30 Eylül 2014

Bekar Metropol Kadınına Küçük Evde Yaşama Rehberi - 2: Antre

Okuduğum bir kitaptan aldığım ilhamla, her ayıma bir konsept belirlemeye karar vermiş ve ilk ay konseptimi "ev" olarak belirlemiştim. Güya bir ay boyunca ev hakkında kitaplar okuyacak, bu arada kendi evimi arındıracak, düzenleyecek, güzelleştirecek ve bu konuda bol bol yazı yazacaktım.

Gelgelelim yanlış bir zamanlama yapmışım. Yazın son demleri olması nedeniyle güneşe ve denize kaçılan son haftasonları, pek çok etkinlik ve sevdiğim pek çok arkdaşımın doğum günü, baby shower ve bekarlığa veda gibi özel günleri nedeniyle açıkçası değil aklımdakileri yapmak, evde hiç durmadım bile. Ofis ile sokaklar arasında mekik dokurken, eve yalnızca üstümü değiştirip duş almak ve biraz da uyumak için girdim.

Hazır havalar bozmuşken, bu havalarda inanılmaz evcil bir ruh haline giriyorken, bu ertelediğim planı hayata geçirmeye karar verdim. Giriş ile başlayalım.

Yaşadığınız şehir İstanbul ise, evinizi dekore ederken alan konusunda çok cömert olmanız mümkün değil. Çünkü bu şehirde 100 metrekarelik standart bir ev, oldukça büyük kabul ediliyor. Çoğumuz çok daha küçük evlerde yaşıyoruz.

Eğer girişte büyük bir alanınız varsa, ideal düzenlemeye göre, burada oturulabilecek bir yer ile eve geldiğinizde elinizde taşıdığınız montlar, çantalar, anahtarlar ve diğer bütün eşyalar için uygun depolama alanları olması gerekiyor.









Bu alanda dikkat edilmesi gereken iki şey var: Birincisi yerler kolay temizlenebilir bir materyal ile kaplı olmalı. İkincisi de depolama alanları, az kullanılanları yukarı, sık kullanılanları aşağı koyabileceğiniz biçimde tasarlanmalı.

Oturma yerlerinin altını depolama alanı olarak kullanmak yerden tasarruf sağladığı gibi, sepet şeklindeki kutular da karmaşıklığı şık biçimde saklıyor.

Çocuğunuz varsa, onların ulaşabileceği gibi askı ve ayakkabılık yapmanız da, herkesin işini kolaylaştıracaktır.


Çok güzel, çok hoş hepsi değil mi? Peki ya bu kadar ferah bir alanınız yoksa ne olacak?

Bekar Metropol Kadınına Küçük Evde Yaşama Rehberi - 1: Mutfak'tan sonra bu sefer de evin girişi için tavsiyelerimle huzurlarınızdayım : )

Bütün kadınlar için ayakkabı önemlidir. Kaç tane ayakkabımız olursa olsun, ayakkabı ihtiyacımız bitmez. Her zaman "şöyle bir ayakkbıya ihtiyacım var" diye dolanırız ortalıkta. Bekar bir metropol kadınıysanız en az yirmi çift ayakkabınız olur. Çünkü bir kere, ne kadar çok ayakkabın var, diye söylenerek alışveriş yapmanızı engelleyecek bir koca yoktur. Ayrıca, çalışıyor, partiliyor, spor yapıyor, seyahat ediyorsunuzdur. Bunların hepsi için de farklı ayakkabılar gerekir. :)

Gönül isterdi ki, tertemiz şehirlerde yaşayalım. Ayakkabılarımız mis gibi kalsın, hepsini yatak odamızda vitrinlere yerleştirelim, hiç eskimesinler, hiç kirlenmesinler. Ama İstanbul'da bu pek mümkün değil. O yüzden özel günlerde giydiklerimiz hariç hepsini evin girişinde depoluyoruz.

