29 Mayıs 2015

İtalyanların da dediği gibi, cosi e la vita, hayat böyle bir şey işte!

"Hobileriniz nelerdir?" sorusuna "kitap okumak ve tiyatroya gitmek" diye cevap veren milyonlarca insanı barındıran bir ülke Türkiye. Pekala bildiğiniz gibi, satılan kitap ve tiyatro seyircisi ise oldukça az.

Çevremdeki insanlara ve arkadaşlarıma baktığımda mutlulukla söyleyebilirim ki, özellikle bizim kuşakta bu büyük ölçüde kırıldı. "İşe git- eve gel" tipi bir hayatı kabul edilemez derecede "kabus" bulmaya başladık, "ben hayatımı işten ibaret geçiremem." diye isyan ettik.

Herkes bir şeylerle uğraşıyor: Seyahat ediyor, fotoğraf çekiyor, yazı yazıyor, lezzet arayışıyla dünyayı dolaşıyor, yelken yapıyor, dalıyor, bahçesinde organik sebze yetiştiriyor, şarap peşinde koşuyor...

Üstelik kimse bunlara "boş zaman" aktivitesi gözüyle bakmıyor. Çünkü çılgın bir metropolde yaşıyoruz, "boş zaman" diye bir şeyimiz yok, aksine bütün ömrümüze ne kadarı sığabileceği şüpheli olacak derecede uzun yapılacak işler listelerimiz var. Bu uğraşılarımıza tutkuyla, planla ve özenle hem zaman hem de para ayırıyoruz. 

Yine de bunu yapabilenlerin şanslı bir azınlık olduğunu kabul etmemiz lazım. Çünkü Türkiye'de, özellikle de İstanbul'da, kira fiyatlarının bir aylık asgari maaşa denk geldiğini düşünürsek, temel ihtiyaçları karşılayabilmek bile çok kolay bir iş değil. 

Diğer yandan, bu kadar yaşam mücadelesi vermeyenler bakımından da, her şeyi "emeklilik dönemine" ertelemek gibi bir zihniyet hakim. Zevk alacakaları, yapmak istedikleri hiçbir şeyi yapmayıp, "emekli olduğumda yaparım." diyip, sonra da emekli olduklarında da bütün bunlar için geç kaldıklarına karar verenlerin sayısı kimbilir kaçtır?


Peki, şimdi emekli bir çift düşünün. Hayatları boyunca çalışmışlar, devletten aldıkları sabit bir aylıkları var, biraz da geçmişte yaptıkları birikimlerinin getirileri, bir evleri, çocukları ve torunları... Olağan senaryoda, artık kendilerini torunlarına adayıp, evlerinde huzur ve monotonluk içinde (ki bence huzur ile monotonluk gayet eş anlamlı) yaşamaları beklenir değil mi?

Ama bu yetmişli yaşlardaki çifti farklı kılan şey bu. Evlerini satıyorlar, eşyalarının tamamını dağıtıyorlar ve "evsiz" bir hayat sürmeye başlıyorlar:  Dünyayı gezerek!!


Lynne Martin, Evim Her Yer Evim kitabında, kocası ile hayatlarında yaptıkları bu değişimi bütün detayları ile anlatıyor. Bütün macera, bu çiftin bir akşam oturup hesap kitap yapması ile başlıyor: "Bütçemizin yeterli esnekliği gösteremeyeceğinden endişelenerek düşünebildiğimiz her türlü giderin bir listesini yaptık ve bizi şaşırtacak biçimde aylık harcamalarımızın düşündüğümüzden çok daha fazla olduğunu fark ettik. Daha sonra yurtdışında kiralık evlerde ya da dairelerde yaşadığımız takdirde genel giderlerimizin ne olacağının, her türlü muhtemel harcamayı da hesaba katarak, detaylı bir planlamasını oluşturduk. Rakamlar heyecan vericiydi. Eğer evimizi satarsak dünyanın hemen her ülkesinde rahatça yaşayabilirdik."

Daha sonra evden muaf hayatlarına başlıyorlar. Elbette ki her şey yolunda gitmiyor, problemler çıkıyor, kavgalar çıkıyor; ama nihayetinde "göçebe yaşamamız tek bir şeyi ertelememize neden oldu: yaşlı hissetmek." diyorlar.


