31 Ocak 2015

Not Defterim: Boyhood, Whiplash, Masaj, Delicatessen, Origami, Sağlıklı Wrap


Cumartesi. Üstümde sabahlığım. Yanımda french press dolusu sabah kahvem ile içine muz dilimlenmiş bir kase granola. Ocak ayının son günü. 

Haftasonu gümbür gümbür başlamadan önce blog yazmak, ocak ayı boyunca oradan oraya koştururken, kaşla göz arasında uğradıklarımdan, yaptıklarımdan, keşfettiklerimden bahsetmek için harika bir fırsat. 

1) İzleyin: Whiplash ve Boyhood

Haftasonunu koltuğa yayılarak geçirmek isteyenler için iki harika film önerisi ile başlayalım. İkisi de Oscar adayı. Yani önümüzdeki günlerde daha çok konuşulacaklar, hem yabancı kalmamak, hem de güzel zaman geçirmek için izleyin.

Boyhood'u, bugüne kadar izlediğimiz filmlerden ayıran en temel şey, 12 senede çekilmiş olması. Akan zamanda, farklı oyuncuları kullanarak aynı karakterlerin farklı yaşlarını yansıtmak yerine, aynı oyuncularla her sene bir araya gelerek filmi çekmişler. Boşanmış bir çiftin ve onların çocuklarının hikayesini anlatıyor. Olay örgüsü ve kurgudan ziyade, karakterlerin büyümesini ve yaşlanmasını izlemek çok etkileyici. Film bittiğinde, her bir karaktere kendinizi çok yakın hissediyorsunuz.


Whiplash ise geriyor, etkiliyor, heyecanlandırıyor, düşündürüyor ve vuruyor. Film bittiğinde, evdeki koltukta çılgıncasına alkışladım. 

Baş kahramanımız Neyman, New York'taki Shaffer Müzik Konservatuarı'nda eğitim alıyor ve etrafındaki herkes davulculuk tutkusuna burun kıvırırken, o bütün hayatını davula adamaya hazır. 

Canla başla çalışırken, konservaturdaki sıra dışı bir eğitmen Fletcher'ın ekibine girme şansı yakalıyor. Fletcher, sıra dışı bir karakter. İnsanların limitleri zorlanmadan ortaya sıra dışı bir iş çıkaramayacağını düşünüyor. Bu yüzden de öğrencilerini hem duygusal, hem de fiziksel olarak anlamda sonuna kadar zorluyor.


Kült olabilecek çok sayıda sahneyi içermesinin yanı sıra, olabilecek en harika final sahnesine sahip. Çok ama çok iyi.


2) Şımarın: Masaj

"Bana yalnızca bir saat ver."

Hayatta tükendiğim, yorulduğum, omzuma ağırlık çöktüğü zamanlarda gerçekten bana en iyi gelen şeyin masaj yaptırmak. Hem vücuduma, hem de ruhuma iyi geldiği için, artık düzenli olarak ayda bir kere masaja gitmeye karar verdim.

Bu ay, Rumeli Caddesi'ndeki Nişantaşı Spa'yı denedim. Mum ışığı ile aydınlanmış bir odada, canımı acıtmadan, bir saat boyunca omzumdaki bütün kulunçlar açıldı, vücudum ovuldu, kafa masajım yapılırken, cildim kil maskesi ile arındı. Gerçekten hem masajdan, hem hijyenden, hem de yaklaşımdan oldukça hoşnut kaldım.

Kaldı ki masaj, nerede nasıl olursa olsun, harika bir şey. Kendinizi şımartmak için olağan üstü bir şeyler olmasını beklemeyin. Ocak ayında işe gittiniz, sorunlarla uğraştınız, yoruldunuz ve bir hediyeyi hak ettiniz bence. :)


3) Yiyin: Delicatessen Simit Tabağı

Nişantaşı'nın nispeten sakin bir kısmında konumlanmış klasiklerden biri olan Delicatessen'ın yolunu kahvaltı için tuttuk. Pancake ile simit tabağını denedik. Pancake, çok şık görüntüsüne ve lezzetine rağmen, çok ağırdı. İnsan doymasa da kesiliyor, yemeğe devam edemiyor.

Eski kaşar ve incir reçeli ile servis edilen simit ise gerçekten harika. Bu tabaktaki eski kaşar da çok iyi, peynir ile incir reçelinin uyumu da.

Ama sonuçta yediğiniz şeyin simit olduğunu ve sokakta 1 TL'ye satıldığını düşününce, fiyatı biraz yüksek. Ya onu güzel atmosferine sayın, ya da oturun aynısını evde kendiniz yapın :) 


4) Yapın:  Peçeteden Kelebek 

Geceleri uyumak yerine uğraşacak başka bir şey bulma konusunda olağan dışı bir yeteneğim var. Uyku saatim gelse de, bir türlü uyumak istemiyorum. Ve bu anlarda kafayı takabileceğim şeylerde de sınır tanımıyorum.

Yine bir gece, sırf yatağa gitmemek için, peçeteden kelebek yaptım. Bir işinize yarar mı bilmiyorum; ama yapılışı oldukça basit.



