24 Şubat 2015

Kahramanmaraş'ta mutlaka yapmanız gereken beş şey

Kahramanmaraş'a  gezmek için giderseniz, şehrin dışında bulunan ve Yavuz Sultan Dönemi'nde yapılan Ceyhan Köprüsü, Döngel Mağaraları, 13. yüzyılda yapıldığı tahmin edilen Eshabı Keyf gibi pek çok tarihi yeri de programınıza dahil edip dolu dolu bir haftasonu geçirebilirsiniz.

Ama iş sebebiyle yolunuz düşerse veya başka bir yere giderken uğrarsanız ve oldukça kısıtlı bir zamanınız varsa, yapmadan dönmemeniz gerekenler şunlar:

1. Dondurma Yemek

Maraş denildiğinde aklınıza gelen ilk şeylerden biri zaten dondurma oluyordur. Zaten dünyada "Lütfen dondurmaları, uçak altı bagajı olarak teslim ediniz." anonsu yapılan başka bir havalimanı daha olduğunu  hiç sanmıyorum. : )


Keçi sütü ve sahlep ile hazırlanan Maraş dondurması, bizim alıştıklarımıza kıyasla oldukça sert. Bıçakla bile kesmekte oldukça zorlanıyorsunuz.

Mevsim sebebiyle de olabilir, oturup "Dondurma istiyorum." dediğimde, "Tatlısı ne olsun?" diye sordular. "Sadece dondurma istiyorum." ısrarlarım da hiç bir şeye yaramadı. "Biz dondurmayı tatlının yanına servis ediyoruz"dediler. İyi ki de öyle olmuş gerçi, baklava ile enfes bir çift oldular.



Dondurma için en iyi adresler, Yaşar Pastanesi, Ferah Pastanesi ve Kervan Pastanesi.



Yaşar Pastanesi, bizim bildiğimiz, artık her şehirde şubesi olan Mado'nun üretim yeri. Üstelik de eski eşyalar ve ahşap döşemeleri ile oldukça enteresan bir ortamı var.

Yukarıda gördüğünüz tabak 11 TL. Şehrin sokaklarını arşınlamaya başlamadan önce enerji toplamak için harika bir seçenek.

2. Ulu Camii'yi Gezmek 




Dulkadiroğlu hükümdarı Süleyman Bey tarafından 1454 yılında yaptırılan bu camii, üçgen mihrabı, kare şeklindeki tabanı, motifleri ve camiden bağımsız minaresi ile oldukça güzel bir mimariye sahip.


Türkiye'de seyahat eden kadınlara vereceğim en temel tavsiyelerden biri de mutlaka kolay giyilip çıkartılan ayakkabıları tercih etmek ve boyunda her zaman bir şal taşımak olacaktır. Çünkü tarihi yapıların pek çoğu camii. Ayağınızdaki ayakkabıları giyip çıkarmak pratik değilse, bir süre sonra içlerine girmeye üşenmeye başlıyorsunuz, çok şey kaçırıyorsunuz. Ve buralara başınız açık giremediğiniz için ve bazı camiilerde ziyaretçiler için başörtüleri bulunsa da, leş gibi koktukları için boynunuzda bir şal olması çok işinize yarar.



3. Tarihi Konakların Olduğu Sokaklarda Gezmek

Ulu Camii'nin hemen bitişiğindeki Taş Medrese'nin yanından yukarı doğru çıkan merdivenleri çıkın ve bir üst paralelindeki sokağa çıkıp, canınızın istediği yöne gidin. Üstünde şuna benzer tabelalar olan onlarca evle karşılacaksınız.





Bu binaların en yenisi Osmanlı döneminde yapılmış, hepsinin birbirinden farklı mimarisi var. Ancak heveslenmeyin, hiçbiri müze gibi gezilebilir durumda değil. Hatta ben nefis bir taş ile çevrelenmiş, ahşap kapılardan birini biraz zorlayarak açma cesaretini gösterdim. İçerideki manzara korkunçtu, hemen uzaklaştım.



