24 Ağustos 2014

Bir düğün, bir sergi, bir manzara, çok alkol!


Bu aralar, Yiğit Karaahmet'in Herhalde Kız isimli kitabını okuyorum. Kitabın ön sözünde şöyle diyor: "İtiraf edelim ki, bu ülkenin bu dönemine şahit olmuş insanlar olarak çok garip bir süreçten geçiyoruz. Çoğunlukla 30 milyar yıllık evrende hala bula bula bu ülkeyi ve bu dönemi bulduğumuz için şansıma küfretsem de bazen de tuhaf bir şekilde bu durumdan mutluluk duyuyorum. İçinde yaşayan hayatı, delileri, ünlüleri, sokakları, yer altı ve üstüyle eşi benzeri olmayan bir sirkin gönülsüz çalışanları gibiyiz..."

Özellikle İstanbul evet, gerçekten bir sirk gibi. Güzel ve kötü sürprizleri ve gerçekten tuhaf insanları her zaman barındırıyor. Siz kendi kendinize planlar yapıyorsunuz, sonra şehir onları canı istediği gibi değiştiriyor. Bazen eğlenceli, bazen çok yorucu oluyor.

Hafta içleri, her şeye rağmen bir düzen içinde aksa da, bu şehirde, her haftasonu bir öncekinden bambaşka geçiyor. Ve bu hafta sonuna başlarken, diğer zamanlara kıyasla daha heyecanlıydım: Çünkü ajandam hepsi birbirinden ayrı planlarla doluydu!

Cuma günü işten çıkışta Martha ile buluşmak için Pera Müzesi'ne gittim. Pera Müzesi'nde 13 Ağustos'ta başlayan, 5 Ekim'e kadar devam edecek bir sergi var: Duvarların Dili - Graffiti / Sokak Sanatı.


Ben oldum olası, sıradan alanlara, bambaşka bir karakter ve renk kazandırmaları yüzünden sevmişimdir sokak sanatını; ama bu konu hakkında bir şeyler öğrenmeye Berlin'de yaptığım alternatif tur ile başladım. Ve gittikçe sokak sanatının, sadece bir sanat değil, bir cesaret meselesi ve  mesaj verme biçimi olduğunu daha iyi kavradım.

Pera Müzesi'ndeki sergi, bu sanatı ilk kez bir müze platformuna taşıdığı için önemli. Ve gerçekten müzenin beşinci katı özgürce boyanmaya açılmış, duvarlar, yere ve tavana kadar sıçrayacak biçimde boyanmış. Türkiye'de bu sanatın, diğer ülkelere kıyasla oldukça gecikmeli başladığını düşünürsek, bence bir müzenin bunu sanat olarak kabul edip, görücüye açması çok güzel bir adım.



Sergide ayrıca Martha Cooper, Henry Chalfant ve Hugh Holland'ın fotoğraflarının olduğu bir bölüm de var. "Çok geniş bir alana yayılan, kapsamlı bir sergi değil." diye yakınmıştım ilk önce, sonra fark ettim ki, sergi yalnızca müzenin duvarları ile sınırlı değil. İstanbul sokaklarını da kapsıyor. O yüzden sergiden çıkarken, sergi broşürünü almayı unutmayın, bu serginin devamı yedi farklı noktada keşfedilmeyi bekliyor.

Ayrıca, öğrenciyim, param yok veya işten çıktığımda müze kapanmış oluyor gibi bahaneler yaratmamanız için, Pera Müzesi'nin cuma günleri, 18:00 -22:00 saatleri arasında girişinin ücretsiz olduğunu da hatırlatmak isterim. :)


Sergiden çıktıktan sonra istikametimiz, Galata'daki DUO otelin terasındaki Robin's oldu. Güneşin batışını izlemek için güzel bir yer, oturduğunuz süre boyunca da harika bir Galata Kulesi manzarası eşlik ediyor.

