29 Haziran 2015

İsrail Seyahatine Dair Merak Edilenler: Vize nasıl alınıyor, sınırdan geçiş zor mu, elektronik pasaport kontrol nedir?

Tel Aviv, ne zamandır görmek istediğim şehirlerden biriydi. Seyahat tarihimiz yaklaştıkça, pek çok bilinmezin ortasında buldum kendimi. Çünkü uzun zamandır seyahat ettiğim ülkeler Shengen bölgesindeydi veya Bosna Hersek ve Sırbistan gibi vizesiz ülkelerdi. Bu sefer ise bambaşka bir vize prosedürü beni bekliyordu. Şimdi bütün vize ve sınır işlemlerini sorunsuz atlatmış ve Tel Aviv'de harika günler geçirmiş olarak, edindiğim bütün bilgilerle karşınızdayım.

İsrail Vizesi Nasıl Alınıyor? 

Israil vizesi için önceden randevu almanıza gerek yok. Gerekli evraklarınızı (ki bu listeye şuradan ulaşabilirsiniz) topladıktan sonra haftaiçi bir gün saat 10:00 ile 13:00 arasında Levent'teki Yapı Kredi Plaza C Blok'ta bulunan İsrail Konsolosluğu'na gitmeniz gerekiyor. Yukarı, çanta, telefon gibi hiçbir şey çıkartamıyorsunuz, neyiniz varsa hepsini güvenlikte bırakıyorsunuz. Konsolosluk katına çıktığınız zaman da güvenlik tarafından sorgulanmaya başlıyorsunuz. Buraya yalnız mı geldiniz, aşağıda sizi bekleyen kimse var mı, üzerinizde herhangi bir silah bulunuyor mu gibi yaklaşık on tane soruya cevap verdikten sonra, vize bölümünden içeri girebiliyorsunuz.

İçeri girdikten sonrası oldukça problemsiz; işlem altı gün sürüyor, altı gün sonra gelip pasaportunuzu teslim alabiliyorsunuz. Bence en güzel tarafı, İsrail Vizesi'nin ücretsiz olması.

Bir de şuna dikkat etmenizi tavsiye ederim:  Dışişleri Bakanlığı'nın sitesinden detaylı bilgiyi edinebileceğiniz üzere, pasaportunuzda İsrail vizesi veya giriş damgası var ise, İran, Kuveyt, Libya, Lübnan, Suriye, Sudan, Suudi Arabistan ve Yemen'e giriş yapamıyorsunuz.



Ülkeye Giriş- Çıkışta Sorun Yaşanıyor Mu?

Açıkçası herkes beni bu konuda o kadar çok uyarmıştı ki, sınır kapısından geçiş bakımından oldukça endişeliydim. Üstelik de pasaportumda hali hazırda bir Lübnan'a giriş kaşesi vardı. Bu yüzden kendimi en kötüsüne hazırlamıştım.

Öncelikle eğer ki Türk Hava Yolları ile uçacaksanız, İstanbul'daki havalimanında check-in yapmak için doğrudan "Bütün Uçuşlar" yazan bankoların sırasına girmeyin,  ekrandan güzelce check-in bankosu numarasını kontrol edin. Çünkü Amerika uçuşları gibi, farklı bir bankoda, güvenlik incelemesi yapıyorlar ve pasaportunuzda bu güvenlikten geçtiğinizi gösteren sticker yoksa uçağa kabul edilmiyorsunuz. Pegasus'un ise böyle bir uygulaması yok. Diğer bütün uçuşlardaki gibi check-in, harç pulu, pasaport kontrol aşamalarından sonra uçağa binebiliyorsunuz.

İsrail sınırında evet on beş dakika kadar sorulan soruları yanıtlamam gerekti. Neden bu kadar sık ve kısa süreliğine yurt dışına çıktığımı filan açıkladım. Ama kesinlikle rahatsız veya tedirgin edici veya eziyete dönüşen uzunlukta bir sorgulama süreci yaşamadığımı söyleyebilirim.

Bence asıl dikkat edilmesi gereken kısım Türkiye'ye dönüş kısmı. Biletinizin altındaki uyarılara bakarsanız, üç saat öncesinden havalimanında olmanız gerektiği yazıyor ve bunu kesinlikle ciddiye alın. Yoksa uçağınızı kaçırmanız oldukça muhtemel. Çünkü havalimanında, daha pasaport kontrolden filan geçmeden önce, check-in yapabilmeniz için bir güvenlikten geçmeniz gerekiyor ve biz bu güvenliğin sırasında bir saate yakın bir süre beklemek zorunda kaldık.