Yine de bu sokaklarda gezmek oldukça keyifli. Tarihi binalar kadar, araba ve duvar yazılarının da izlerini sürebilirsiniz.




4. Tarhana ve Maraş Çöreği Tatmak 

Maraş denildiğinde aklınıza gelen ilk şey dondurma olsa da, Maraş aslında tarhanası ile de meşhur. Tarhana denildiğinde aklınıza çorba gelse de, Maraş'ın tarhanası cips gibi bir şey.

Ben hiç sevmediğimi itiraf etmek zorundayım, ağzıma yayılan o ekşi tat beni oldukça rahatsız etti. Ama yöresel şeyleri İstanbul'a taşıma sevdam ile ofise de bu tarhana cipsinden getirdim. Tarhana çorbasını sevmeyenlerin içinden bile cips versiyonunu sevenler çıktı.

Maraş Çöreği de tuzlu kurabiye gibi. Kırmızı biber ve karabiberli olanı da var, zeytinli olanı da. Çok sıradışı olmasa da bence oldukça lezzetliydi, çantada taşıyıp acıktıkça yemek için güzel bir seçenek.

Hem de maksat yöresel lezzetleri tatmak sonuçta, o yüzden gitmişken ikisinden de tadın derim ben.

5. Çarık ve Maraş Bıçağı Almak 

Maraş'ın eski zanaatleri barındıran çarşılarının hepsi birbirinin içine geçmiş durumda. Kapalı Çarşı, Taş Han, Bakırcılar Çarşısı ve Külekçi Çarşı'nın hepsi aynı yerde. Birinden çıkıp, diğerine giriyorsunuz. O yüzden çarşılardan birini bulduğunuz zaman, düşünmeden dalın içeri.



Bu arada "külek" de kovaya benzeyen bir kap. Bir zamanlar içine tereyağı, bal, pekmez ve yufka ekmeği konurmuş, aynı zamanda buğday ve arpa ölçmek için kullanılırmış. Birim olarak "on külek arpa" gibi deyişler varmış. Ama malum kullanımı neredeyse tamamen bitmiş.

Ne yazık ki, bir zamanlar yalnızca yöresel el işlerinin satıldığı çarşılar ile aynı kaderi paylaşıyor bu çarşılar da. Çin malları hiç azımsanamayacak bir hakimiyet kurmuş. Yine de sokaklarında gezinerek güzel fotoğraflar çekmek pekala mümkün.




Güzelce gezip tozdunuz, fotoğraflar çektiniz. Şimdi alışveriş zamanı. Yakın zamanda oldukça geleneksel bir düğün planlamıyorsanız, Maraş'ın meşhur burması ve sim sırması ile bir işiniz olacağını sanmıyorum. O yüzden siz çarşılardaki her şeyi boşverin; ama mutlaka kendinize bıçak alın.



Benim bıçaklarım dönüşte oldukça matrak bir anıya sebep oldu. Bıçaklarımı üst üste yerleştirip güzelce sarmış ve valizime koymuştum. Havalimanı girişindeki x-ray'de güvenlik çantamı durdurdu, polisi çağırdı. İkisi baktılar baktılar, kendi aralarında konuştular. Sonra polis bana geldi, "Hanfendi çantanızdaki saç maşası değil mi?" diye sordu. Gayet net cevapladım: "Hayır, bıçak." Polis bir "Haydaaa" çektikten sonra, "Bıçak mı?" diye sordu. "Evet, Maraş bıçağı." diye cevapladım gururla. Aldığım cevap "Helal bacım." oldu. Sonra polis önce güvenliğe dönüp "Bıçakmış oğlum." dedikten sonra, inanılmaz bir olaymış gibi arkadaşlarını çağırarak, onlara çantamda bıçak taşıdığımı anlattı.
Şehirdeki tek sarı saçlı kadın sıfatımdan sonra, bıçaklı kadın da oldum böylelikle. : ))


Bir de Dedem Osmanlı Çarıkları'nı sakın atlamayın. Harry Potter, Yüzüklerin Efendisi, Truva gibi pek çok filme deri ürünlerini vermiş minicik bir mağaza burası. İçeride oldukça şık tasarımlı onlarca çeşit çarık satılıyor.



