04 Ocak 2015

Harput: patlıcan söğürtme, soslu kuşbaşı, tarih ve terk edilmişlik.


2015'in ilk yazısı. Birkaç gündür "Ne yazmalıyım?" diye kafa patlatıyordum. Bu sabah fark ettim ki, mükemmel bir yazı peşinde beyin fırtınası yaparken, hiç bir şey yazmadan pek çok gün deviriyorum. Ve hepimizin bildiği gibi "Mükemmel, iyinin düşmanıdır." Zaten yeni yıldan beklentilerim ve kararların hakkında bir yazı yazmış olduğumdan, akışına bırakmaya karar verdim. 

Pazar günü, muhtemelen, sıcacık evinizde keyif çatarken, size Elazığ'dan 400 metre yüksekte bulunan Harput'tan bahsedeceğim. 


Yıllardır her fırsatta Avrupa'ya seyahat ediyor, elime biraz fazladan para geçtiği anda kendimi uçak bileti alırken buluyordum. Sonra Mr. Feelgood ile bir dönem fena halde sardığımız İz Tv belgeselleri ile kendi ülkemde bilmediğim, görmediğim ne kadar çok şey olduğu ile yüzleşmiştim. Böylelikle seyahatlerimin bir kısmını, arkadaş çevremde popüler olan istikametlerden Türkiye'nin doğusuna çevirmiştim. Bu dönemde, bu bölgeye bazı iş seyahatlerimin çıkması da şansım oldu.


Geçen haftalarda bir duruşma için yolum Elazığ'a düştü, işim bittiğinde öğlen olmuştu ve dönüş uçağıma daha uzun saatler vardı. Ufak bir araştırma yaptıktan sonra, Harput'a gitmeye karar verdim.




Harput, tarihte Artukluların başkenti olmuş, Şelçuklular döneminde kültür ve sanat şehriymiş, daha sonra Moğollar tarafından yakılıp yıkılmış, Osmanlılar döneminde yeniden yıldızı parlamış ve Bağdat Yolu'nun uğrak yeri olduğundan, en önemli ticaret ve el sanatları merkezlerinden biri olmuş. Bu gün ise, tepede, yalnız ve tarihi bir kasaba. 


Harput'ta benim ilk istikametim, twitter'dan "Elazığ'da ne yemeliyim?" diye sorduğumda tavsiye edilen Ensar Restoran oldu. 

Bu restoran tarihi Harput Hamamı ile aynı avluyu paylaşıyor ve tabelası da hamamın tarihi kapısının üzerine yerleştirilmiş. 






Masaya oturduğum anda önüme tandır ekmeği ile iki çeşit salata kondu. Ardından da soslu kuşbaşı ile patlıcan söğürtme siparişi verdim. Patlıcan söğürtme, tereyağı ile hazırlanan sıcak patlıcanlı bir meze. Soslu kuşbaşı ise, gerçekten son zamanlarda yediğim en lezzetli etti. Yumuşak, kokusuz, sulu lokum gibi bir et. Buraya yolunuz düşerse, bu soslu kuşbaşını tatmanızı şiddetle tavsiye ederim. 








Karnım doyduktan sonra sokaklarda gezinmeye başladım ve birkaç adım sonra karşıma çıkan manzara harikaydı. Solda Hazar Gölü, karşıda karlarla beyaza boyanmış dağlar, bozkırın ortasındaki kentleşmeye tepeden bakış...









Harput'un en ihtişamlı yapısı, şüphesiz Urartular döneminden kalma Harput Kalesi. Bu kalenin yapımında harç niyetine süt kullanıldığı rivayet edildiğinden, diğer adı da Süt Kale.







Bu kalenin en iyi fotoğraflarını ise, Harput Hünkar Konağı'ndan çekebilirsiniz. Ben çeşitli noktalardan denedim, en beğendiklerim yukarıdakiler oldu ve ikisi de bu konaktan çekildi.


Harput Hünkar Konağı, tarihi bir yapı değil; ama harika bir manzaraya bakıyor. Yöresel yemeklerden tatmak veya bir kahve içmek için uğranabilecek bir adres.





Tercihimi Elazığ'a özgü bir kahve olan ve dinçleştirip güç verdiğine inanılan Cedene Kahvesi'nden yana yaptım. 