1) Önce ayıklamak lazım. Biliyorum, hiç birini atmaya kıyamıyorsunuz. Önce bütün ayakkabılarınızı çıkartın ve kullanım biçiminize göre sınıflandırın. Ben yazlık, kışlık, işlik, haftasonluk, partilik olarak gruplandırdım.






Şöyle bir tepeden bakınca, hangilerinin çöpe atılma zamanı gelmiş, hangilerinin lostraya gidip yeni bir taban takılmaya ihtiyacı var hemen anlıyorsunuz. Ayıklarken acımasız olun. Çünkü eskimiş bir ayakkabı gerçekten bütün özenli görüntümüzü bozuyor.

2) Atılacakları attınız, lostraya gidecekleri paketlediniz. Geriye kalanları yerleştirmeye geldi sıra. Alanınız sınırlıysa ve eşyalarınızı üst üste alt alta bu alana stoklayacaksanız, açık dolapları unutun. Açık dolap sistemlerine çok eşya koyduğunuzda elde edebileceğiniz tek şey: Dağınık görüntü. Bu yüzden kapaklılardan yana tercih yapın.

Özellikle de alanınız çok darsa, aynalı kapak hayatınızı kurtaracaktır. Feng sui'ye göre kapının karşısında ayna olmaması gerekiyor; çünkü gelen iyi enerjiyi dışarı yollamış oluyorsunuz. Ama küçük alanı ferahlatmak için harika bir seçenek.

Bende kapıdan girer girmez, yerden tavana kadar, yarısı aynalı, yarısı kapaklı bir dolap var. Benim ve kardeşimin bütün ayakkabılarını ve en sık kullandığımız montları alıyor, kapaklarını kapatınca da ferah ve temiz bir görüntü yaratıyor.



3) Ayakkabılarınızı yan yana koyabileceğiniz kadar geniş alanınız yoksa, üst üste dizip onları eskitmeyin, kutularında saklayın. Kutuların üzerine minik yapışkanlı kağıtlarla içinde ne olduğunu yazmanız da evden çıkarken oldukça zaman kazandıracaktır. Veya IKEA gibi mağazalarda, önü pencereli ayakkabı kutuları satılıyor, onlardan yana tercih yapabilirsiniz.

Benim favorim eğlenceli defter etiketleri:


4) Boya, fırça, sprey gibi ayakkabılar ile ilgili her türlü bakım malzemenizi de öylece dolabın içine atmak yerine, hepsini içine alabilecek bir boyutta kutunun içine koyun. Hem bulmayı kolaylaştırır, hem de bir dağınıklığı yok edersiniz. Sonuçta hiçbiri çok estetik görünen paketlere sahip değiller.

İş ayakkabılarınız gibi çok sık kullandığınız ayakkabıların formunun bozulmaması için de kalıplar kullanabilirsiniz. Ben ayak numarama uygun minik kalıpları Tschibo'dan buldum.

5) Ayakkabılarınızın mis gibi kalması için de ayakkabı deodorantı kullanın. Özellikle de havalar soğumuşken yazlıkları kaldırırken, bir dahaki yaz mis gibi bulmak için... Aklınızda olsun, Rossmann'ınki oldukça başarılı.


6) Ayakkabılarınızı, kıyafetlerinizi güzelce ayıkladınız, kaldırdınız. Küçük ev bakımından hayat kurtarıcı olabilecek sihirli bir dolap ile de tanıştırmak istiyorum sizi. Benim evimde kapının hemen yanında bir dolap kapağı var.


Burada çoğu eski evde olduğu gibi küçük bir tuvalet vardı. Tuvaleti yok edip, burayı evin bütün ıvır zıvırlarını alabilecek dolap görünümlü odaya dönüştürdük. Evimdeki en sihirli alanlardan. Çamaşır makinesi, elektrik süpürgesi, kirli sepeti, merdiven gibi her şeyi almasının yanı sıra, tavana kadar uzayan dolabın içinde de her türlü temizlik malzemem, çadır, tamir aletleri, battaniye gibi sık kullanılmayan her türlü eşyam duruyor. Çoluk çocuğa karışmadıysanız, evde tek bir tuvalet size hayli hayli yetecektir. Küçük tuvaletleri ardiye olarak kullanın, bunları balkona atıp görüntü kirliliği yaratmayın. Ayrıca çamaşır makinesini banyoya koymadığınızda, banyoda küçümsenmeyecek bir alana kavuşuyorsunuz.