5) Kullanın: Garnier Şampuan

Gittiğim ülkelerde son güne yakın market alışverişi yapmak da olmazsa olmazlarımdan. Ne beğenirsem, neyi merak edersem alıp geliyorum. Garnier'ın avokadolu şampuanını da İtalya'dan almıştım. Bu kadar iyi olduğunu bilsem gerçekten bir tane ile kalmazdım. İtalya'ya yolum düşerse yapılacaklar listemde artık "şampuan almak" da var. Çünkü bu şampuanı ne Türkiye'de, ne de daha sonra gittiğim Almanya'da bulabildim. 

Bir yerde bir şekilde denk gelirseniz sakın atlamayın - hatta bana da alın-, saçınızı yıkarken çok köpürmediği için temizleniyor mu acaba endişeleniyorsunuz; ama sonuç kuaförlerde dünya kadar para verip yaptırdığım bakımlarda daha iyiydi. 


Banyo dolabımı düzenlerken, sürekli duş jeli ve şampuan aldığım ile yüzleştim. Bitmeden sürekli yenilerini aldığım için yarısı dolu onlarca şişe birikmişti. Yepyeni kural koydum kendime: "Evdeki bir şey bitmeden, yenisi alınmayacak." Bu sayede bu ay dibini gördüğüm ikinci ürün de Marks&Spencer'ın duş jeli. Baş aşağı tasarlanmış şişesinin pratikliği ve şıklığına inat, kokusu hiç kalıcı değil. Aklınızda olsun.

6) Mutfağa Girin: Sağlıklı Wrap

Malum artık dışarıdan yemek siparişi vermemeye çalışıyorum; ama öyle sarmalar dolmalar yapmaya da zamanım yok. Tembel ve sağlıklı akımdan yanayım. 

Bu hafta yaptıklarımın arasında en lezzetlisi sağlıklı wrap oldu. Kepekli tortilla ekmeğinin içine, biraz krem peynir sürüyorsunuz. Bir dilim hindi füme, haşlanmış ve suyu süzülmüş kabak dilimleri ve kapari ekleyip, sarıyorsunuz. İkiye bölüp bir de kürdanla tutturdunuz mu hazır. 

Evde misafir ağırladığınız zamanlarda atıştırmalık bir şeyler olması için de oldukça pratik. 



Keyifle kalın!

29 Ocak 2015

Urfa, lahmacun ve şıllık ile bize komşu geldi: Ar-Ruha

Son zamanlarda, İstanbul ile ilgili hangi dergiye elimi atsam, hangi bloga tıklasam Teşvikiye'nin adı, daha önce hiç olmadığı kadar sık karşıma çıkıyor. 

Nişantaşı, bütün özgünlüğünü kaybedip zincir restoranlar ile cafeler tarafından işgal edilirken ve malesef rezervasyonsuz oturacak yer bulmak imkansız hale gelmişken, Teşvikiye, çok daha özgün, butik ve samimi mekanlarla donanmaya başladı.

O civarlarda oturduğum için, bu en çok benim işime geldi. Arkadaşlarımla  buluşmak için, taksiyle uğraşmaktan da, trafik var mı acaba diye tasalanmaktan da kurtuldum. Yokuşu tırmanıyorum, her şey ve herkes orada!

Bunların içinde bir tanesi var ki, gönlümdeki yeri ayrı.


İstanbul'da et konusunda enteresan bir durum var. Konu, pirzola, steak, antrikot, lokum filan oldu mu, bunları şahane yapan bir sürü restoran var. Ama kebap, lahmacun peşinde koşarsanız, lezzet yerlerde sürünüyor. Ya fazla yağlı, ya kokulu, ya da çok baharatlı oluyorlar. Doğu, insanın burnunda tütüyor.


Ar-Ruha'nın lahmacunu, dillerden düşmezken, ne yalan söyleyeyim, ben beklentilerimi çok minimal tutarak gittim. "Sahipleri Urfalıysa Urfalı canım, sahibi Adanalı ne kebapçılarda ne kötü kebaplar yedim ben." diyordum. 

İçerideki fırını ve içinde pişen lahmacunu gördüğüm anda ise o minimal beklentimi dizginleyemedim. Çünlü tiril tiril giyinmiş bir personel, incecik açılmış lahmacunları tek tek, cayır cayır yanan bir ateşin yanına konduruyordu.



Lahmacun önüme geldi. İncecikti, gevrekti, tam kıvamında pişmişti, eti kokusuz ve lezzetliydi. Kuzu etinden yapılan kıyma ile hazırlanmıştı. Üstelik gönlümce koparta koparta yiyebiliyordum, öyle yağ filan damlamıyordu. Bayıldım.

O günden beri, babama, kardeşime, patronuma herkese şiddetle tavsiye ediyorum: "Ar-ruha'ya gidin, lahmacun yiyin. Çok iyi." Hatta Mr. Feelgood'u yoldan çıkarıp, eve de sipariş veriyorum. 