Ben seyahat etmeyi sevmemle ters orantılı biçimde, seyahat anıları ve kitapları okumaktan hiç hoşlanmam. Çünkü eğer daha önce gezip gördüğüm bir yer ise, kaçırdıklarım ile yüzleşmek beni rahatsız eder. Gezip görmediğim bir yerse de, kitabı sürekli bırakıp uçak bileti bakmaya başladığım için onun sonunu bir türlü getiremem. :))

Bu kitabı, gerçek bir hikaye anlattığını bilmeden, yalnızca adını beğenerek ve roman sanarak almıştım. Şaşkınlıkla, keyifle ve bayılarak okudum. Çünkü "şunu gezdik, bunu gördük"  yerine, seyahat ettikleri yerlerde yaşayan insanlara ve yerleşik kültürlere ilişkin harika tespitler kitabın ağırlığını oluşturuyor. 

Hem bu yaşlı çiftin evlerini satarak daimi bir göçebe olarak gezmeye karar verme serüvenini merakla takip ediyorsunuz, hem orada yaşadıkları komik ve can sıkıcı anılara tanık oluyorsunuz, hem de o ülkeye ilişkin pek çok turist rehberinde bulunamayacak bilgiler ediniyorsunuz.


Kitaptan sevdiğim cümleler:

İşte muhteşem bir bavul hazırlama numarası: yanımıza çok fazla eşya almak zorunda değiliz çünkü gittiğimiz her yerde giyecek bir şeyler bulabiliriz.

Herkesin belli bir katlanma derecesi vardır. Bir kişi için macera olan şey başkası için işkence olabilir. Belki evden muaf olmak bir yaşam tarzından çok bir tavırdır ve kişisel özgürlüğün bileşenleri herkes için farklı olabilir.

"Bu şekilde yaşadığımız için dünyadaki en değerli şeye sahibiz: Zamana. Kesinlikle turist değiliz. Bavullarımızı koymayı seçtiğimiz yerde geçici yerlileriz. Artık evden muaf olduğumuza göre, ev bizim olduğumuz her yer.

Yeni arkadaşlar ve seyahat etmek hayatımızı zenginleştiriyordu ve gülmeye ve esnek davranmaya devam ettiğimiz sürece hemen her şeyle başa çıkabilirdik.

(Evim Her Yer Evim, Lynne Martin, Yabancı Yayınevi, 377 sayfa) 

Cesaret arttırmak, keşfetmek veya sadece keyifli zaman geçirmek için tavsiye ederim.

27 Mayıs 2015

Munih'ten bunları yapmadan dönmeyin!


Münih, kocaman caddeleri, topuklularla hiç zorlanmadan yürümenize imkan veren düz ve geniş kaldırımları, her yere ulaşmanızı sağlayan metrosu, sessizliği, az katlı ve heybetli binaları, şehrin ortasındaki yemyeşil parkları, sokaklarda gezen gıcır gıcır arabaları ile aklınızdaki Almanya imajını tam olarak karşılayacak bir şehir. 


Ayrıca, turistlere gezilecek pek çok müze ve  daha birkaç yıl önce inşaa edilmiş gibi gıcır gıcır duran tarihi binalar vaad ediyor. Ancak turist rehberinden kolayca bulabileceğiniz bilgileri burada tekrar etmek yerine, yapmadan dönmemeniz gerekenleri sıralamaya karar verdim.


1- Mini Story & BMW müzesini gezmek. (Detaylı bilgi için tık!



2- Dallmayr'da kahve, Hofbräuhaus'ta bira içmek. 

3- St. Peter Kilisesi'nin çatısından Münih'e tepeden bakmak.






Bunu yapmak için biraz sıra beklemeyi ve bolca merdiven çıkmayı göze almanız lazım. Biletler, kişi başı 2 Euro. Yukarıdaki manzaranın, sıra beklediğinize de nefesinizi merdivenlerde tükettiğinize de değeceğinden şüpheniz olmasın. Tepeden harika bir Münih manzarası izlemek ve yuvarladığınız litrelik biraları yakmak için harika bir adres.


4- Asamkirche'yi ziyaret etmek




Tarihi yerlerle, kiliselerle işim olmaz diyenlerdenseniz bile, bu kiliseyi atlamamanızı tavsiye ederim. İçeri girip gezemiyorsunuz, yalnızca kapısına çekilmiş bantın arkasında durup bakabiliyorsunuz; ama ihtişamı göz kamaştırıcı.


5- Bekarlığa veda kutlamalarına katılmak.




Münih'te erkekler bekarlığa veda kutlaması için, çeşitli kılıklara girip, sokakta biralarını yuvarlıyorlar. Siz selam verip kendilerine katıldığınızda da çok mutlu oluyorlar. Ayrıca kafaları o kadar güzel oluyor ki, kendileri ile yapacağınız sohbette kahkahalar atacağınızdan emin olabilirsiniz. 