6) Kapınızın dışına da gelen misfirlerinizi gülümsetecek bir süs asmayı, çiçek yerleştirmeyi veya eğlenceli bir yazı asmayı unutmayın.


Düzenle ve keyifle kalın!

25 Eylül 2014

Abiye Elbise Mabedi: Fatih

Ardı ardına gelen düğünler sebebiyle, yogitam ile hafta sonu etkinliklerimize bir yenisi eklendi: Abiye elbise alışverişi.

Kim "Şurada güzel elbiseler var." dediyse, hepsinin yolunu tuttup, bir sürü elbise denedim. Bazı yerlerdeki elbiseleri çok özelliksiz ve ağır buldum. Kesinlikle simsiyah, düz, hiç bir havalı detayı veya dekoltesi olmayan bir elbise giymek istemiyorum düğünlerde. Hala yaşım yirmilerdeyken ve düğün abartmak için güzel bir sebepken daha frapan modellerden ve cıvıl cıvıl renklerden yanayım. Diğer yandan da, bazı yerlerdeki elbiseleri ise fazla taşlı, fazla pırıltılı ve avam buldum. 

Rengi ve modeli istediğim gibi olanların kumaşları kötüydü, kumaşları iyi olanların hoşuma gitmeyen tül veya taş detayları vardı. Her şeyi hoşuma gidenler ise bir aylık maaşım kadar pahalıydı. Yalnızca bir gece giyeceğim bir elbiseye, o kadar yatırım yapmak da bana saçma geliyordu. Kumaş parçası eninde sonunda, o parayı bir elbiseye vereceğime atlar, bir ülkeye gider gezer tozarım, en azından ömür boyu anısı kalır.

"İstanbul'da yaşıyoruz, bu şehirde her şeyin bir ucuzcusu, outleti, toptancısı var, illa ki abiyenin de vardır." dedik. "Kadıköy'deki Opera Pasajı'na bakın." dediler, gittik. İçerideki onlarca mağazanın ve binlerce elbisenin bence yarısından çoğu direk çöptü, üstüne para ödeseler bile giymeyeceğim kıyafetlerle doluydu. Elbette o kadar seçeneğin arasından güzel birkaç parça bulduk, ama "İşte budur!" diyip, tereddütsüz alacağımız kadar sinmedi içimize. 


İkinci durağımız Fatih oldu. Vitrinlere bakınca, hafiften umutsuzluğa kapıldım. Çünkü vitrindekiler yine benim giymek isteyeceğim elbiseler değildi...Gelgelelim ilk girdiğimiz mağazada, tam istediğim gibi sırt dekolteli mavi bir elbise buldum, o kadar içime sindi ki, başka bir yere gitmeden, hemen aldım o elbiseyi. Nişantaşı butikleri ile kıyaslayınca gerçekten komik sayılabilecek bir fiyata üstelik! 



Daha sonra civardaki beş altı mağazayı daha gezdik. Dekolte, tül, ışıltı, dantel, sade; ne tarz isterseniz burada var. Üstelik eylül ayı, hepsinin indirime girdiği bir dönem. Eğer ki, bir düğün için abiye peşindeyseniz, üşenmeyin atlayıp gidin, yarım gününüzü ayırın, gerçekten başka her yerden çok daha uygun fiyata, istediğiniz gibi bir elbise bulursunuz. Şahsen ben, bundan sonra her sene eylül ayında yarım günümü ayırıp, gidip buradan bir elbise stoklamaya karar verdim. 