O yüzden siz de, pide üstünde yağlı kötü etleri lahmacun diye yemekten vazgeçin, gidin Ar-Ruha'da 8TL ödeyin ve gerçek bir lahmacun yiyin. 

Et yemeyenlerdenseniz, vejeteryan bir lahmacun da yapıyorlarmış, ben etlisi varken onu tercih etmedim tabii; ama o fırında pişen bir şeyin kötü olamayacağı zaten açık.


Peki Ar-Ruha'da ne farklıydı, neden diğer yerlerde bu kadar güzel lahmacun yoktu? 

Bu sorumun cevabını sahipleri ile tanıştığımda anladım: Mahmut Cevheri ve Ömer Karahan. 
Asıl işleri restoran işletmeciliği değil, asıl geçim kaynakları da bu iş değil. "Zaten biz kendi misafirlerimizi ağırlamak için sürekli bir yerlere yemeğe gidiyorduk. Bir türlü de yediklerimizi beğenmiyorduk. Güzel bir lahmacun yedirelim. Kendi misafirlerimizi de burada ağırlayalım diye yola çıktık." diye özetliyorlar Ar-Ruha'nın hikayesini. 

Bu arada, Ar-Ruha da Urfa'nın eski isimlerinden biriymiş. 


Sıkça gördüğümüz üzere sırf bir restoranımız var demek için açıp, basıp gitmemişler de üstelik. Aksine gerçekten oradalar, işin başındalar. Üstelik ailecek. Her şeyi tadıyorlar, herkesi karşılıyorlar, sosyal medya hesaplarını bile yönetiyorlar. 

Zincirleşmek veya başka şubeler açarak büyümek gibi bir niyetleri yok, Ar-Ruha tek kalacak. Yalnızca lahmacunu başka semtlere de taşıyabilirlermiş. 

Evet lahmacunu çok lezzetli, çok ön planda; ama Ar-Ruha'da yalnız lahmacun varmış gibi davranmak da büyük haksızlık olur. 


Yoğurt çorbası gerçekten çok lezzetli. Evin hanımının tarifi, aynen restorana alınmış. Yediğiniz zaman, çok farklı bir tat alacaksınız, sebebi "sade yağ". Baklavalarda kullanılan yağmış bu sade yağ, Ar-Ruha'daki direk Urfa'dan geliyor.

Babama sordum, "Sade yağ ile baklava yapan baklavacı bile bir iki tane kaldı, has yağdır" diye onayladı. 


Söğürme, patlıcan ve etten oluşuyor. Pidenizi içine bandıra bandıra yiyorsunuz. Olağanüstü bir şey. Benim kesinlikle en favorim bu oldu. Urfa, bizim buralara kadar gelmişken, bunu atlarsanız yazık olur.

Bir de tava kebaplardan tattım. Soğan kebabı, üzerinde nar ekşisi gezdirildikten sonra fırına verildiği için, çok güzel bir renkte ve mayhoşlukta çıkıyor. Patlıcan kebabı ise, güzel et ile yapılınca gerçekten harika oluyor. 



Kapanış için kabak tatlısı ve ayva tatlısının arasından sıyrılan bir tatlı var: Şıllık Tatlısı. Tepside taşırken, akışkan kıvamı ile dağılmaya çok müsait olduğu ve bir türlü yerinde durmayıp sağa sola oynadığı için bu ismi almış. 

Çok lezzetli olduğu kadar, çalan telefonlarda "Ne yapıyorsun?", "Şıllık yiyorum." gibi diyaloglara da vesile olduğundan neşe veren veren bir tatlı. 


Hepimizin dilinde dolanır durur. "Bir Urfa'ya gitsek. Off, yemeğe doysak." Urfa'ya yine gidin tabii, Harran filan şahane; ama misafirperverliği ile lezzetleri burnumuzun dibindeyken, bir an önce onlarla tanışın. Bana sorarsanız, bir gün gidip yoğurt çorbası ile lahmacun; bir gün gidip söğürme yuvarlayın.

Hem kimbilir, belki ben o sıralarda marketten, ofisten filan çıkmış, oradan eve yürüyor olurum. "Haklıymışsın, çok lezzetli." diye seslenirsiniz, bir parça almak için masanıza eklenirim.

Lezzetle kalın!

27 Ocak 2015

I'm not perfect. Never have been, never will be.

Kabul etmeliyim ki, ben her zaman sıradan olaylara dahi anlamlar yüklemeyi sevenlerdenim. 

Karşıma çıkan hiçbir insanın tesadüfen çıkmadığına, daha sonra farkına varacağım bir sebebi olduğuna inanırım, olup biten şeylerden kendimce bir takım mesajlar çıkartırım...

Zehirlenmemden de bundan elbette ki nasibini aldı. 

Sonuçta zehirlenen tek insan elbette ki ben değilim, muhtemelen çevremdeki herkes en az bir kere zehirlenmiştir. Ama ben buna da anlamlar yükledim, dersler çıkardım, hayatımda bazı değişikliklere vesile yaptım. 

Sonuçta ne mi oldu? Beslenme ve yeme alışkanlıklarımı değiştirdim gibi büyük laflar etmek için henüz çok erken. Ama bazı şeylerin farkına vardım.