Bu harika manzaraya karşı bakan yapılardan bir diğeri de, Arap Baba'nın Türbesi. Efsanelere göre, Harput'ta bir kuraklık olmuş ve ne yapıldıysa bu kuraklığa çare bulunamamış. Bu sırada, bir kişi rüyasında, Arap Baba'nın türbesindeki naaşın başını kesip dereye atarsa yağmur yağacağını görmüş. Böylelikle naaşın başını keserek dereye atmışlar. Bu sefer de yağmur durmaksızın yağmaya başlamış ve rüyada bu kez de Arap Baba görünmüş. Başının tekrar eski yerine konmaması halinde yağmurların hiç dinmeyeceğini söylemiş. Başı dereden alıp tekrar yerine koymuşlar ve hayat olağan akışına dönmüş. Yakın bir geçmişe kadar, ziyaretçiler, örtüyü kaldırıp bu kesik başlı ve bozulmamış naaşı inceleyebiliyormuş. 



Benim açımdan ilgi çekici olan, kesik başlı naaştan ziyade, tarihi bina ve manzarasıydı. Daha sıcak bir havada giderseniz avlusundaki banklar gerçekten görsel bir şölen sunuyor.






Biraz ilerisinde de Nadir Baba türbesi var. Nadir Baba'nın kim olduğuna ilişkin herhangi bir tarihi kayıt bulunmuyor, bu yüzden Selçuklu Dönemi'nden kaldığı düşünülüyor. Nadir Baba türbesinde oturan yaşlı bir nine vardı. Türbenin elektriğini, suyunu, bakım giderlerini kendisinin ödediğini iddia etti. Benden para istemek için bu açıklamayı yaptığından emindim; oysa ki öyle bir talebi de olmadı, yalnızca saati sordu. Kafamı karıştıran, ne düşüneceğimi ve neye inanacağımı bilemediğim anılarımdan biri oldu bu. 



Harput gerçekten unutulmuş gibi bir yer, Elazığ'ın yükselişiyle birlikte burada yaşayanların çoğu Harput'u terk etmiş. Hatta Cevat Fehmi Başkut'un bu terk edilişi anlatan hikayesinde "Çarşı, şehrin yüreğiydi. Önce çarşı durdu, ardından ölüm geldi, bütün şehir öldü. Tıpkı yüreğin durmasının ardından ölümün gelmesi gibi." biçiminde tasvirleniyor bu durum. Ama türbelerin bakım ve giderlerinin, orada yaşayan inançlı halkın üzerine bırakılacak kadar terk edilmiş olması ihtimalinin gerçekliğine inanasım gelmedi.


Daha fazla sorgulamak yerine, soğuktan donarak Harput'u gezmeye devam ettim.




Harput'ta bir zamanlar Harput Müzesi varmış; ancak şu anda kapalı. Kale ve türbelerin dışında, gezilebilecek diğer yerler: Kurşunlu Camii, Ulu Camii, Ala Camii, Alacalı Camii, Meryem Ana Kilisesi ve Şefik Gül Kültür Evi. Harput'un küçüklüğünü göz önünde bulundurunca adım başı bir tarih var anlamına geliyor bu. 















Bir de Artuklu hükümdarı tarafından yaptırılmış bu Ulu Camii'nin arkasında çok enteresan bir ağaç var. Onu da atlamayın. 




Harput'ta ıssız sokaklarda yürürken, tarihi binaları gezerken, Türkiye'de seyahat etmeyi çok sevdiğime karar verdim. Bir ülkenin her köşesinde mi tarih olur, bu kadar mı gezilesi olur diye gururlu bir şaşkınlık yaşadım.

Diğer yandan, insanların sefaleti, imkanların azlığı, yoz kentleşme, korumanın olmaması içimi acıttı. Girdiğim tarihi binaların çoğunda hiçbir görevli yoktu. Yapmayacak kadar bilinçliyim elbette, ama hasar vermek, içeriden bir şey almak, duvarlarına yazı yazmak istesem hiç zorlanmadan yapabilirdim. Bu yüzden ömürlerinin ne kadar daha olduğu konusunda gerçekten derin endişelere kapıldım. Kalkın, Türkiye'yi gezin, o tarihi harikaların büyük bir kısmı çok yakında olmayacak, gerçekten.

Harput için açık hava müzesi deniliyordu. Bu yüzden giderken heyecanlıydım. Gerçekten Osmanlı öncesinden kalan yapıları ile tarih barındırdığı şüphesiz; ama gezende o ruhu yaratmaktan çok uzak. İçine çanak anten veya İstanbul'un devasa binaları gibi inşaa edilmiş dini eğitim veren kocaman betonları dahil etmeden fotoğraf çekebilmek bile uğraş gerektiriyor.