6 - DM'e girip çılgın gibi alışveriş yapmak




DM, bizdeki Watsons ve Gratis'ler gibi zincir bir mağaza. Kozmetik ve sağlıklı yaşam destekleri bakımından inanılmaz çok seçenek sunuyor. Üstelik agave şurubundan, kuru şampuana kadar Türkiye'de oldukça pahalı olan pek çok şeyi buradan birkaç euroya satın alabiliyorsunuz. Pas geçerseniz pişman olursunuz.


7 - Englische Garten'da yürüyüş yapmak






Şehrin ortasında vaha sunan bir park burası. Uçsuz bucaksız bir yeşil alanın ortasında, ördeklerin yüzdüğü bir göl var.  Yeşilin tadını çıkarabilir, şansınıza hava güzelse keyifli bir piknik yapabilir ve bütün yorgunluğunuzu atabilirsiniz. 

8 - Auszogne ve Pretzel yemek 




Tereyağlı tazecik Pretzel yemeye doyamayacağınızdan emin olabilirsiniz. Her köşe başında bulabilirsiniz ve gerçekten başka yerlerde yediklerinizden çok daha lezzetliler. Canınız tatlı bir şey isterse de, buranın donutu Auszogne'yi tadabilirsiniz.


Münih'e özgü değil; ama Sendlinger Strasse 4 numarada bulunan &Other Stories'ten gayet uygun fiyatlara harika kıyafetler ve ayakkabılar alabilir; illa ki Almanya'ya özgü bir şey isterseniz de bir çift Birkenstock edinebilirsiniz. Bir erkeğe hediye götürmek istiyorsanız da tabii ki en doğru adres, Bayern Munchen'in mağazası.


Dip Not: Zürih'ten atlayıp gelerek kendisiyle hasret gidermemizi sağlayan Özge'ye ve Alman disiplini ile bizi bazen korkutsa da, oldukça kısa bir sürede harika bir Münih yaşatan yogitama kocaman öpücükler olsun. 


Keşifle kalın!



25 Mayıs 2015

Munih'ten yeme içme notları: Das Leben ist zu kurz, um schlecht zu essen.

Münih denildiğinde aklınıza gelen ilk şeyler muhtemelen Oktoberfest çadırları, memeleri harika gösteren drindl giymiş kızlar, devasa bardaklarda mass beer içen insanlar oluyordur.

Peki ya, Münih'e yolunuz düştüğünde Oktoberfest zamanı değilse?

O halde, Münih'te güzel yerlerde yiyip içmek istiyorsanız, önceden çalışmanız şart. Yollarda yürürken, etrafınızda sürekli harika binalar görüyorsunuz, ama davetkar barlar ve restoranlar daha arka sokaklarda saklanmış halde. Üstelik de buralarda rezervasyon yaptırmadan yer bulmanız, gerçekten mümkün değil. 

Şahsen ben Münihli yogitam ile gitmemiş olsam, döndüğüm zaman, şehir iyi, hoş, düzenli; ama restoran bakımından biraz zayıf diyebilirdim. İşte o yüzden "yediğin içtiğin senin olsun, bana gezip gördüğünü anlat"ı görmezden gelerek, yiyip içtiklerimle karşınızdayım.

Kahvaltı adresleri ile başlayalım.



Dallmayr, 17. yüzyıldan beri varlığını sürdüren bir şarküteri. Şarküteri dediğimde aklınıza, sokak arasında minik bir dükkan geliyorsa, bu hatayı hemen düzeltelim. Burası Paris'in Fauchon'u ayarında, oldukça lüks bir şarküteri.

Dış cephesindeki vitrinleri devasa şampanya şişeleri ile süslü. İçeri girdiğiniz zaman, ürünlere göre bölümlere ayrılmış kısma geliyorsunuz. Tatlılar, kahveler, mezeler, meyveler, çaylar, etler, peynirler hepsi için ayrı bölümler yapılmış.





Bu katta her şey o kadar cazip görünüyor ve herkes o kadar fazla şey alıyor ki, bir şeyler almadan geçmeniz pek mümkün değil. 



Üst katında da kahvaltı, kahve ve pasta servis eden bir kahve var. Brunch alırsanız, açılışı köpüklü şarap ile yapıyorsunuz; kahve içmek için uğradıysanız, yanında yiyeceğiniz tatlıyı seçmekte zorlanıyorsunuz. 

Almanya'dasınız ve tercihiniz bence Kaesekuchen olmalı. Cheesecake ile aynı anlama gelse de, tadı farklı ve harika. Denemenizi şiddetle tavsiye ederim.