Bu aralar etrafımdaki herkes ve her şey, inanılmaz ilham verici. Belki de zaten hep öyleydi; ama benim aklımda hep yapmam gereken şeyler ve yetişmem gereken yerler vardı; bunun farkına varamıyordum. Belki de, insanları uzun zamandır 'gerçekten' dinlemiyordum bile... Zorunlu olarak yavaşlayınca fark etmeye başladım ki, aslında herkes bana gün içinde inanılmaz güzel şeyler anlatıyordu. 

Bugün ofiste bir arkadaşım Amazon'dan gelen paketinden çıkan nefis görünüşlü kitabı göstererek, neşesini bizimle paylaştı. Normal koşullar altında, o gün ofisten çıktıktan sonra gitmem gereken bir plan olurdu, o yüzden bir an önce önümdeki işleri yetiştirmek için, önümdeki iş dışındaki her şeye kısa süreli ilgi gösterip işime geri dönerdim.

Bugün herhangi bir planım yoktu; çünkü hala dışarıda yemek yemekten veya alkol tüketmekten ölümcül biçimde korkuyorum. Dolayısıyla işimin biraz uzaması ve planladığımdan biraz daha geç çıkmam, herhangi bir sıkıntı yaratmayacaktı. Kitabı aldım, biraz karıştırdım, sorular sordum. İsa ve Buda'nın bugünkü hayata ışınlanmış, seyahat eden hallerini anlatan bir mangaydı. Oldukça da ilgi çekiciydi. 


Akşam marketten gelmiş, aldıklarımı buzdolabına yerleştirirken, kardeşim ile laflıyorduk. Konuştuğumuz bir şey çağrışım yaptı, bu mangadan bahsettim. "Aaa, ben de geçenlerde bir yerde okudum, senenin en iyi animelerinden biri olarak gösteriliyordu o!" dedi. 

Kardeşimin kelimenin tam manasıyla, anime içinde kaybolduğu ayları biliyorum. Bugüne kadar hiç ilgimi çekmemiş, en ufak bir merak duymamıştım. Ki her şeye meraklı olduğunu iddia eden bir insanım. "İngilizce alt yazılısını bulabilir miyiz?" diye sordum. 

On dakika kadar sonra birlikte koltukta kurulmuş "Saint Young Men"in ilk bölümünü izliyorduk. Özellikle de İsa'nın bir blog yazdığı ve Buda'ya bunu "Aynen peygamberlik gibi, kendine takipçiler topluyorsun." diye anlattığı kısımda kahkahalarım gerçekten evde yankılanıyordu. 


Bölüm bittikten sonra, yine aklımda yapılacaklar uçuşmaya başladı. Yatağımın başucunda okunmayı bekleyen onlarca kitap vardı, ojelerimi değiştirmeliydim, uzun zamandır blog yazmamıştım, çarşaflarımı değiştirmem gerekiyordu... Ve tabii ki listem her zamanki gibi sonsuza kadar gidiyordu. 

"Dur." dedim kendi kendime. "Yine başlama. Duşa gir, yağlan, bünyeni hemen zorlama, yatağa gir." 

O sırada blogun bana kazandırdığı güzel insanlardan biri olan Tuğçe'nin yazdığı yorum geldi aklıma. 

"Zihnini yine zihinle sakinleştirmeye ve yavaşlatmaya çalışma. Yani artık şöyle yapmalıyım, şunu yanlış yapıyorum, ben onu nasıl yaparım gibi düşünme. Zaten doğal halimiz sakin, sağlıklı ve mutlu olmak üzerine. Ekstra çaba göstermeyip fazlalıkları eklemezsen, vücudun da ruhun da kendi yolunu bulur."

Bunu nasıl yapacağımdan emin değildim. Biraz daha detay ve yardım almak için kendisiyle bir kahve içmeye ihtiyacım vardı. Ama okuduğum anda sevmiştim, "Zihnini yine zihinle sakinleştirmeye çalışma." cümlesini.

Koltuğun ucunda gergin, hemen kalkmaya hazır halde beklediğimi fark ettim. İstediğim şeyse, arkama yaslanıp öylece durmaktı. Yaslandım, durdum. Nasıl ve neden bilmiyorum ama ağzımdan şu cümle çıktı: "Kurabiye yapalım mı?"



Az sonra kardeşim ile birlikte kurabiye ile alakalı olabilecek her türlü şeyi tezgaha dizmiş, başında dikiliyorduk. Ve başladık. Yaptıkça yapasımız geldi, fırına üç tepsi hamur girdi, evi mis gibi kokutarak çıktı.



Fındık ezmeliler, vanilyalılar, kakaolular, üzümlüler... Tavşanlar, ayılar, kalpler, yıldızlar...





Sonuçta kurabiyeler hem harika görünüşlü, hem de leziz oldu.