Ayrıca daha önceki düğünlerde giydiğim elbiseleri de pek yakında chucha boutique'te bulabilirsiniz, takipte kalın :)


Alışverişten bahsetmeye başlamışken, bu aralar ikinci bir alışveriş deneyimimi de online olarak ASOS'tan yaptım. Bir mezura alıp, kendimi ölçtüm, rakamları not ettim. Web sitesinde bulunan size guide tablosundan bedenimi kontrol ettim ve iki elbise ile bir de sütyen siparişi verdim. Paketim sorunsuz olarak elime ulaştı. Elbiseler de üstüme dikilmiş gibi oldu, birisini yukarıdaki fotoğrafta üstümde görebilirsiniz.  

Fatih'te alışverişimizi tamamladıktan sonra, çok eğlenceli bir geçite denk geldik. Ne olduğunu anlayamadık; ama eğlenceli kareler yakaladım. 





Keşfederek kalın!

23 Eylül 2014

Hiç Yoktan İyidir

Ben çantasında kitap olmadan evden çıkmayanlardanım. Bir de yazlık kıyafetler, kışlık kıyafetler gibi kitapları tasniflerim: Evlik kitaplar ve Sokaklık Kitaplar. Kafa yormamı gerektiren, en ufak bir dikkatsizlik halinde büyük kayba uğrayacağım derinlikte içeriğe sahip olan ve okurken not almak istediğim veya Türkçe dışındaki dillerdeki kitapları evde okurum. Sokağa çıkarken çantama attığım kitaplar ise genellikle akıcı, beni hemen içine alan, dili kolay kitaplar olur. O yüzden de kütüphanem karmakarıştır, Eckhart Tolle ile Pukka; hukuk kitapları ile best seller romanlar yan yana -daha doğrusu yersizlikten üst üste alt alta- takılırlar. 

Ortalamaya göre çok ve hızlı okuyanlardanım, haftada en az bir kitap deviriyorum. Açıkçası pek seçici de değilim, sırf kapağını veya adını sevdiğim için bile içeriği hakkında hiçbir fikrim olmadan çok kitap okudum. Gelgelelim son okumaya başladığım iki kitaptan gerçekten nefret ettim. Bir tanesinde Türkçe olabilecek en kötü şekilde kullanılmıştı, biri de gereksiz ayrıntılarla fazlasıyla şişirilmişti. Devam edemedim ikisine de. "Acaba okuma alışkanlığımı mı kaybediyorum?" endişesine kapılmaya başlamışken, "Hiç yoktan iyidir" ile kesişti yolum.


Beyoğlu'nda bir ressam tarafından kiralanmış, kocaman, eski bir ev. Sahibi Türkiye'den kaçıp gitmiş, avukatı malvarlığını yönetiyor. Ressamın bir gün kapısı çalınıyor, karşısında fıstık gibi bir kız oda kiralayıp kiralamadığını soruyor. O saniyede beğeniyor ressam bu fikri ve odaları kiraya vermeye başlıyor. Evden her karakterde insan geçiyor, lezbiyen, şifacı, Rus hayat kadını, mazbut Türk kızı, Beşiktaş çarşı ekibi başı, Alamancı Anadolu kaplanları... Ve yazar, gerek evde belli bir dönem kalan bu karakterleri ve gündelik hayatını yaşarken temas içinde olduğu kapıcı, meyhane sahibi, galerici arkadaş gibi karakterleri o kadar güzel ve gerçekçi ayrıntılarla tanıtıyor ki, hepsi şu anda canlı kanlı birer insan benim hayatımda. Hepsi çok tanıdık, hepsi çok gerçek...

Romanın içine bir yerde, bir de ressamın çizgi romanını yaptığı polisiye karıştığı için, sonra hepsi birbiri ile iç içe geçtiği için okunması çok kolay bir kitap olduğunu söyleyemem. Ama kesinlikle çok keyifli.

Her zamanki gibi kitaptan sevdiğim bazı cümleler huzurunuzda:

Aman Allahım! Her şeyi bilen, her konuda akılcı bir çözümü olan ve hayatı bir sudoku gibi gören bir evliya. Arapsabununun formülünü de bilen, saray helvası da kavurabilen birisi; dünya yıkılsa sakin, sükünetli, dirayetli.

