29 Ekim 2014

Roma'da endorfin için istikmet Porta Portese, Suppli için Pizzarium

Sabahın beşinde alarmlarımız çalmaya başlıyor. Hiç ertelemeye almadan, yataktan fırlıyoruz; çünkü o alarmlar Porta Portese için çalıyor. Şimdiye kadar gördüğümüz ve bildiğimiz en büyüleyici pazar için...

Daha hava karanlıkken evden çıkıyoruz, bir taksiye biniyoruz, "Porta Portese" diyoruz. Taksici yüzümüze garip garip bakıyor, "Pazar yok ki." diyor. Eyvah! Roma'ya gelmek için her zaman bir sürü sebep bulunabilir; ama bizim bir kere daha Roma'ya gelmemizin asıl sebebi gerçekten Porta Portese.

Yok ne demek! O güzelim çantaları nereden bulacağız? Kucağımızda antika avizelerle uçağa binemeyecek miyiz?  Fiyatının arkasında üç sıfır olmayan kuzu derisi montlar yok mu yani? Sabahın beşinde hiç homurdanmadan bizi yataktan kaldıran, enerji bir anda çekiliyor vücudumuzdan.

"Nasıl yok?" diye soruyorum korka korka. Artık kurulmuyor mu? Bir resmi tatile mi denk geliyor? Başka bir yere mi taşındı?

"Hayır, bu saatte kurulmaz ki pazar. Sekizde filan gitmeniz lazım." diyor. Rahatlıyoruz, ağzımız kulaklarımıza çekiliyor. Türkçe "Salak! Bilip bilmeden konuşup, ödümüzü kopardın."; İngilizce olarak "Gidelim." diyoruz.

Çünkü biliyoruz, en güzel parçalar sekize kadar silinip süpürülüyor. Ne kadar erken o kadar iyi. Biz o tezgahlara ilk elini süren olmak istiyoruz. En güzelleri başkaları seçtikten sonra işimiz yok pazarda.


Pazar bir sınav. Pazar, sabrını, pazarlık yeteneğini, ürünün kalitesinden anlama kabiliyetini, defoyu şahin gibi yakalayabilme kapasiteni ölçen bir sınav. Sınavdan başarıyla geçersen, başka kimsede olmayan, harika güzel parçaları, oldukça uygun fiyatlara yakalamış oluyorsun. Çuvallarsan ya "Ay burada da hiç bir şey yok." diye homurdanıyorsun, ya da saçma sapan hiç kullanmayacağın parçalar almış ve gereksiz para harcamış oluyorsun.

Porta Portese ise, bu sınavın en zorlularından. Bir kere, çok ama çok büyük bir pazar. Bütün tezgahlara zaman ayırmanın imkanı yok. Çin malı ürünler, İtalyan parçalar, eskiler, yeniler, kaliteliler, dandikler hepsi bir arada sergileniyor. Eğer seçme yeteneğin varsa, burası gerçekten bir vintage mekkesi.


Daha güneş yeni yeni doğarken, her tezgahın başında insanlar teşhirdeki eşyaları kurcalamaya başlıyor. Bizim ilk el attığımız tezgah bir çantacı, henüz karanlıkta, ne renk olduğunu bile anlamadan çantaları incelerken, "Halimize bak." diye kahkahalar atarak güne başlıyoruz.











Roma'ya ayak basan herkesin bence bir pazar gününü Trastevere'de kurulan bu pazara ayırması gerekiyor. Çünkü;

* Gerçek deriden harika çantaları en çok 50 Euro'ya alabilirsiniz. Bugün deri bile olmayan ortalama çantaların fiyatlarını düşünürseniz, bu harika bir fiyat. Üstelik de çantanızın benzeri bile kimsede olmayacağından, her yerde elinizdeki çantaya bakan ve hatta nereden aldığınızı soran yüzlerce kadın olacak. Deneyimle sabittir.

*  Kış düğünlerinde şıkır şıkır elbisenizin üstüne trençkot gerçekten olmuyor, kürk alabilirsiniz. Hayvan hakları diye cırlamayın hemen, sahtesinden alın. O kadar ucuzlar ki, giymeseniz bile riske atabilirsiniz.

