09 Temmuz 2014

Berlin: The greatest cultural extravaganza that one could imagine*

Seyahatimizin ana konsepti Heineken Opener Festival'e gitmekti. Polonya'nın en tepesindeki Gdynia'da yapılan bu festivale gitmek için doğrudan uçak bulamayınca, Berlin'e gidelim haftasonunu orada geçirip trenle geçeriz Gdynia'ya diye düşündük. Festival döneminde küçücük şehrin bütün festivalcileri ağırlayacak kapasiteye sahip olmaması nedeniyle ve biz son dakikaya kaldığımızdan, konaklama noktası olarak Sopot'u seçtik. Polonya'ya bir daha ne zaman yolumuz düşer, gitmişken Krakov ile Varşova'yı da gezelim dedik. Sonra da buralardan makul fiyatlı bir İstanbul'a dönüş bileti bulamayınca, Lviv üzerinden İstanbul'a dönmeye karar verdik.

Böylelikle bizim festivale gitme planımız, on bir günlük tura dönüşüverdi.


Berlin'e daha önce de yolum düşmüştü. Yıllar önce Polonya ve Almanya sınırında bir insan hakları hukuku sertifika programına gitmiştim. Program pazartesi günü başlıyordu, ben cumartesi sabahından Berlin'e uçup orada birkaç gün geçirmiştim, elimde Sabahattin Ali'nin Kürklü Madonna'sı ile... (Ki bu kitabı okumadıysanız şiddetle tavsiye ediyorum.) Üniversite Frankfurt Oder şehrindeydi, tam Polonya sınırında. Daha ucuz diye bütün öğrencilerle birlikte Polonya'da konaklıyorduk. Üniversite ile kaldığımız yurdu Haliç Köprüsü gibi bir köprü bağlıyordu. Bizim İstanbul'da günde birkaç kere kıta değiştirmemiz gibi, günde bir kaç kere ülke değiştiriyorduk. Haftasonları da trene atlayıp Berlin'e gidiyorduk. Paramız varsa Berghein gibi ünlü klüplerde takılıyorduk, yoksa da marketten şarap alıp parklarda sokaklarda içip laflıyorduk.

Bu seferki Berlin maceramızı ise, şehrin daha alternatif yüzünü keşfetmek üzere kurgulamıştık ve turistik aktivitelerden daha çok lokallerin arasına karışma niyetindeydik. Bu yüzden de konaklama noktası olarak hippest 'hood olarak tanımlanan Neukölln'ü seçmiştik.

Tatilden önceki birkaç hafta boyunca yoğun günler geçirmiş olduğumuzdan, önceden detaylı bir araştırma yapmaksızın, günleri enerjimizin ve keyfimizin akışına bırakarak, minik çantalarımız ile cuma sabahı Sabiha Gökçen'den Berlin'e uçuyoruz.



Havaalanından önce otobüse, ardından da metroya atlayarak airbnb'den ayarladığımız eve gidiyoruz.  Bahçeli bir avlunun içinde, tertemiz ve ev sahibimizin resimleri ile tam bir modern sanat galerisi havasında. Yalnızca metroya sandığımız kadar yakın bir lokasyonda değil; ama tatilin ilk günleri ya, enerjimiz yerinde, tabana kuvvette bir sıkıntı yok.

Eşyalarımızı odamıza bırakıp, hiç oyalanmadan, ilk istikametimizi belirliyoruz: Klunkerkranich.  Karl Marx Strasse burnumuzun dibi, kapı numarası 66'nın önüne geliyoruz, bir alışveriş merkezi. Hiç de tepesinde bar filan varmış gibi görünmüyor, en üst katı sinema. Bütün binanın etrafında bir tur atıyoruz, yok. Genç nüfusu takip ederek giriş yolunu bulmayı başarıyoruz. Gitmeye niyetlenirseniz aklınızda olsun, ya binanın arka kısmındaki otoparktan girip yukarı çıkacaksınız, ya da alışveriş merkezinin içindeki spor salonunun yanındaki asansörü kullanacaksınız buraya ulaşmak için.


Terasa adımımı attığım anda bayılıyorum buraya. Alışveriş merkezinin tepesinde, yazlık havasında bir mekan yaratmışlar. Tepeden bir Berlin manzarası sunmuyor olsa, şehirde olduğunuzu tamamen unutabilirsiniz. Çocuklar koşturarak oynuyor, bir grup masalarda oturuyor, bir grup ahşapların üzerinde yerlerde. Çok iyi bir müzik çalıyor; kelimeler, kahkahalar, bira şişelerinin tokuşturma sesleri birbirine karışıyor; güneş herkesi ısıtıyor.

Almanya sınırlarındayken kötü bira diye bir şey zaten yok, burada bir de biraya eşlikçi odun fırınında yapılan leziz pizzalar var.




Berlin'in bence diğer metropollerde olmayan en harika tarafı, her şeyin herkes için olması. Görkemli yerleri bir kenara ayırırsak, aynı mekanda işten çıkan takım elbiseliler ile, zibidi gibi giyinenler bir arada, ergen ile yaşlı çiftler yan yana oturup aynı birayı içiyor, hamile kadınlar, çocuklar ve kafası bir dünya olan gençler aynı mekanda takılabiliyor. Kimse kimseyi dışlamıyor. Ben İstanbul'da böyle bir mekan düşündüm, bulamadım. Gençler yaşlılar ile aynı mekanda takılmayı reddeder, biz çoluk çocuğun olduğu yerlere pek girmek istemeyiz... Vapurda filan tesadüfen yan yana düşseler de, yadırgayan gözlerle mutlaka farklı olan itinayla süzülür.

Klunkerkranich de bu rahatlığın zirveye ulaştığı bir nokta. Kızını kucağına almış elektronik müzikte dans eden babalar, DJ setin yanında sızmış adamlar, kapının kenarına oturmuş bacağını kaldırıp indirerek turnike taklidi yapan gayler herkes var burada. Herkes rahat, herkes keyifli.



Klunkerkranich'te saatlerce yayılıp biraları mideye indirdikten sonra, akşam yürüyüşü yapmak için 210 hektarlık alana kurulmuş Tiergarten'ın yolunu tutuyoruz.





Akşam, yürümekten bitmiş halde kendimi Alexanderplatz'daki, üstünde "Berlin, du bist so wunderbar!" yazan şezlonglara atmış yayılırken çok keyifliyim.



Önce bir Berlin klasiği olarak Currywurst mideye indiriyorum, ardından da Aperol Spritz söylüyorum. Fotokabinde çekildiğimiz fotoğraflara bakarken, aklımdan geçen tek şey: Ne iyi yaptık da, geldik!


* Başlık David Bowie'den.


1 yorum:

Blogger Bolat dedi ki...

Sabahattin Ali de Nazım gibi sıkıntı çekmiş bir insandır, iyilerin kaderi mi desem kötülerin öngörüsü mü desem ne desem!

Pinterest'im

Instagram'ım