Özellikle ayıcıkları ben çok sevdim. Üstelik yapması da gerçekten çok kolay. Bardağın ağzı ile açtığınız hamurdan yuvarlakları kesiyorsunuz. Sonra elinizle üç top gibi hamur yuvarlayıp, ikisini kulak, birini burun olarak üstüne yapıştırıyorsunuz. En son olarak da bir parça hamuru bol kakao ile siyah hale getirip, burnunun ucuna ve göz olarak ekliyorsunuz. Evde küçük çocuğu olanlar için oldukça eğlenceli bir aktivite olabilir bu ayıcıklar. Üstelik de akşam uyumadan önce bir bardak süte, eğlenceli arkadaş olurlar. :)

Sonuçta aklımdaki yapılacaklar listesindekilerin hiçbirini yapmadım, şu anda yağmurdan delirmiş saçlarım ile darmadağınık bir tezgahta bilgisayarıma yer açmış bu satırları yazıyorum; ama New York'tan beri abla kardeş başbaşa geçirdiğimiz en keyifli zaman oldu. 

Kurabiyelerimizin altına annemden gelen yorum "Avukat mühendis olmak filan hikaye... Kurabiye yapabilmek... İşte hayatın sırrı. Devamını özlemle bekliyorum." oldu. 

Evet bir sürü şey kotarmaya çalışmak, insanın kendisi ile yarışması harika. Bundan tamamen vazgeçecek değilim. Ama kurabiye yapmak da harikaymış. Sahi siz en son ne zaman kurabiye yaptınız? 

24 Ocak 2015

happiness looks gorgeous on me

İki günde bir yazma kararımda fena halde çuvalladım. Ama haklı bir nedenim var.

Hayatımda çok uzun süredir tek derdim "daha fazla şey" yapabilmekti. Her yerde olmak istiyor, üç kişinin hayatını birden yaşamaya kalkıyordum.

Bir yandan oldukça yoğun biçimde çalışıyor, her gün mesleki bilgimin üstüne bir şeyler ekleyebilmek için didinerek günü kapatıyordum. Mesai saatim bittikten sonra, eve gidip dinlenmek yerine, bütün gün çalışmamışım gibi, istikametime bağlı olarak kıyafetlerimi değiştirip, kameramı çantama atıyor ve sokaklara vuruyordum kendimi. Sergiler, restoranlar, etkinlikler, konserler, filmler, partiler...

Bütün bunların yanı sıra, düzenli biçimde blog yazmak için çabalıyor, dış görünüşümün iyi kalması için gerekli bakım ritüellerini yapıyor, arkadaşlarımın özel günlerinde yanlarında olmaya çalışıyor, sevgilime zaman ayırıyor, evi yeterince olmasa da çekip çeviriyor, sık sık seyahatlere çıkıyordum.

Sürekli yeni şeylere merak salıp, yeni projeler için heyecanlanıp, günde 5-6 saat uykuyla oradan oraya koşturuyordum. Böyle yazınca şikayet ediyormuşum gibi oluyor; ama tam tersine. Bu tempoya bayılıyordum ve halimden hiçbir şikayetim de yoktu. "Nasılsın?" sorusuna hep "Bomba gibi." diye cevap veriyordum. Gerçekten de ne kadar fazla şey yaparsam, yatağa yattığımda o gün içinde yaptıklarımdan ne kadar tatmin olursam, kendimi o kadar iyi hissediyordum.

Bir çeşit uyuşturucu gibi. Her zaman daha fazlasını istiyor insan. Bir şeyler yaptıkça ve kotardıkça, bir doz daha arttırmak istiyorsun, var olanı kesmiyor. Daha fazla... Daha fazla...

Ve hiç yetmiyor.



Derken güm! Tuvalet ile yatak arasında mekik dokuyarak geçen bir salı gecesi.  Daha önce başıma hiç böyle bir şey gelmemişti. Ölüyorum sandım.

"Domuz gibi."diye tabir edilenlerdenim ben. Hasta olmam, ilaç kullanmam. Başım ağrıdı mı kahve içerim, boğazım ağrıdı mı uyurum, geçer. Düzenli olarak vitamin alırım sadece o.  Çalıştığım iş yerinde iki senedir bir kere bile hastayım diyerek işe gitmemişliğim yok. Arkadaşlarımı da sık sık "Ay ne kadar sık hasta oluyorsunuz.", "Bu kadar çok ilaç kullanmayın.", "O kadar çok antibiyotik kullanılmaz." diye eleştirip sinir ederim.

Yataktan kafamı kaldıramadığım ve kesinlikle hiçbir şey yiyemediğim, yalnızca soda ve şekerli su ile beslendiğim bir günün sonunda ertesi gün "Tamam artık iyileştim, iyiyim." diye gaza gelip ofise gittim. Akşam her şey sil baştan. O kadar basit değilmiş!

O zaman anladım ki, ben hasta olmayı bilmiyorum. Evde oturmayı bilmiyorum. Halsiz olmayı bilmiyorum. Bakımsız olmayı bilmiyorum. İnsanlar beni o halimle gördüğünde kendimi mahçup hissediyorum. Hiçbir şey yemeden, ara sıra kalkıp biraz kitap okuyarak ve mesajlarımı cevaplayarak kaç saat uyudum bilmiyorum. Rüyalarım gerçeklere, gerçeklerim rüyalarıma karıştı. Her şeye karşı şevkim kaçtı, bilincim kayboldu.