* Şehir merkezin turistik mağazalarda satılan Çin malı ıvır zıvırların hepsini burada çok daha ucuza alabilirsiniz.

* Evinize hoş ve sıra dışı bir aksesuar kapabilirsiniz. Kaşıklar, tablolar, avizeler...

* Fotoğraf çekmek için harika bir ortam sunuyor.

* Pazar sabahı Roma'da yapılabilecek daha iyi bir şey yok.


Pazarda yorulunca, hemen pazarın kenarında kurulan Taja e Coci'ye oturuyoruz. Birer kahve yudumlayarak, pazarın kalabalığını birkaç adım geriden izlemek de keyifli oluyor.

Sonra kendimizi yine pazarın kollarına bırakıyoruz.


Bir yerden sonra aldıklarımızı taşımak çok zor geliyor. Yolun kenarından bir market arabası kapıp, ganimetlerimizi içine dolduruyoruz. Pazarda gezinenlerin çoğu oraya oldukça sık gelen İtalyanlar. Bir veya iki parça alıp çıkıyorlar. Biz gözümüz dönmüş halde, elimizde market arabası pazarın sokaklarında yürürken, insanların bize bakışları gerçekten görülmeye değer.

Alışverişimiz bittikten sonra, çıkışta bir kenarda duruyoruz, market arabamız ile. Taksi ile mi gitsek, tramvaya mı binsek diye düşünürken, bir bakıyoruz, adamın biri bizim market arabasının içine eğilmiş, eşyalarımıza bakıyor.  Tam o sırada bir kadın da annemin elindeki montuma el atıyor. Annem atmaca gibi kadından montumu kurtarıyor. Ardından kahkahalarla gülmeye başlıyoruz.  Market arabamızın içindeki eşyalarla bizi satıcı sanıyorlar!!



Hemen pazar ganimetimize elini daldıranları savuşturup, pılımızı pırtımızı toplayıp bir taksiye atlıyoruz. Eşyalarımızı eve bırakıp sonra yine kendimizi sokaklara vuruyoruz. Herkes dönüp dönüp bize bakıyor. Alışveriş ile endomorfin salgılarımız zirve yapmış olmalı. :)


Çok açız, sevgili Buket'in benimle paylaştığı Parla Food'da pazar günleri açık restoranlar listesi bulmuştum, o listeyi açıyorum. Pizza ilgimizi çekiyor ve Pizzarium'un yolunu tutuyoruz.

Metro hattında Cipro durağında indikten sonra birkaç adımda Pizzarium'a ulaşabilirsiniz. Via della Meloria 43 numarada bulunuyor. Gitmesi kolay; ancak yemeğe ulaşmak o kadar hızlı olmuyor; çünkü önünde upuzun bir sıra var. Buradan pizza, suppli, taze ve organik meyve suları ve bira alabiliyorsunuz. İçeride masalar yok, seçtiklerinizi aldıktan sonra, kapının önündeki minik taburelerin üstüne tüneyip, yemeğinizin keyfini çıkartıyorsunuz.



Niyetiniz gerçek bir İtalyan pizzası yemekse, buranın en doğru adres olduğunu söyleyemem. Pizzanın ana vatanı Roma değil, Napoli zaten, atlayın bir hızlı trene, Napoli'ye gidin, Da Mighele'de pizza deneyin.

Pizzarium'daki, daha çok Milano'da bulunan, en güzellerini Princi'nin yaptığı kalın hamurlu, seçtiğiniz parçanın gramı ölçülerek satılan kare pizzalardan. Ama buradaki suppli gerçekten leziz. İstanbul'daki restoranlarda risotto topu olarak servis edilen anlamsız atıştırmalıkları unutun, alakası yok.

Özellikle bal kabaklı ve mantarlı olanı şiddetle tavsiye ediyorum. 




Keşfederek kalın!

Hiç yorum yok:

Pinterest'im

Instagram'ım