Bunların özelliği Osmanlı döneminde nasıl yapılıyorsa, hala öyle yapılıyor olmaları. Tamamen deriler, elde yapılıyorlar ve tabanlarının altında vücudunuzdaki elektriği almak üzere kil var. Ben bir terlik aldım, hem çok havalı, hem de gerçekten hayatımda sahip olduğum en rahat terlik.


Muhtemelen daha birkaç kere daha Maraş'a yolum düşecek. Şehri iyi bilenlerin tavsiyeleri harika olur.


Bir de son not olarak bir konaklama tavsiyesi vereceğim. Maraş'ta bildiğimiz otel zincirlerinin hiçbirinin oteli yok, yalnızca Trabzon Caddesi'nin üzerinde Hampton by Hilton inşaatına denk geldim. Bu yüzden konaklayacak otel ayarlanırken, "şehir merkezinde olsun yeter" demiştim.

Oldukça merkezi bir konumda olan üç yıldızlı Otel Alcazar'da kaldım. Adından da tahmin edebileceğiniz üzere, çok sıra dışı bir tasarım filan beklememek lazım. Ama yeni, bakımlı, tertemiz; ayrıca uzun zamandır hayatımda gördüğüm en güler yüzlü ekip çalışıyor ve müşteri ile bu kadar ilgili olan bir otelde uzun zamandır kalmamıştım.

Otele check-in saatinden üç saat önce gittim. Beni odaya kabul etmelerini de beklemiyordum, yalnızca eşyalarımı resepsiyona bırakmayı rica edecektim. "Aaa, olur mu öyle şey!" diyip bir çay içmemi rica ettiler, bu sırada odam hazırlandı ve hemen odaya alındım. Minik çantamı taşıyan adama bahşiş vermek istedim, şimdiye kadar kaldığım otellerde burun kıvırıp küfredercesine kapıyı çarpmalarına neden olacak bir meblağ idi. "Siz misafirsiniz." diyerek reddetti, kabul ettimem için gerçekten on dakika boyunca rica etmem gerekti.

Daha bombası akşam duştan çıktıktan sonra kapım çalındı. Tersçe "Müsait değilim." diyerek azarladım, "Çok özür dilerim. Her şey yolunda mı diye kontrol etmek istemiştim." cevabı aldım. Birkaç saat sonra, bilgisayarımı açmış çalışırken, yine kapı çalındı. Ben "Yine noluyor?" diyerek kapıyı açtım, karşımda ikram olarak soyulmuş elma ve portakaldan oluşan bir meyve tabağı duruyordu. O an nasıl güzel gittiğini anlatamam.

"Biz markayız, bizde kalmak ayrıcalıktır." mantığındaki işletmelere o kadar alışmışız ki, gerçekten duygulandım. Fatura, taksi, sigara gibi her türlü talebimde de inanılmaz yardımcı oldular. Hala böyle işletmeler olduğunu deneyimlemek gerçekten harikaydı, umarım da hiç bozulmaz, hep böyle kalır.

Keşfederek kalın!

22 Şubat 2015

İstanbul'dan üç pazar: Beşiktaş Pazarı, Dolapdere Bit Pazarı, Bomonti Antika Pazarı

Herkesin bayıldığı, hiçbir zaman hayır demediği, her koşul altında keyif aldığı bir şey vardır ya, bizim sülalenin kadınlarında kuşaktan kuşağa aktarılan bu tutku: Pazar gezmek.