Sanki hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bir uyku hali... Değil daha fazla bir şey yapabilmek, tek arzum bir şeyler yiyebilmek, saçımı yıkayabilmek, yastıktan kafamı kaldırabilmek oldu...



Sonunda bu sabah iyi uyandım. Yataktan kalkacak enerjiyi kendimde buldum. Duşa girmek ve kahve içmek gibi, olağan hayatımı yaşarken, anlamını ve güzelliğini fark edemediğim her şeyden sonuna kadar keyif aldım.

Ben hep daha fazlasının peşinde koşarken, "Sağlık olsun yeter." diyen anneanneme burun kıvırışlarım, içten içe "Bana yetmez." diyişlerim geldi aklıma. Utandım.

Benim hayatımda hep böyle olmuştur. Hayat bana mesajlarını hep çok sert vermiştir.

Üniversiteden mezun olmam, bir süre başka mesleklerde çalıştıktan sonra avukatlığa dönme kararı almam, şuursuzca ve çılgınca aşık olduğum adamlarla ilişkilerimi bitirmem, haftanın her günü sabahlara kadar süren gece hayatıma son vermem hep böyle kendimi bir anda dipte, çaresiz bulmama neden olan olayların sonucudur. İçlerinde bıçak dayayarak çantamın içinden cüzdanım ile telefonumun alınması da var; kendimi ameliyattan çıkmış hüngür hüngür ağlayarak bulmam da...

Ve bunu da yine bir mesaj olarak alıyorum. Ne zamandır dilimde olan "Daha sağlıklı yaşama"yı hayata geçirme, daha az dışarıda yemek yeme, yediğine dikkat etme, zaman zaman yavaşlama, vücudu dinleme zamanı...

Biliyorum, hepimiz unutuyoruz; ama hatırlayın, bugün için havalı planlarınız olmasa da, yataktan kalkabildiğiniz için bile çok şanslısınız!

"Sağlıkla" kalın!


20 Ocak 2015

Divan Brasserie Bebek

Yaz aylarında sahil hattını ne kadar seviyorsam, kışın da rüzgarın şiddeti ile şehrin bu kısmı ile arama mesafe koyuyorum. Buna bir istisna olarak, geçtiğimiz günlerde bir iş çıkışında, akşam yemeği için Bebek'teki Divan Brasserie'nin yolunu tuttum. 

Yolda giderken ufak bir araştırma yaptım ve o an beni hayal kurmaya itmekten başka bir işime yaramayacak bir bilgiye ulaştım. Kara ulaşımı haricinde, teknelerin de yanaşabildiği özel bir iskelesi varmış ve rezervasyon sistemi ile çalışıyormuş.

Direk hayallere daldım. Prens Adaları'ndan birinde yaşıyordum, sabah kalkmış ormanda koşmuş, bütün gün kitap sayfalarımın arasında keyif çatmış ve şimdi teknemle buluşmaya gidiyordum. Gerçekte ise, bütün gün çılgın gibi çalışmıştım, yorgunluktan ölüyordum ve trafikteydim.

Kapıdan içeri girdiğim anda ise keyfim yerine geldi. Boydan boya cam kaplı ön cephenin dibindeki masamızdan, Anadolu Yakası'nın ışıkları, ayın aydınlattığı Boğaz ve bize yakın uçuşan martılar o kadar harika görünüyordu ki...



Başlangıcı bal kabaklı çorba ile yaptık. 

Ardından kinoa salatası, keçi peynirli pancar kulesi, bal kabaklı kiş lorraine, zeytinyağlı kabak çiçeği dolması ile dana carpaccio tattık. 

Ana yemek olarak ise, ağır ateşte pişmiş ve patates püresi yatağında servis edilen Dana Kürek, karides, midye ve kalamar içeren Calamarata, kalp şeklinde servis edilmiş Tavuk Schnitzel ve Bonfile Dilimleri aldık. 












Yemek, servis, dekorasyon, arka fon müziği gibi bütün unsurlar, benim aklımda Divan denildiğinde canlanan imaj ile birebir örtüşüyordu. 

Garsonların kıyafeti, kullanılan mobilyalar, yemek tabaklarının tasarımı, "ben buradayım" diye bağıracak gösterişten uzak ama çok şıktı. 

Yemeklerin tamamında kullanılan malzemeler kaliteliydi ve hepsi lezzetliydi. Frapan, alasız ve şok edici içeriklere girmemişler, klasik duruşu korurken, yemek trendlerine risksiz bir saygı duruşu yapmışlardı. 

Biliyorsunuz, bazı restoranlarda bildiğimiz yiyeceklere, aklımıza gelmeyecek bazı malzemeler ekliyorlar. Bu bazılarımızı şaşırtıp hoşuna giderken, bazılarımız için ise katlanılmaz oluyor. Divan'da bu risk yok. Diğer yandan, bu sene yemek trendi olarak her menüye giren, keçi peyniri, bal kabağı ve kino'yı pas geçmeyip, bunları da menülerine dahil etmişler. 