Vefakar, mavi beyaz Miele her yıkamanın sonunda, yıkamanın sona erdiğini unutup, Alzheimer ile Parkinson arasında bir yerde titreyip kasılıyor ve her şeye yeniden başlıyordu.

Medresenin şadırvanlı avlusunu yoldan ayıran minik kabristandaki kaykılmış mezar taşları, orta birden terk hıyarın biri tarafından yağlıboya ile numaralandırılmış. Belki de sahteciliğe karşı kullanılan hologram gibi bir şeydir bu; böyle bir yazının sahtesini yapmak çok riskli çünkü.

"Kısmet" dedim. Bu tür kaçamak, sallantılı laflara bayılıyorum. Ne dediğin belli değil. İlk bakışta kısır gibi görünse de Batı'daki telaş doğu dillerinde yok. Her şeyin bir karşılığının bulunduğu dev kelime hazneli diller karşısında, Doğu dilleri az ama birden çok manaya gelen, kıvrak, fıkır fıkır, aşüfte kelimeleriyle anladığın kadarını söylüyorlar.

Kuşlar gitti. Çöpçüler geldi. Sabah oldu. Gürültücü beton bitleri, hiç de ihtiyaçları olmayan şeyleri almak için, sevmedikleri işlerde çalışmaya sokakları doldurdu.

Ben hep uyurum resme başlamadan önce; bir çeşit reset düğmesi. Gözünü bir açıyorsun, atölyedesin ve bembeyaz bez karşında. Hazırsın artık! "Nah hazırsın!" İstanbul kopmuş gelmiş, aşağıda bağıra bağıra bira içiyor.

Karadenizliler için hamsi neyse, hizmet sektörü için de beyaz yakalılar o. Bir hareketlenmeye görsünler, sürek avı başlar. Bilet fiyatları artar, oteller pahalanır, suyu bile iki katına içersin büfeden. Ne o; beyaz yakalılar gelmişler. Evlerine döndüklerinde bronz tenleri ve limit aşımı kredi kartları ile oturup, bir sonraki tatili konuşurlar.

 "Ulan anasını satayım, buzlar eriyecekmiş de dünyanın sonu gelecekmiş. Yok artık. Bu kuzey kutbu zaten yüzmüyor mu şimdi?"
"Yüzüyor."
"E, ben bunca yıldır meyhaneciyim. Koy bakim, rakıya buzu, eriyince taşacak mı?"
"Abi, sen eriyene kadar beklemezsen, taşıp taşmadığını göremezsin tabii."

Hiç Yoktan İyidir, Nezir İçgören, Doğan Kitap, 242 sayfa.

Havalar soğuyorken, kitaplarla kalın! 



21 Eylül 2014

İstanbul'da bu sonbahar, Fransız romantizmini tamamlamak için istikamet Melia Pattiserie

Dışarıda şakır şakır yağmur yağıyor, arka tarafında güzel tablolar asılı olan upuzun bir masanın etrafında oturuyoruz. Ortam güzel, insanlar güzel, konuşmak istediğimiz çok şey var; ama ı-ıh! Çünkü hepimizin gözü masada. İnanılmaz şık tatlılar, önümüzde dizi dizi duruyor.



Onları yemeğe başladığımız zaman anlıyoruz ki, sadece şık değil bir o kadar da lezzetliler. Arkasında büyük bir özen ve çaba var.

Bu tatlıların yaratıcısı Çiçek Gencer. Bilgi Üniversitesi'nde işletme eğitimini tamamladıktan sonra, tutkusunun peşinden önce aşçılık okulu Le Cordon Blue'ya gidiyor, ardından da pastalara yöneliyor ve İstinye'de atölyesini kuruyor: Melia Patisserie.



Yaptığı tatlıları "katkısız, doğal ve çok lezzetli" olarak tanımlıyor. "Temiz" kelimesinin bir özellik olarak anılmasını dahi istemiyor, çünkü onun için zaten aksi söz konusu bile değil. Tatlılarda kullanılan tart hamuru, badem kreması gibi her şey kendi üretimleri, kullandıkları meyveler mevsime göre değişiyor.