"Hadi pazara gidelim." bizde, hastayı yatağından kaldıran, yalnızca birkaç saat uyumuşken sabahın köründe yollara düşüren, asla "Canım istemiyor." veya "Sen git." diye cevap verilmeyen bir teklif.

Bunun doğal bir sonucu olarak pazarda ürün seçme yeteneği de bizde kuşaktan kuşağa aktarılır. Çünkü pazar yetenek gerektirir. Markaları tanımak, canavar gözlerle ürün üzerindeki defoları, kırıkları, eksiklikleri saptamak, yeni mi eski mi, orijinal mi sahte mi anlamak, kumaşın kalitesini dokunarak kavramak, gümüş mü değil mi anlayabilmek, çoğu çöp olan eşyaların arasında işe yararları kestirebilmek, değer biçebilmek ve pazarlık yapabilmek gerekir.

Bunların çoğunu başarırsanız, pazardan harika ve kimsede olmayan çok orijinal parçaları, gerçekten uygun fiyatlara kaparsınız; aksi halde, "Ay burada hiçbir şey yok." diye homurdanırsınız veya gerçekten kalitesiz şeylere bir dünya para harcayıp, eve bir sürü yayıntı taşımış olursunuz.



Ben nereye gidersem gideyim, mutlaka araştırma yaparken, gittiğim şehirde kurulan bir pazar var mı diye bakarım. Sebze pazarı, antika pazarı, bit pazarı hiç fark etmez. Yanımda annem varsa, keyif ikiye katlanır. İkimizin de en favori pazarı hiç şüphesiz Roma'daki Porta Portese. İtalya'nın her yerine bayılsak da, İtalya'ya gidip Porta Portese'ye uğramadan dönmeyi büyük günah kabul ediyoruz. (Bahsettiğim yazılar için buraya ve buraya.) Onun dışında Bademler Köyü'nde kurulan pazara ot ve sebze almak için sık sık gidiyoruz. Aklımızda hiç pazara gitmek yokken, tesadüfen yolumuza çıkan hiç bir pazarı da atlamıyoruz.

* Beşiktaş Pazarı

Bu haftasonu annem İstanbul'daydı. Benim evime çok yakın bir yerde kurulan Beşiktaş Pazarı'na gitmek için plan yapmamıza bile gerek yoktu. Tabii ki cumartesi sabahı ortalık henüz kalabalıklaşmadan erkenden Beşiktaş Pazarı'nın yolunu tuttuk.

Beşitaş Pazarı cumartesi günleri, Beşiktaş Evlendirme Dairesi'nin hemen karşısında kuruluyor. Alt katında peynir, sebze ve meyve satılıyor. Üst katında ev eşyaları ile kıyafetler. Oldukça büyük bir pazar. Kurulan tezgahların büyük bir kısmı, başında zaman harcamaya bile değmeyecek kadar kötü olmakla birlikte, toplamda üç veya dört tane mutlaka ziyaret edilmesi gereken tezgah var. İç çamaşırı, t-shirt, spor kıyafeti ve ev eşyası almak için. Bunların yerini bana hep soruyorsunuz; ama tarif etmesi gerçekten çok zor. Havalar biraz güzelleştiğinde kameram ile gidip bol bol fotoğraf çekip, bir Beşiktaş Pazarı haritası çizerek bunları paylaşacağım. :)

Fikir vermesi için bu haftaki ganimetlerimden bazıları. Salata süslemek için, sebze soyucu devasa açacak, çok şeker desenli porselen cezve ve yeniden yogaya başlama planlarımda kullanmak için aldığım spor üstler. Her biri 10 TL.




* Dolapdere Bit Pazarı

Dolapdere'de kurulan bu bit pazarı hakkında çok şey okumuş; ancak lokasyonu sebebiyle gitmeye bir türlü cesaret edememiştim. Annem ile bu pazar, "Gitsek mi?", "Muhtemelen sadece çer çöp vardır.", "Acaba tehlikeli olur mu?" tereddütleri yaşadıktan sonra, yanımıza kamera ve cüzdan almadan, paramızı cebimize koyup yola çıktık.