Ben, Calamarata ile Dana Carpaccio'yu pek sevmezken, içine kavrulmuş kaju eklenmiş kino salatası ile zeytinyağlı kabak çiçeği dolmasına bayıldım. Bu ikisini özellikle ve şiddetle tavsiye edebilirim. Üstelik form korumak için de iyi seçenekler. 

Gerçi form koruma derdindeyseniz, sıra tatlılara gelince, kalkıp uzaklaşın. "Bir kaşık alırım sadece." ile kalamayacağınızı garanti edebilirim.








Tatlı olarak biz kahveli tart, kayısılı tart, trileçe, tiramisu ve balkabaklı penne cotta aldık. Hepsi inanılmaz lezzetliydi, masamızda trileçe en çok alkışı toplarken, ben ayrıca tiramisu'ya bayıldım. Gerçekten birebir İtalya'da yediklerim gibiydi.

Kimler Gitmeli? 
Kimin ne yemekten hoşlandığını tam olarak bilmediği misafirlerini ağırlayacak olanlar.
Yemek içeriği ve lezzeti hakkında sürpriz yaşamak istemeyenler.
Sevgilisi ile başbaşa güzel bir manzaraya karşı yemek yemek isteyenler.
Yeni tanıştığı kişi ile derin bir sohbete dalabileceği bir ortamda zevkli seçimi ile onu etkileme niyetinde olanlar.
Değişik yaş gruplarından katılımcılar içeren bir organizasyon ile katılan herkesi mutlu etmek isteyenler.
Kötü ve yavaş servis ile gerilebilecek gününde olmayanlar.

Neler Mutlaka Tadılmalı?
Kinoa Salatası, Zeytinyağlı Kabak Çiçeği Dolması, Dana Kürek, Trileçe ve Tiramisu.





Lezzetle ve keşifle kalın!

18 Ocak 2015

Bedava ve Harika İstanbul -2: İşte Benim Zeki Müren, Non Paris, Beyoğlu Ara Sokaklar

Merhaba güneşli pazar!

Öncelikle "Kendime yeni bir ben lazım: Kendini gözlemle, mutfağa gir, arın!" yazısına gösterdiğiniz ilgi ile takip listesi için attığınız mailler için gerçekten çoook çoook teşekkür ederim. "İyi ki yazıyorsun, bana ilham veriyorsun, ne zaman motivasyona ihtiyaç duysam blogunu açmam yeterli oluyor" gibi cümleler, duyabileceğim en ama en güzel şeylerdi. Hem çok mutlu oldum, hem de daha fazlasını yapmak için gaza geldim. 

Özellikle son dört senede hayatımda çok fazla değişiklik oldu. Ancak şimdi durup geriye baktığım zaman net biçimde görüyorum ki, bunların hepsi kendiliğinden, doğal bir akış içinde, benim herhangi bir irade sergilememe gerek olmadan gerçekleşmişti. Şimdi ise, plan yaparak ve kendi kendimi motive ederek, hayatımda bir şeyleri değiştirmeye çalışıyorum. 

Güzel tarafından bakarsak, düşündüğüm kadar zor değilmiş. Mesela bu hafta içi eve geldiğimde, saat ne kadar geç olursa olsun, kahve ve sigara eşliğinde, bilgisayar başına geçmek yerine, bol su içme molaları ile evimi temizledim. Sonuç harika oldu, Mr. Feelgood "Bu evi bu kadar toplu hiç görmemiştim." derken, yogitam kendisine oturacak ve kahve bardağını koyacak yer açma çabasına girmesine gerek kalmadığı için duygulandı, bu sabah kahvaltı için bana gelen babam şoka girerek "İyi misin kızım? Canını sıkan bir şey mi oldu?" diye sordu. : ) 

Diğer yandan gecenin bir vakti elektrik süpürgesi çalıştırdığım için muhtemelen komşularımdan bolca küfür yedim ve bu blogu biraz ihmal ettim. Ama inanıyorum, hepsini bir düzene yakında oturtmayı başaracağım. 




Daha önce yazdığım bir yazıda, "Kabul ediyorum ki bazı güzel şeyleri deneyimleyebilmek için para şart. Ancak bu bütün güzel şeylerin de pahalı olduğu anlamına gelmiyor. İstanbul'da bedava ve güzel şeyler de var." demiştim. Bu güzel pazar günü için de birkaç öneri ile devamı geliyor.

Non Paris - Laleper Aytek 

Paris'i aklımda yıllarca çok romatik, çok inanılmaz, çok masalsı olarak kurgulamıştım. Avrupa'ya bu kadar seyahat etmeme rağmen, Paris'i benim için çok özel bir adam ile gezmeye karar vermiş, yolum ne zaman o yöne düşse, kenarından köşesinden dolanıp gitmeyi reddetmiştim. Geçen sene iş sebebiyle kendimi bu şehirde bulduğumda ise büyük bir şaşkınlık yaşamıştım. Paris, aklımda canlandırdığımdan çok başkaydı. En beğeneceğimi düşündüğüm kısımlarından nefret etmiş, arkalardaki, aralardaki pek çok kısmına bayılmıştım. 

