27 Ocak 2015

I'm not perfect. Never have been, never will be.

Kabul etmeliyim ki, ben her zaman sıradan olaylara dahi anlamlar yüklemeyi sevenlerdenim. 

Karşıma çıkan hiçbir insanın tesadüfen çıkmadığına, daha sonra farkına varacağım bir sebebi olduğuna inanırım, olup biten şeylerden kendimce bir takım mesajlar çıkartırım...

Zehirlenmemden de bundan elbette ki nasibini aldı. 

Sonuçta zehirlenen tek insan elbette ki ben değilim, muhtemelen çevremdeki herkes en az bir kere zehirlenmiştir. Ama ben buna da anlamlar yükledim, dersler çıkardım, hayatımda bazı değişikliklere vesile yaptım. 

Sonuçta ne mi oldu? Beslenme ve yeme alışkanlıklarımı değiştirdim gibi büyük laflar etmek için henüz çok erken. Ama bazı şeylerin farkına vardım.


Bu aralar etrafımdaki herkes ve her şey, inanılmaz ilham verici. Belki de zaten hep öyleydi; ama benim aklımda hep yapmam gereken şeyler ve yetişmem gereken yerler vardı; bunun farkına varamıyordum. Belki de, insanları uzun zamandır 'gerçekten' dinlemiyordum bile... Zorunlu olarak yavaşlayınca fark etmeye başladım ki, aslında herkes bana gün içinde inanılmaz güzel şeyler anlatıyordu. 

Bugün ofiste bir arkadaşım Amazon'dan gelen paketinden çıkan nefis görünüşlü kitabı göstererek, neşesini bizimle paylaştı. Normal koşullar altında, o gün ofisten çıktıktan sonra gitmem gereken bir plan olurdu, o yüzden bir an önce önümdeki işleri yetiştirmek için, önümdeki iş dışındaki her şeye kısa süreli ilgi gösterip işime geri dönerdim.

Bugün herhangi bir planım yoktu; çünkü hala dışarıda yemek yemekten veya alkol tüketmekten ölümcül biçimde korkuyorum. Dolayısıyla işimin biraz uzaması ve planladığımdan biraz daha geç çıkmam, herhangi bir sıkıntı yaratmayacaktı. Kitabı aldım, biraz karıştırdım, sorular sordum. İsa ve Buda'nın bugünkü hayata ışınlanmış, seyahat eden hallerini anlatan bir mangaydı. Oldukça da ilgi çekiciydi. 


Akşam marketten gelmiş, aldıklarımı buzdolabına yerleştirirken, kardeşim ile laflıyorduk. Konuştuğumuz bir şey çağrışım yaptı, bu mangadan bahsettim. "Aaa, ben de geçenlerde bir yerde okudum, senenin en iyi animelerinden biri olarak gösteriliyordu o!" dedi. 

Kardeşimin kelimenin tam manasıyla, anime içinde kaybolduğu ayları biliyorum. Bugüne kadar hiç ilgimi çekmemiş, en ufak bir merak duymamıştım. Ki her şeye meraklı olduğunu iddia eden bir insanım. "İngilizce alt yazılısını bulabilir miyiz?" diye sordum. 

On dakika kadar sonra birlikte koltukta kurulmuş "Saint Young Men"in ilk bölümünü izliyorduk. Özellikle de İsa'nın bir blog yazdığı ve Buda'ya bunu "Aynen peygamberlik gibi, kendine takipçiler topluyorsun." diye anlattığı kısımda kahkahalarım gerçekten evde yankılanıyordu. 


Bölüm bittikten sonra, yine aklımda yapılacaklar uçuşmaya başladı. Yatağımın başucunda okunmayı bekleyen onlarca kitap vardı, ojelerimi değiştirmeliydim, uzun zamandır blog yazmamıştım, çarşaflarımı değiştirmem gerekiyordu... Ve tabii ki listem her zamanki gibi sonsuza kadar gidiyordu. 

"Dur." dedim kendi kendime. "Yine başlama. Duşa gir, yağlan, bünyeni hemen zorlama, yatağa gir." 

O sırada blogun bana kazandırdığı güzel insanlardan biri olan Tuğçe'nin yazdığı yorum geldi aklıma. 

"Zihnini yine zihinle sakinleştirmeye ve yavaşlatmaya çalışma. Yani artık şöyle yapmalıyım, şunu yanlış yapıyorum, ben onu nasıl yaparım gibi düşünme. Zaten doğal halimiz sakin, sağlıklı ve mutlu olmak üzerine. Ekstra çaba göstermeyip fazlalıkları eklemezsen, vücudun da ruhun da kendi yolunu bulur."

Bunu nasıl yapacağımdan emin değildim. Biraz daha detay ve yardım almak için kendisiyle bir kahve içmeye ihtiyacım vardı. Ama okuduğum anda sevmiştim, "Zihnini yine zihinle sakinleştirmeye çalışma." cümlesini.

Koltuğun ucunda gergin, hemen kalkmaya hazır halde beklediğimi fark ettim. İstediğim şeyse, arkama yaslanıp öylece durmaktı. Yaslandım, durdum. Nasıl ve neden bilmiyorum ama ağzımdan şu cümle çıktı: "Kurabiye yapalım mı?"



Az sonra kardeşim ile birlikte kurabiye ile alakalı olabilecek her türlü şeyi tezgaha dizmiş, başında dikiliyorduk. Ve başladık. Yaptıkça yapasımız geldi, fırına üç tepsi hamur girdi, evi mis gibi kokutarak çıktı.



Fındık ezmeliler, vanilyalılar, kakaolular, üzümlüler... Tavşanlar, ayılar, kalpler, yıldızlar...





Sonuçta kurabiyeler hem harika görünüşlü, hem de leziz oldu.

Özellikle ayıcıkları ben çok sevdim. Üstelik yapması da gerçekten çok kolay. Bardağın ağzı ile açtığınız hamurdan yuvarlakları kesiyorsunuz. Sonra elinizle üç top gibi hamur yuvarlayıp, ikisini kulak, birini burun olarak üstüne yapıştırıyorsunuz. En son olarak da bir parça hamuru bol kakao ile siyah hale getirip, burnunun ucuna ve göz olarak ekliyorsunuz. Evde küçük çocuğu olanlar için oldukça eğlenceli bir aktivite olabilir bu ayıcıklar. Üstelik de akşam uyumadan önce bir bardak süte, eğlenceli arkadaş olurlar. :)

Sonuçta aklımdaki yapılacaklar listesindekilerin hiçbirini yapmadım, şu anda yağmurdan delirmiş saçlarım ile darmadağınık bir tezgahta bilgisayarıma yer açmış bu satırları yazıyorum; ama New York'tan beri abla kardeş başbaşa geçirdiğimiz en keyifli zaman oldu. 

Kurabiyelerimizin altına annemden gelen yorum "Avukat mühendis olmak filan hikaye... Kurabiye yapabilmek... İşte hayatın sırrı. Devamını özlemle bekliyorum." oldu. 

Evet bir sürü şey kotarmaya çalışmak, insanın kendisi ile yarışması harika. Bundan tamamen vazgeçecek değilim. Ama kurabiye yapmak da harikaymış. Sahi siz en son ne zaman kurabiye yaptınız? 

Hiç yorum yok:

Pinterest'im

Instagram'ım