İyi ki gitmişiz, muhtemelen daha defalarca gideceğiz. En büyük pişmanlığım kameramı yanıma almamam oldu.


Bu pazarda tezgah filan yok. Herkes bir örtü sermiş elinde ne varsa bu örtünün üzerine dizmiş. Muhtelemen eşyaların bir kısmı çalıntı, bir kısmı çöpten çıkma, bir kısmı vefat edenlerin evlerinden dağılan eşyalar. Diğer yandan frapan şeyler bulmak da pekala mümkün. Mesela sanırım Swiss Otel bir dekorasyon değişikliği yapmış, bu gün pazarda Swiss Otel'in pek çok eşyası vardı.


Pazarın kitlesi oldukça enteresan. Bir yandan göç edip gelmiş ve anladığımız kadarıyla ev düzmeye çalışanlar, elinizi dahi sürmeyeceğiniz haldeki kettle gibi ev eşyalarını kovalıyorlar. Diğer yandan gayet kokoş teyzeler, çer çöp içinden tablo, çerçeve, antika şişeleri seçiyorlar.

Pazar gerçekten harika kareler verebilecek bir alan. Fotoğrafa meraklıysanız, alışverişi boşverin, direk fotoğraf çekmek için bu pazara gidin.






Pazardan çok güldüğüm iki kareyi de paylaşmak istiyorum. Birincisi sokağın ortasında duran tenis topu dolu kova, ikincisi de "doyuran geldi" isimli arabada cep telefonu satılması:



Benim bu pazardan ganimetlerim:


* Bomonti Antika Pazarı

Dolapdere'den sonra, Bomonti'deki Antika Pazarı'na gittik. Adının antika pazarı olduğuna bakmayın, satılanların çoğu antika niteliği olmayan eski eşyalar. Ve fiyatlarının, ederlerinden çok pahalı olduğunu da söylemeliyim.

Almanya'daki bir bit pazarından aldığım daktilonun fiyatını sırf merakımdan sordum, on katı fiyat çektiler. Yine aynı pazardan aldığımız bir retro çay seti vardı. Aynı setin tek bir bardağını bulduk bu pazarda. Bütün sete çaydanlığı dahil ödediğimiz paranın çok daha fazlasını yalnız tek bardak için istediler.

Bu fiyatlarla gerçekten satış yapabiliyorlarsa, biz de Avrupa'daki pazarlardan eşya toplayıp, bu pazarda bir tezgah açmaya karar verdik :)) Sonuçta %100'den çok kar ve seyahat için bahane demek!



Yalnız gezmesi gerçekten keyifli. Her şey düzgünce dizilmiş, güzel görünüyor. Ayrıca, Özgecan'ı anma tezgahı da çok duyarlıydı.


Gezmek ve sonra dışarıdaki kahvede bir Türk Kahvesi yuvarlamak, güzel bir pazar etkinliği olabilir.

Keşifle kalın! 

19 Şubat 2015

Not Defterim: Kar kış kıyamet, Birdman, Sağlıklı Salata, Paris Kokulu Kitap, Moderntoss



Hayatı boyunca gerçek anlamıyla kış mevsimi yaşamış olanların asla anlayamayacağı bir şey var: Kalın giyinme yeteneksizliği.

Ben çocukluğumu Adana'da geçirdim. Bizim için kar, yalnızca Toroslardaki yayla evlerine veya kayak tatiline gidilince görülen bir şeydi. Adana'da ara sıra doluya dönen ve günlerce durmadan süren yağmurlar yağardı; ama kar... Hiç olmadı, hiç olmaz. Bir Adanalı için havanın 10 derece olması, "Ay hava çok soğuk" deme sebebidir. 