(Dienerstraße 14)



Cafe Reitschule, binicilik okulunun içindeki cafe. Harika bir bahçesi var; ama biz oradayken yağmur yağdığı için iç kısımda oturduk. İçeride oturursanız, kahvaltınızı ederken, ortadaki kocaman cam ile çevrelenmiş alanda ata binenleri izleyebiliyorsunuz.



"Coffee Baby?" yazılı çok tatlı bardaklarda sabah kahvenizi içerken, harika kahvaltı menüsünden seçiminizi yapıyorsunuz. Sağlıklı beslenmek isteyenlere avokadolu, meyve salatalı, yoğurtlu; yumurta ile beslenmek isteyenlere çeşit çeşit omletli, hafif takılmak isteyenlere müslili pek çok kahvaltı tabağı sunuyorlar.


Hem karnınızın hem gözünüzün doyacağından şüpheniz olmasın. Pazar günleri, saat 14:00'ten sonra da New York usulü brunch party başlıyor. Pazar gününü dans ederek geçirmek isteyenlerin aklında bulunsun.

(Königinstrasse, 34)




Öğle yemeğinde tabii ki sosis yiyip bira içmelisiniz. Bunun için en popüler adres Hofbräuhaus. Burası, geleneksel kıyafetlerini giyenlerle her gün Oktoberfest ortamı sunuyor. 




Arka tarafında da kocaman bir bahçe var. Sosis olarak Almanya'nın bence en iyisi Bratwurst veya Bavyera bölgesine özgü Weisswurst yiyebilirsiniz. Yanında ne içeceğiniz zaten belli: Massbeer. Yani litrelik bira. 






(Platzl,9)

Eğer ben domuz eti yemem diyenlerdenseniz, karnınız acıktığında, yemeğe doyamayacağınız tazecik tereyağlı Pretzel'leri her yer yerde bulabilirsiniz. Özellikle Rischard, her yerde yüzlerce tatlı ve tuzlu hamur işi çeşitleri sunan dükkanları ile karşınıza çıkacaktır.
Akşam yemeği için mutlaka uğramanız gereken adreslerden biri, Theresa Grill. Burada rezervasyonunuz yoksa, kapının girişindeki rahat koltuklarda oturup, kokteyl yudumlayarak masa boşalmasını bekleyebilirsiniz.

Yemekleri oldukça lezzetli; ama yemeklerinden daha ön plana çıkan bir şey var burada: Garsonlar. Galiba model olmayan burada çalışamıyor. Uzun zamandır gördüğümüz en yakışıklı adamlar servis yapıyor burada. Bunun da pekala farkındalar, sizi oturtabilecekleri masaları gösterirken, cam kenarı, uzun masa gibi tanımlamıyorlar masaları; "Tatlı Mario'nun masası", "Yakışıklı Meyer'in masası" diyorlar. :)



Yemeğinizi seçmeden önce, şampanya ve mürver şurubu ile hazırlanan bir Hugo siparişi verebilirsiniz. Yemek olarak mutlaka et içerenlerden yana tercih yapmanızı öneririm, zira burada etler gerçekten leziz.






(Theresienstrasse, 29) 

Gece için istikamet ise tabii ki şehrin en popüler gece kulübü P1. "We own the night" sloganı ile yıllardır Münih'te gece dışarı çıkmak denildiğinde akla gelen ilk adres burası. Ancak kapısı sıkı; yani P1'a gitmeye niyetliyseniz, aklınızda mutlaka "giremezseniz gideceğiniz" ikinci bir adres olsun.

İçerisi 18- 40 yaş arası kitle ile dolu olduğundan, yaşınız kaç olursa olsun, burada yadırganmayacağınızdan emin olabilirsiniz. Gitmeden önce programlarını kontrol etmekte fayda var, bazı geceler özel etkinlikler olabiliyor.

(Prinzregentenstrasse, 1) 



Keşifle kalın!

18 Mayıs 2015

Kızlar Münih'te: Mini Story & BMW Museum

1 Mayıs işçi bayramı. Resmi tatil.

Emekçi kadınlar olarak sıkı bir kutlamayı hak ediyoruz. O yüzden yogitamın memleketi Münih'in yolunu tutmak için biletlerimiz hazır.


Biz yogitam ile sabah İstanbul'dan Münih'e doğru yola çıkacağız, İsviçre'ye gelin verdiğimiz kızımız Özge de Zürih'ten Münih'e gelecek, orada bir metro durağında buluşacağız. Kız kıza tatil zamanı!

Son zamanlardaki en kolay seyahat hazırlığımı yapıyorum. Çünkü gitmeden önce değil kapsamlı bir şehir araştırması yapmak, google'a Münih bile yazmıyorum.