O zaman fark etmiştim, nedense Paris'e ilişkin aynı imgeler üzerinde çalışılıp, eksik bir Paris anlatılıyordu bize. Bu yüzden de, Fransız Kültür Merkezi'ndeki bu fotoğraf sergisi beni beni adıyla tavladı. 



Laleper Aytekin, 2012 yılında ikinci kere hiç sevmediği bu şehre gittiğinde, arkadaşı Zeynep Avcı ona hem şehri sevdirmeye başlamış, hem de çektiği fotoğraflara ilişkin yaptığı "Sen non Paris çekiyorsun." yorumu ile serginin de adını koyuvermiş. Bu fotoğraflar, Paris dediğinizde aklınıza gelen hiçbir imgeyi içermiyor, kimisi hiçbir yere veya ülkeye ait değilken, kimisi detayları ile buram buram Paris kokuyor.





Benim son zamanlarda en zevk alarak gezdiğim fotoğraf sergisi oldu. 31 Ocak 2015'e kadar, Taksim'deki Fransız Kültür Merkezi'nin içindeki sergi alanında ücretsiz olarak ziyaret edebilirsiniz. 




Ayrıca, Laleper Aytek'in Virginia Woolf göndermeli bir "Kendine Ait Fotoğraf" isimli kitabı varmış, onu da pek merak ettim; ama satışta değil. Elinde olan var ise, ben talibim, aklınızda olsun. 

İşte Benim Zeki Müren - Yapı Kredi Kültür Merkezi 

Aralık ayı boyunca, metroda, havalimanında, oyalanmak için girdiğim kitapçılarda pek çok derginin kapağında Zeki Müren ile burun buruna geldiğimde, "Ne oluyor yahu? Neden bir anda Zeki Müren her yerde?" diye sormuş ve bu sergiden haberdar olmuştum. 



Ancak, bantmag'in aralık sayısında, Murat Meriç'in, serginin küratörü Derya Bengi ile yaptığı söyleşiyi okuyuncaya kadar da sergi hiç ilgimi çekmemişti.

Derya Bengi, bu söyleşide Zeki Müren'in Mick Jagger ile 1977 yazında bir gece Bodrum'da birlikte yiyip içtiği gibi pek çok keyifli bilgi aktarıyor ve "Ortalama bir rockçının sahip olması gereken cesareti ve kafa açıklığını 50'lerden beri gösteren biri vardı zaten, Türkiye'ye rock ruhu Zeki Müren'le girmişti. Rock tarihini Erkin Koray ile değil, Zeki Müren ile başlatsak iyi ederiz." diyordu.





Aynı söyleşideki "Yeni kuşaklar, sadece 80'lerde yaşayan kitsch bir ihtiyar papağan olarak hatırlıyor onu, hayatının son dönemiyle. Sanki 50'li, 60'lı yılları hiç yaşamamış ve o yıllara damgasını çok derin vurmamış gibi değerlendirildiğini düşünüyorum. Biz biraz geriye döndük, en başından o yolculuğu bilenlere hatırlatmak, bilmeyenlere de birazcık tarih nosyonu sunmak istedik." cümlesi ile de o yeni kuşaklardan biri olduğumu ve tarih nosyonuna ihtiyaç duyduğumu kavradım.








Ve dün yogitam ile bu sergiye gittik, kıyafetler, mektuplar, notlar ve fotoğraflar arasında gerçekten gülerek, şaşırarak, keşfederek çok keyifli zaman geçirdik. Aklınızda bulunsun, bu sergi için de son tarih 31 Ocak 2015.

O dönemlerde herkesin Zeki Müren ile ilgili bir anısı olduğu iddiası üzerine bu sabah babama sordum. "Zeki Müren ile herhangi bir anın var mı?" diye. İlkokul yıllarında aynı mahallede oturuyorlarmış, çok net hatırladığı iki şey vardı. Her sabah evden çıkış ve eve geliş saatleri belliymiş, bütün mahallenin kadınları büyük bir coşku ile her gün bu saatlerde kendisini "Zekii zekiii zekii" diye bağıra çağıra uğurlar ve karşılarmış. O da hep inanılmaz kibar ve nezaketle cevap verirmiş. Bir de mahalle efsanesi gibi, yaptığı yardımlar günlerce anlatılırmış. Geçen gün kapıcı bilmem kim beyi çağırmış, şunu vermiş; gece yolda berduş bir sarhoşa şöyle yardım yapmış filan.

Keyifli zaman geçirmek ve Türkiye'nin bundan elli yıl önce şimdikinden ne kadar fazla hoşgörülü olduğu ile yüzleşmek için bence kaçırılmaması gereken bir sergi.



Ve kendinizi Beyoğlu arka sokaklarına bırakın. Sokak sanatı konusunda, her geçen gün zenginleştiğimizi, renklendiğimizi görmek, arka sokaklardaki ironileri takip etmek gerçekten çok keyifli.








Keyifle kalın!

Pinterest'im

Instagram'ım