Bu yüzden ben, yıllardır İstanbul'da yaşasam da kat kat giyinmeye bir türlü alışamadım. Bundan birkaç sene önce Stokholm'e giderken, apartmanımızın altındaki bakkal abi, bir bana bir seyahat arkadaşıma bakmış, "Biriniz deniz tatiline, biriniz dağa gidiyorsunuz." galiba demişti. Çünkü ben polar elbise altında ince kilotlu çorap ve babet ile evden çıkmış, polar elbisenin beni soğuktan koruyacağına canı gönülden inanmıştım.

İstanbul'da çılgın karın başladığı günün sabahında topuklu ayakkabılarım ile evden çıktığımda da, bence tek eksiğim güneş gözlüğüydü, çünkü dışarıda harika bir güneş vardı. :))

İşte bu yüzden, kar İstanbul'u ne kadar etkiliyorsa, beni onun yüz katı etkiliyor. Hem sürekli zibidi gibi sokağa çıkıp donduğum için, hem de "yapılacak işler listeleri"ne bağımlı olduğum ve kar bu listelerimin hepsinin içine ettiği için.

Ne alaka mı? Çünkü her anınıza bir plan yaptıysanız ve bunların alması gereken zamanlar belliyse; ama bir anda ulaşım için olağandan çok fazla zaman harcamanız gerekirse, yapılması gereken işler varken ofise ulaşamazsanız ve hepsi bir sonraki güne yığılırsa ve donduğunuz için sürekli ısınmak için sıcak duş almak, kalorifere yapışmak için mesai harcarsanız, o listedeki hiçbir şey yetişmiyor, bütün hayatınızın kontrolünü kaybediveriyorsunuz.

İşte bu yüzden yazmak istediğim harika seyahatler varken, bunlar yerine, dışarıda kar hakimiyetini ilan etmişken yaptıklarım ve keşfettiklerimle buradayım!


Sağlıklı beslenme kararımı ne kadar istikrarlı uyguladığım tartışılır; ama bazen kendime böyle harika tabaklar da hazırlıyorum. İnce dilimlenmiş marul üzerinde, hiç yağsız haşlanmış bulgur ve kıyılmış dereotu. Yanında avokado ve ızgara hellim peyniri. Yemeden önce üstünde zeytinyağı ve nar ekşisi de gezdirdim. Hem çok lezzetli, hem de doyurucu oldu. Bu kadar yeşil bir tabak yemiş olmaktan da gururluyum. :) 

Fotoğrafın arka fonundaki, son zamanlarda pek moda olan kavonoz şeklindeki bardakları da, Esse'nin indiriminden aldım. Çok yakın zamanda içinde harika kokteyller ile burada olacaklar. Sağlıklı yaşam mı, hmmm tekilanın kilo verdirdiğini biliyor muydunuz? 

Ayrıca öğrendiğim harika ve çok havalı bir bilgiyi de paylaşmadan, beslenme konusunu kapatamayacağım. Yediğiniz çorbadaki yağı, içine bir buz atarak azaltabileceğinizi biliyor muydunuz?

Yazın google'a hemen çıkıyor, et suyunun yağını alma yöntemi olarak. Bizim hamarat kadınlarımızın et suyu hazırlarken kullandığı bu taktik, şu sıralar Amerika'daki en cool diyet yöntemlerinden biri olmuş. Çünkü buz, yağı çekiyor. Çorbanızın içine bir buz parçası atıyor ve erimeden geri alıyorsunuz. Ve evet o çorbanı yağı azaldığı için daha az kalori alıyorsunuz. Harika değil mi? 


Oscar'a dokuz dalda aday olan Birdman'a !f'te bilet bulamayınca çok üzülmüştüm; ama hemen internete düşmüş bile. Dün dışarıda çılgın gibi kar yağarken, biz Mr. Feelgood ile elimizde şarap kadehlerimiz hipnotize olmuş halde Birdman izliyorduk.

Oyuncular harika, senaryo klişe olmaktan çok uzak, Hollywood'a nefis taş atmalar var ve Edward Norton nasıl yapmış bilmiyorum; ama inanılmaz gençleşmiş.