Limonlu tart, üzerindeki minik kalpleri ve cazip sarısı ile bir davet masasının yıldızı olmaya baştan aday bir tasarıma sahip.

Daha mütevazi görünen armutlu fındıklı, yabanmersinli fıstıklı ve incirli tartlar ise, tartında bulunan acı badem kreması ile üzerindeki meyvenin verdiği ferahlık hissi ile gerçekten çok farklı ve leziz. 


Charlotte ise havalı görünümüne rağmen, tad olarak şaşırtıcı derecede hafif. 


Üstelik Melia'da, Charlotte'un annesi kıvamında doğum günü pastaları da var. Şeker hamuru ise hiçbir ürüne kesinlikle sokulmuyor. Hem şık, hem sağlıklı, hem lezzetli bir doğum günü pastası için bu harika bir seçenek olabilir.


Ama asıl eclair (ekler) benim kalbimi çaldı. Bizim bildiğimiz eklere hiç benzemiyor. Böyle çıtır çıtır bir hamuru var. Mutlaka ama mutlaka tadılması gereken bir lezzet.

"Peki ya, mesela atölyede o gün üretilen ve kalanlar ne oluyor?" diye soruyoruz. Çiçek Gencer, gülümseyerek cevap veriyor, "Eve getiriyorum ve hepsini yiyoruz."  O anda kendisiyle ev arkadaşı olmak istiyorum! :)

Düğün, davet, doğum günü, baby shower veya herhangi bir etkinlikte misafirlerinizi şaşırtmak isterseniz Melia gerçekten bunun için doğru adres olabilir. Eminim ki herkes "Bu nereden?" diye soracaktır. Üstelik de bütün bu şıklıklarına rağmen, fiyatlar oldukça uygun, 7-9 TL arasında değişiyormuş. Böyle bir etkinliğiniz yoksa da üzülmeyin, gidin kendinize bir kişilik tatlınızı seçin, gözünüzü kapatın, romantizm diyince akla gelen şehir Paris sokaklarında olduğunuzu hayal edin.

Facebook sayfası için tık, yakında açılacak web sitesi için tık.



Dip Not: Lezzetli tatlıların yanında, harika insanlarla tanışmama da vesile olan bu güzel etkinliğin organizasyonunda emeği geçen herkese buradan bir kere daha teşekkür ederim. Birlikte pastaları yuvarladığımız Cem Karakuş, Deniz, Hande, Gezenti Anne, Pınar ve Özge'ye de sevgiler...

Ayrıca o akşam tanıştığım enerjisi ile hepimizi büyüleyen Bengü Bilik'ten öğrendiğim bir şeyi de sizinle paylaşmak istiyorum. "Nasılsın/ız?" diye soran herkese "Ben her gün çok iyiyim." demeyi deneyin. Harika bir enerji yaratıyor.

Her gün iyi kalın!

19 Eylül 2014

Bademler Köyü, Turgutlu, Teos hattında, doğal hayatın nirvanasında bir pazar...

Benim çocukluğumda Adana'da yaşamanın ganimetlerinden biri olarak, İncirlik sebebi ile Türkiye'de olmayan pek çok marka ve ürüne erişimimiz vardı. Amerikalı komşularımız kendi alışverişlerini yaparken bize de siparişlerimizi alırlardı. O yüzden çeşit çeşit abur cuburla benim kuşağımdakilerden daha önce tanıştım, diğer Adanalılarla birlikte. Yeni ve farklı ya, sadece çocuklar değil, büyükler de çok hevesli olurdu bu ambalajlı abur cuburlara... Aradan yıllar geçti, Türkiye'de her bakkalda bile yüzlerce çeşit cips, çikolata satılmaya başladı.

Bir zamanlar doğalları bırakıp, hevesle ambalajlılara koşan biz değilmişiz gibi, şimdi de ambalajlılardan kaçıp doğal olanı kovalıyoruz. Eskiden köylü pazarlarında satılan sebzeler en ucuzken ve "uzun süre dayanıyor" denilen domatesler rağbet görürken, şimdi her şeyin doğalı ateş pahası. Ama malum organik olan daha sağlıklı ve artık sağlıklı olmak moda. 