Okuduğum bir gezi kitabında şöyle bir cümle vardı: "İnsanlar gibi mekanların da birer ruhu, hafızası olur. Bunu anlamak için insanın kendisininkini mekanınkine ortak etmesi gerekir." Tarihi yerleri gezmenin yanı sıra, elimden geldiğince yargılamadan kendimi oranın akışına bıraktım. İnsanları takip ettim, onlarla birlikte yürüdüm, uyum sağlamaya çalıştım. Açık hava müzesi (!)nin tarihi binalarının dışındaki manzarası şöyle:









Saat başlarında Harput'tan Elazığ'a inen bir otobüs olması gerekiyor. Uyum sağlayarak, belki bir kaç lokal ile sohbet etme fırsatı yakarım diyerek otobüsü beklemeye başladım. Gelmesi gereken saatten sonra 45 dakika geçti, gelen giden bir şey yoktu. Herkes o otobüsü beklemekten donmuştu. 

Ruhumu daha fazla Harput'a katmaya kalkarsam zatüre olacağımı fark ettiğimden, bir yere girip bir Çedene Kahvesi daha sipariş ettim. Kahvemi içerken, cüzdanımdan, neyse ki almayı akıl ettiğim taksici abinin numarasını bulup, onu aradım. "Beni Harput'tan alır mısınız?" 






Büyük şehirlerde olağan hayatımızı yaşarken ne harika imkanlara sahip olduğumuzu hatırlamak için, buradaki bakış açımız ile oradaki insanları yargılama hatasından vazgeçmek için ve en çok da o tarihi harikaları yok olmadan görmek için, 2015'te Türkiye'de gezin!

Keşfederek kalın!

6 yorum:

Unknown dedi ki...

Fotograflarin hepsi nefis; hava ve isik da ne guzelmis. Dedigin gibi, ulkemizde, bircok ulkenin imrenecegi kadar cok gorulecek yer ve tarih var, ama ozellikle buyuksehirlerde kendimizi ya yasadigimiz duzene hapsediyoruz, ya da her firsatta yurtdisina kosarak kaciyoruz.

Birbirimize anlattikca, okudukca, gidenler fotografladikca en azindan gorup meraklaniyoruz. Demem o ki, ne guzel oldu Harput'u anlattigin! Simdi en azindan benim de gidesim var :)

S dedi ki...

Sevgili Sezen,

Yine sabah kahveme denk geldin :) Ne çok benzer duygularla gezmişiz Harput'u. Bunu fark edip mutlu oldum bu sabah :)
Bir de, fotoğraflarının aşırı güzelleştiğinin farkındasın değil mi ?
Bir de güzel bir hafta dilerim.

Yağmurlu bir Adana pazartesisinden sevgiler
Sevgican

Adsız dedi ki...

Ülkemizin unutulmuş yerlerini görmek elbette güzel ancak eşimle en son yaptığımız Harran ziyaretinden sonra bu fikir beni biraz korkutuyor. Amacım kesinlikle eleştirmek değil ama Doğu'nun ücra köşelerindeki insanların bakışları bile o kadar ürkütücü ki her an birileri tarafından kötülüğe maruz kalacakmışım hissiyatı oluşuyor. Harran'ın turistlere gösterilen kısmından (Harran evleri, kalesi vs.) biraz uzaklaşmak ve bordo tabelaları takip etmek istediğinizde gerçekten tüyleriniz ürpermeye başlıyor. Ayrıca tarihi yapılarda görevlinin olmaması gerçekten büyük bir problem. Çünkü Harran'ın 25-30 km. ilerisindeki Han El Barur Kervansarayı, Bazda mağalararı gibi kimsenin gidip görmeyi tercih etmediği tarihi görmek ve fotoğraflamak, içlerinde yaşayan evsiz insanlardan dolayı neredeyse imkansız.

Gamze Esra Ersöz dedi ki...

Ne güzel bir yazı olmuş, keyifle okudum.Hakikatten Türkiye'nin her köşesinde gezilecek bir yer bulunuyor.Çok seyahat eden biri olarak en keyif aldığım seyahatlerimin başında Türkiye içinde yaptığım seyahatler geliyor.

Profösör dedi ki...

Gitmiş. gezmiş, ve görmüş gibi olduk. duygulandık. Teşekkür ederiz.

Profösör dedi ki...

Gitmiş. gezmiş, ve görmüş gibi olduk. duygulandık. Teşekkür ederiz.

Pinterest'im

Instagram'ım