Bir zamanlar efsane olan Birdman film serisinin oyuncusu, artık gözden düşmüş, ününü kaybetmiş. Yeniden parlamak için varını yoğunu bir Broadway oyununa yatırıyor. Bu filmde, tiyatro oyununun ön gösterimden, galasına kadar olan dönemi izliyorsunuz. Tek kamera ile yapılmış çekimler, hep tiyatro ile aynı sokaktaki bara kadar kısıtlı bir alanda geçen hikayeyi anlatsa da, karakterler, takıntıları ve diyalogları harika. Seri akan ve haliyle izlerken yoran bir film; ama kesinlikle izlenmeli!


Gelelim bu aralar okuduğum kitaba: How To Be Parisian.
Ben bu "how to" tarzı blog yazılarını ve kitapları çok seviyorum. Nedense Türk blogger ve yazarların çok yatkın olmadığı bir konu tipi bu. O yüzden açlığımı dünya kadar kargo bedeli ödeyip, İngilizce kitaplar getirterek gidermeye çalışıyorum.

How To Be Parisian da dört Parisli -Parizyen- kadın tarafından yazılmış bir kitap. Kitaptan ziyade dergi gibi. Çok neşeli ve bol fotoğraflı. Kitabı bitirdiğimde en sevdiğim cümleleri paylaşacağım; ama şimdilik bu kuralları paylaşmak istedim.

Instagram'da #moderntoss etiketiyle paylaşılan karikatürleri keşfetmediyseniz ve bir patrona bağlı çalışan beyaz yakalıysanız, bayılacağınızdan eminim. Benim favorilerimden biri:

 
Son olarak da soğuk havalar nedeniyle kullanmaya başladığım BiTaksi'den bahsetmek istiyorum. Etrafımdaki herkes bu uygulamayı çok uzun zamandır kullanırken, ben yine babaannelik yapmış ve "Amaan İstanbul'da yaşıyoruz, elini sallasan taksiye çarpıyor zaten!" diyerek kullanmayı reddetmiştim. Bu soğuk havalar ve taksi bulmanın zorluğu sonucunda ben de sonunda kullanmaya başladım ve bayıldım. Bir kere sonunda puan verdiğiniz için, şoförlerin hepsi çok nazik. İkincisi ben pek nakit para taşımadığım için çoğu zaman taksiyi ATM'de durdurmak zorunda kalıyordum, kredi kartı ile tek tıkta ödemek büyük kolaylık. Ayrıca bir de takside bir şey unutursanız, elinizde taksicinin telefon numarasının olması inanılmaz bir avantaj.

İstanbul'da yaşayan herkese en büyük tavsiyem, her zaman her yerde beklemek zorunda kalma ihtimali yüzünden yanında keyifli ve kolay okunabilir bir kitap taşımasıydı. Sanırım bu uygulama da ikinci tavsiye olarak yerini alacak.

Karda kışta bir yerinizi burkmadan ve şifayı kapmadan kalın! 

16 Şubat 2015

Kahramanmaraş: "Bacım bugün bayram, yol kapalı!"

Adliyeden taksiye biniyorum, "Trabzon Caddesi'ne Valilik'in karşı tarafına lütfen." diyorum.



Kimse beni kazıklamasın diye, iş sebebiyle de olsa gideceğim her şehre önceden çalışıyorum, çantamın ayrılmaz bir parçası olan defterime şehirle ilgili çeşitli notlar alıyorum. Bu sayede "otelin adı bu, nerede bilmiyorum" demek yerine, yerini tarif edebiliyorum.

Taksici dönüyor, "Bacım, bugün şenlik var, o cadde kapalı." diyor.

Şenlik?

12 Şubat bana hiçbir şey çağrıştırmıyor. "Ne şenliği?" diye soruyorum. "Bayram." diyor. Hiçbir şey anlamıyorum, "Bir paraleline gidelim, oradan yürürüm." diye geçiştirip, yine defterimi açıyorum.

