diye sakladığınız ıslak mendilleri filan çekmecenize koymadan önce kutulara yerleştirin. Böylece çekmeceleriniz daha düzenli duracaktır.




8) Dolap üstlerindeki alanları kullanın. Mesela benim buzdolabım ile tavan arasındaki alanda kocaman kutuların için parti aksesuarlarım duruyor.

Evin geri kalanında da çalışmalarım devam ediyor, o kısımlarla ilgili olarak da çook yakında huzurlarınızda olacağım. :)))  Benden hamarat olanlardan da tavsiyelerini bekliyorum.

Düzenle ve keyifle kalın!


21 Temmuz 2014

Sleepless long nights that is what my youth was for

Sabaha karşı Opener Festival boyunca konaklayacağımız Sopot'ta trenden iniyoruz.

Check-in saatimize daha çok var, kahvaltı edecek veya en azından kahve alacak bir yer bulalım kendimize diyoruz. Hava inanılmaz soğuk, sanki temmuz ayında değiliz! Deniz kıyısında bir şehirde kalacağız diye çantamda taşıdığım bikinilerden utanıp, Varşova'da H&M'den aldığım sweatshirt'ü üstüme geçiriyorum.

Deniz kıyısına gidiyoruz, bembeyaz kumların üzerine oturup sigaramızı yakıp güneşin doğuşunu izliyoruz. Karşımızda 515.5 metre uzunluğu ile Avrupa'nın en uzun ahşap iskelesi uzanıyor, yanımızdaki duvarda sprey ile "Love Sopot or Die" yazıyor. Güneş kendini gösterdikçe sahilde yürüyüş yapanların ve ATV ile kumları dağıta dağıta geçenlerin sayısı artıyor.






Saat 7:00 olunca, artık bir yerlerin açılmış olması umudu ile sonu sahile çıkan ve şehrin tek hareketli kısmı olan Monte Cassino'ya çıkıyoruz. 1945'te açılmış Andrzej Szydlowski isimli pastaneye oturup, tam çavdar ekmeğinden yapılmış lezziz sandiviçler yiyip, sabah kahvemizi içiyoruz. (İhtiyacınız olursa, bu bölgede kahvaltı edebileceğiniz en erken açılan yer burası.)


Check-in saatimiz gelince de istasyona beş, Monte Cassino'ya on dakika uzaklıktaki airbnb'den ayarladığımız evimize gidiyoruz. Giderken beklentimiz çok düşük, çünkü eve ilişkin bütün açıklamalar sitede Lehçe yapılmıştı ve fiyatı  uygundu. Eve girdiğimiz anda mutluluktan ölüyoruz, çünkü ev gerçekten harika. Merdivenlerinde koşturup, yatağa kendimizi atıyoruz, kıyafetlerimizi günler sonra valizden çıkarıp dolaba yerleştiriyoruz..i

Alt katında mutfak ve banyo var, üst katı yatak odası. Televizyonda HBO gibi ücretli kanallar bile var, ev tertemiz, lokasyon harika. Bu taraflara yolunuzu düşürmeye niyetlenirseniz, bu evi şiddetle tavsiye ederim.

Günler sonra yerleşik hayata geçmenin, bir dolabımız ve yayılacak zamanımız olmasının tadını sonuna çıkarıyoruz.


Dinlendikten sonra Opener Festival'in yolunu tutuyoruz.

Festivale ilişkin olarak her  detayı, benim gitmeden önce aklıma takılan ve arayıp da cevabını bulamadığım her şeyi içeren bir Opener Festival rehberi hazırladığım için kronolojiyi biraz bozmuş oldum, o yazıya göz atmak için tık!



Sopot bu civarda yaşayanlar için bir nevi yazlık görevi görüyor; ama Türkiye'nin denizleri ile kıyaslayınca, deniz bizim için hiç cazip değil. Bembeyaz harika kumları var; gelgelelim hava da su da buz gibi.

Buraya yolunuz düşerse takılabileceğiniz yerler Monte Cassino ve sonundaki sahil hattı ile sınırlı.




Minik ve sempatik bir şehir olduğundan çok fazla ve kapsamlı mekan tavsiyesinde bulunmam da mümkün olmayacak. Verebileceğim en işe yarar tavsiye, tuvalet hakkında: Yanınızda mutlaka bozuk para taşıyın. Çoğu mekanın müşterilerine kullandırabileceği tuvaleti yok, o yüzden sıkıştığınızda seçeneğiniz ya umumi tuvalet ya da Mc Donalds'ın tuvaleti ve her ikisi için de 2 - 3 zloty bozuk paranız olması şart.



La Crema, kahvaltı olarak minik tostlar, güzel tatlılar yiyip, kahve içebileceğiniz oldukça şık bir yer.

İkinci de sahildeki Flaming &Co. Yemek porsiyonları çok küçük ve çok uzun zamanda geliyor, o yüzden yemek yemek için değil, harika mojitosundan içmek için gidin. 

Yemeği ne yapacağız derseniz, sahil hattı boyunca dizilen hot dog arabalarından şaşmayın :)






Sopot bana hakkında yazacak çok malzeme vermedi; ama oldukça pratikti. Daha oradaki ikinci günümde her şeyi elimle koymuş gibi bularak, kahvaltılık bir şeyler alıp, marketten votkaları kapıp, Monte Cassiono'da şöyle bir salınıp, biraz euro bozdurup şıp diye eve gelebiliyordum.

Yazı yavan kalmasın diye,  Opener'da bu sene sahneye çıkan gruplardan bazılarının parçalarından oluşan bir playlist ile kapatıyorum. Fena taktik değil, değil mi? :)

(Elektronik severlerdenseniz, listenin sonlarına doğru yol alınız.)

Pinterest'im

Instagram'ım