Kokteyl sevenlerdenseniz, buraya bayılırsınız. Çünkü klasik kokteyllere minik dokunuşlar yaparak, onları farklılaştırmışlar. Üstelik de her kokteyl başka bir bardakta, farklı bir sunum ile geliyor. İçtiğimiz her kokteyl lezzetliydi; ama bence gitmişken grape caipirinha'yı denemeden kalkmayın.


Bir de yemek konusu biraz sıkıntılı, o yüzden karnınızı doyurup gitmenizde fayda var. İki çeşit set menü sunuyorlar. Bu 5 çeşit veya 8 çeşitten oluşan menülerden birini seçmeniz gerekiyor. Menülerin içindeki şeyler de oldukça absürd. Mesela üzüm ve soğan ile birlikte yapılan bir şeyler, kaz ciğeri filan var. İçinizden değişik lezzetler denemek isteyen bir Vedat Milor fırlamadıkça, aç kalabilirsiniz. Aklınızda bulunsun.

Cumartesi günü ise büyük gündü. Çünkü Zeynep evleniyordu!!


Zeynep, ben doğduğumdan beri benim arkadaşım olduğundan, gerçekten en eski arkadaşım. Babalarımız iki Ahmet ve ayrıca Zeynep'in annesi, İstanbul Teknik Üniversitesi'nden sınıf arkadaşı. Daha küçücük, piknik sepetinin içine oturabilecek cüssede kızlarken tanıştık birbirimizle, biz o günleri hatırlamasak da...

Ailelerimiz o kadar yakındı ki, benim Adana'da gece bir arkadaşımda kalmamın yasak olduğu, eve girişim "hava kararmadan önce" olmak zorunda olduğu yıllarda bile, ben tek başıma kalkıp İstanbul'a, onların Arnavutköy'deki evinde kalmaya gelme konusunda izinliydim. Aynı şehirde arkadaşımda kalamaz, ama onlara İstanbul'a gelebilirdim, o kadar.

Daha sonra İstanbul'a taşındığım ilk yıllarda da, annesi ile babası benim için bütün akrabalarımdan daha yakın, daha aileden, daha destekçi oldular, her zaman.

Zeynep ile, Bodrum- İstanbul - Adana hattındaki görüşmelerimizi, daha sonra birlikte Los Angeles'a work & travel programına gitmemiz ile birlikte Amerika'nın çeşitli şehirlerine ve hatta Meksika'ya taşımış olduk.

Birlikte çok saçma ve eğlenceli zamanlar geçirdik. Sonra yıllar geçti ve hayatımıza bir Ahmet daha eklendi. Bu sefer enişte kontenjanından...

Düğün hazırlıklarına saç ve makyaj ile başladım, yogitamın tavsiyesi ile istikametim Akaretler'deki Yıldırım Özdemir oldu. Dolabımda doğru günü bekleyen, Missoni elbiseme de sonunda sıra gelmiş oldu.





Sonra da düğünün yapılacağı Bizim Tepe'nin yolunu tuttuk. Göbek atarak, eksi günleri anarak, kızımızı verdik, veya aileye bir Ahmet daha ekledik, artık nereden bakarsanız :)))




"Mutluluklar veya hayırlı olsun." tebriği ilettiğim herkesten "Darısı senin başına!" cevabı almam karşısında verecek cevap bulamadım, her zamanki gibi. "İnşallah" desem, "Ya ben evlenmek istiyor muyum ki?" diye düşündüm, "Aman, daha var." desem, "Aman nereye var Sezen, kendini hala 18'lik sanıyorsun!" diye iç diyaloglara girdim. Ama tabii bu bambaşka bir yazı konusu olabilecek mesele.

Şimdilik Zeynep ve Ahmet'e harika bir balayı ve sonrasında da hep mutlu ve birlikte bir yaşam dileme zamanı!

Keyifli pazarlar!

1 yorum:

Unknown dedi ki...

Keyifli enerjik supperrr

Pinterest'im

Instagram'ım