İstanbul'da sağlıklı ve doğal tüketim oldukça zor. Bir kere her hafta organik pazarların peşinde koşacaksınız veya online olarak sipariş verip bekleyeceksiniz, sonra bunlarla kendi yemeğinizi pişireceksiniz ve her yere yanınızda taşıyacaksınız. Yani anneannelerimizin babaannelerimizin zamanına dönmek için uğraşacaksınız.

Ben bu sene New York'ta yalnız organik beslenmenin değil, vegan olmanın inanılmaz bir akım olduğunu deneyimledim.  Akla gelebilecek her şeyin vegan  versiyonunu gördüm: Kahveden duş jeline kadar... Bu konseptlerdeki cafeler ve restoranlar çok iş yapıyordu. Henüz İstanbul'da bu akım her yanımızı sarmadı; ama eminim ki bundan kısa bir süre sonra, bu akım İstanbul'a da gelecek.

Şikayet ediyorum gibi anlaşılmasın, sağlıklı olmak elbette ki harika bir şey. Bana komik gelen ise, bunu bozmak için o kadar uğraşı verdikten sonra, şimdi erişmek için uğraşıyor olmamız... Bitkileri kaynatıp kaynatıp karışımlarını saçına, yüzüne süren anneannemle dalga geçerdik, artık hepsinin daha iyisi var diye ona şık ambalajlı kremlerimizi gösterirdik. Şimdi pek çok havalı spa, doğal bitkilerden kendilerinin hazırladıkları karışımları, kredi kartlarımızdan kıvılcımlar çıkararak önümüze koyuyor.

Tabii bu şehirde böyle. Doğallığını hiç bozmamış yerler de var. Benim keşfettiklerimin içinde en favorim daha önce de bahsettiğim Bademler Köyü. Bizim kızlar da hazır Teos'tayken, pazar sabahı öncelikle Bademler Köyü'nün yolunu tuttuk.

Tertemiz köyde pazar günleri kurulan ve köylülerin bahçelerinden topladıklarını sattıkları pazarda gezindik ve alışveriş yaptık. Herkes kendi bahçesinden topladığı bir avuç ürünü getirdiği için burada kilolarca yok hiçbir şeyden. Her şey azar azar, her şey doğal, ayrıca her şey ucuz. 














Pazar alışverişimiz bitince, yine bir o kadar temiz ve keyifli bitişik köye geçtik, Turgutlu Köyü. Köy meydanında, Atatürk heykelinin karşısındaki kocaman bahçeli kahvede güzel bir gölge masaya kurulduk.


Önden çaylar geldi, peşinden zeytinyağlı gözlemeler, ardından bütün masa doldu. Reçeller, peynirler, domatesler, salatalıklar, sahanda yumurtalar...


Ayrıca bu yöreye özgü iki şey tattık. Biri aşağıda tavanın içinde gördüğünüz şey, adı Tortu. Süt köpüğünün zeytinyağında kızartılması ile yapılıyor. Görüntüsü çok iştah açıcı görünmüyor; ama tadı çok lezzetli.

İkincisi de şimdi adını hatırlamadığım, zeytinyağı ve kırmızı biber ile servis edilen yoğurt ile peynir arasındaki kahvaltılık:


Kahvaltı kadar ilgi çekici olan bir şey de köpeğe aşık bir kediydi. O kadar tatlılardı ki, güzelim kahvaltı sofrasını bırakıp onların peşine düştüm.



Köy fasıllarını bitirince, denizimize geri döndük. Kendimize kuytuda bir yer seçtik, pazardaki teyzelerden aldığımız kabak çiçeği dolmaları ile sarmaları mideye indirerek, güneşin tadını çıkardık.



Kimbilir belki de bir gün, gerçekten betonlardan kaçıp, temiz ve doğal hayatlar sürmeye başlayacağız...

Pinterest'im

Instagram'ım