Yogitam Münih'te doğmuş büyümüş çünkü. Direk lokal rehber ile gidiyorum. Havalanındaki yakışıklı çocuklara "Möchten Sie einen lokalen Reiseführer?" diyip  şakalaştığımda bile, tık tık gramer hatalarımı şefkatle düzeltiveriyor. Almanca konuşmayalı ne kadar çok zaman olmuş!

Almanya'dan kazan dibi siparişi verilmiş. Sabah onları dolapta unutup gitmemek için alarmlarımı "Kazandibi.", "Kazandibi unutma", "Kazandibi için son çağrı". diye adlandırıyorum. Elimizde uçağa kabul etmezlerse, oturup hepsini yemek konusunda sözleştiğimiz, paket paket kazandibi eşliğinde Münih'e ayak basıyoruz.

Havalimanında karşılandıktan sonra, yogitamın halasına kahvaltıya gidip, leziz börekleri mideye indiriyoruz. Yogitam için inanılmaz sürrealist bir an. Avukatlık stajyerliği yaparken ofisteki oda arkadaşı, Münih'te halasının evinde kahvaltı ediyor :))

Halasının, yıllar önce vefat eden kocasından bahsederken, gözlerinin dolması karşısında, "Ayyyy!" diyoruz. "Biz de bu kadar çok seveceğimiz bir adamla evlenelim Allahım lütfen" diye mırıldana mırıldana oradan çıkıyoruz.

Ben bir ATM'de duruyorum, üstümde hiç euro yok. Çünkü -daha önce de bahsettim- hangi ülkeye gidersem gideyim oradaki ATM'den para çekiyorum. Ama Munih'te çekeMİyorum. Çünkü bir problem olmuş ve maaşlarımız yatamamış. Sonra patronuma mail atıyorum, süper anlayışlı bir cevap alıp, paraya kavuşuyorum; ama bu ikisinin arasındaki zaman diliminde Munih'te ve gerçekten parasızım! :))) Muhtemelen hayatımın son on senesinde hiç parasız da kalmamıştım!



Özge de Munih'e ayak bastıktan sonra, ilk istikametimiz BMW müzesi oluyor. İki kısımdan oluşuyor, bir kısmı müze. Diğer kısmı ise yeni arabaları test edebileceğiniz bir show room var. Araba meraklısı biri olmayan benim için bile gerçekten çok ilgi çekici.


Müze olan kısmının büyük bir kısmı BMW'ye ayrılmış. Tarih boyunca yapılan BMW arabalarının gıcır gıcır örnekleri karşınızda duruyor. Aralarında filmler için veya tasarımcılar tarafından tasarlanmış sıra dışı arabalar da var.










Üstelik bizim bir de selfie çubuğumuz var. Mesela Roma'da elinde selfie çubuğu olmayan turist yoktu ama Münih'te tek çubuklu biziz. Her saniye fotoğraf çekiliyoruz, insanlara çok garip geliyor. Dönüp dönüp bakıyorlar. Kikirdeşiyoruz.



Müzenin bir diğer kısmı da Mini'ye ayrılmış. Zaten Mini severim; ama burada inanılmaz şeker şeyler var, dondurma arabaları, karavanlar...





Şimdi satışta olan arabaların sergilendiği kısım çok ilgimizi çekmiyor. Çünkü Almanya'dayız ve sokakta zaten o arabalardan istemediğiniz kadar çok var. BMW müzesinin içinde bir yerde oturuyoruz, birer bira söylüyoruz ve erkeklerin dedikodusuna başlıyoruz.


Akşamüstü bir saat kadar uyuyup dinlenmek için eve geliyoruz. Bir yatakta üçümüz yan yana dizilmişken, benim başucunda şarjda duran telefonumun alarmı çalıyor. Özge uzanıyor. "Kazandibi mi yazıyor bu alarmda?" diye soruyor.  Kahkaha atmaya başlıyoruz. Biraz sonra yeniden alarm çalıyor. "Kazandibi için son çağrı."


Özge "Canımı kazan dibi istettiniz be!" diyip yataktan kalkıyor. Bize İsviçre'den getirdiği çikolataları çıkartıyor. Bu çikolataysa bizim bugüne kadar yediklerimiz ne bilmiyorum; ama olağan üstü. Ihmmm, oyyyy, ahhh sesleri çıkartarak çikolatalarımızı yiyip geceye hazırlanmaya başlıyoruz.

Kendimi yeniden üniversitede gibi hissediyorum.
Ve çok iyi geliyor.

Pinterest'im

Instagram'ım