Maraş'ın adı Hitit dönemindeki Maraj isimli bir komutandan geliyor. Mondoros Mütarekesi'nin ardından şehir Fransız ve Ermeniler tarafından işgal ediliyor.

Hamamdan çıkan kadınlara, "Burası artık Türk memleketi değil, Fransız topraklarında peçe ile gezilmez." diyen kişiye müdahale eden Çakmakçı Sait yaralanınca, bu sefer oradan geçen Sütçü İmam ateş açıyor ve böylece tarih kitaplarının deyimi ile "düşmana ilk kurşun atılıyor."

Ardından yine efsanelerden Bayrak Olayı yaşanıyor. Kaledeki Türk bayrağı indirildikten sonra, cuma namazında "Hürriyet olmayan bir yerde namaz kılınamaz, kılınsa da sahih olmaz." diye fetva verilince, halk giderek bayrağı kaleye tekrar dikiyor. Böylece şehirdeki kurtuluş mücadelesi başlıyor.

5 Nisan 1925 yılında TBMM tarafından İstiklal Madalyası veriliyor, 7 Şubat 1973 yılında "Kahraman" ünvanı şehrin adının başına ekleniyor.

Yazmayı unuttuğum tek tarih 12 Şubat olmuş. 12 Şubat 1920 tarihinde işgal kalkmış ve ben tesadüfen 12 Şubat'ta Kahramanmaraş'tayım

Nasıl bir coşkulu kutlama anlatamam. Gerçekten yol kapalı olduğu için taksiden caddenin başında iniyorum. Caddenin başında Bayrak Olayı için dikilmiş çok güzel bir heykel karşılıyor beni.



Şehrin kalbi olan Trabzon Caddesi tamamen trafiğe kapalı, cadde üzerinde çeşitli gösteriler yapılıyor. Cadde kenarına kurulmuş bariyerlerin arkası tıka basa dolu. Genci, yaşlısı, çoluğu çocuğu herkes büyük bir coşkuyla töreni izliyor. İçlerinde yöresel kıyafetlerini giyip gelmiş olanlar da var. Nasıl bir kalabalık, nasıl bir mutluluk anlatamam.

Otelime check-in yapıp ağır eşyalarımı bırakıp, fotoğraf makinemi, notlarımı ve telefonumu alıp, hemen çıkıyorum odadan.

Şenlik alanı çok kalabalık, ben çok açım. Hemen o civardaki Aliss Tandır Döner'e giriyorum. Bir pilav üstü döner, bir ayran siparişi veriyorum.



Hem ayranım hem dönerim, görünüşü afilli olduğu kadar lezzetli. Hesabımı istiyorum, 11 TL.

Hesabı ödedikten sonra da ikram olarak bir çay, bir helva konuyor önüme. Servis o kadar harika ki, helvamın hepsini yemeyip, çayımı bitirdiğimi görünce, "Helvanın kalanı için bir çay daha getirivereyim mi?" diye soruyorlar.

İstanbul'da bir kahveyi bu fiyata içtiğimiz ve garsona kendimizi göstermek için el kol yaparak dakikalar geçirdiğimiz bütün mekanlara küfürlü selamlarımı yolluyorum içimden.

Sokağa çıktığımda şenlik bitmiş, barikatları kaldırmışlar, cadde trafiğe açılmak üzere temizleniyor. Fotoğraf çekerek avare avare yürüyorum.









Ara sokaklara girdiğimde fark ediyorum ki, Belediye'nin organize ettiği şenlik bitmiş; ama halkın kutlamaları aynen devam ediyor. Çektiğim kısacık bir videoyu şuradan izleyebilirsiniz.





Aklımda dondurma yemek var, ama erteliyorum. Kutlamaları izlemeye doyamıyorum. Sahi biz, bu kadar coşkulu kutlama yapmayı neden unuttuk?

Pinterest'im

Instagram'ım