Pasaport fotoğrafınızla sizi karşılaştırıyorlar ve çeşitli sorular soruyorlar. İngilizce bilmiyorsanız, Türkçe hazırlanmış test gibi soru kağıtları var, size Türkçe soruyu gösteriyorlar, şıkları seçiyorsunuz. Açıkçası ben oldukça sık ve kısa seyahatlerim ile şüphe çekip, pek çok garip soruya maruz kalmış olmakla birlikte, rahatsız edici veya gerici bir durumla karşılaşmadım. Yalnızca dönerken havalimanına erken gidin yeter.

Bir de bana sorarsanız el bagajı almayın, uçağa binene kadarki güvenlikler oldukça sıkı. Bagajınızı kabin altı olarak teslim ederseniz, sonraki kontrollerden çok daha hızlı ve sorunsuz geçersiniz.

Havalimanına ayak bastığımızda erken geldiğimizi düşünmüş, en kötüsü birer kahve içip oyalanırız demiştik; ama bütün bu aşamaları atlatmamız gerçekten üç saat kadar sürdüğü için hiç öyle bir zamanımız olmadı.

Elektronik Pasaport Kontrol Nasıl Bir Şey?

Benim için enteresan ve güzel olan kısım ise, Tel Aviv Havalimanı'nda pasaport kontrolünün elektronik olarak yapılmasıydı. Hani sınırdan geçerken, önünde upuzun kuyruklar olan pasaport kontrol gişeleri olur ya, Tel Aviv havalimanında pasaport kontrolünüzü kendiniz bir elektonik cihazdan yapabiliyorsunuz.

Biyometrik pasaportunuzu bu cihaza okutuyorsunuz ve kameraya bakıyorsunuz, pasaportunuzdaki fotoğrafla sizi eşleştiriyor. Oldukça enteresan bir alet; çünkü ben pasaport fotoğrafımda gülümsüyordum, bu kameraya bakarken gülümsemediğim için beni ilk önce eşleştiremedi. Görevli benim çaresizliğim karşısında yardımıma yetişti ve beni aynen pasaport fotoğrafımdaki gibi poz vermem konusunda uyardı. Gülümsediğimde evet o alet beni eşleştirmeyi başardı.

Bu işlem tamamlandığında bilet gibi bir kart veriyor ve sınırdan bu kartı açılır kapanır kapıya okutarak çıkabiliyorsunuz. Bu kadar çok seyahat ediyorum, bu kadar teknolojik bir sınırdan geçiş ilk defa Tel Aviv'de yaptım.



Israil'de Gezerken Pasaportum Yanımda Olmalı Mı?

Benim pasaportum bütün seyahatim boyunca yanımdaydı; ama Tel Aviv'de pasaportumu kullanmamı gerektiren hiçbir durum olmadı. Jerusalem'den ayrıca bahsedeceğim, Jerusalem'e gidecekseniz pasaportunuz ve hatta mümkünse kimliğinizde din hanesi yazıyorsa kimliğiniz yanınızda bulunmalı.

Para Birimi Nedir? Pahalı Bir Ülke Mi? 

İsrail'de geçerli para birimi "Şekel". Ben ne zaman "Şekel" desem, "Fransız mısınız?" diye sordular, direk Türkçe gibi okuduğum için. Doğrusu nasıl teleffuz ediliyor hala hiçbir fikrim yok :))

100 TL, yaklaşık 140 ILS (Şekel) yapıyor.

Belgrad'da olduğu gibi insan kendini çok zengin hissetmiyor; ama şu andaki Euro kuru ile Avrupa'da olmak gibi bütçeyi bitirmiyor. İstanbul'da dışarı çıkıp gezip tozduğunuzu düşünün, ne harcıyorsanız, Tel Aviv'de de onu harcarsınız.

İlk bilgiler bu kadar, bütün seyahatin detayları, gezip gördüğüm her yer tabii ki önümüzdeki günlerde burada olacak! Merakla kalın!

28 Haziran 2015

Üşümüyoruz biz, üşümüyoruz, martini içiyoruz.

"Küçük ve gizli de olabilir. İllaki görkemli, gitmeli gelmeli, kapıları çarpmalı, karakter çakmalı, olaylar patlamalı da olması gerekmiyor. Kendi halinde, tek kişilik, çıplak gözle görülemeyecek kadar küçük bile olsa, birkaç macera yaşamadan kapatmamalı bu hayat faslını.

Çok para kazanınca bir şey olmuyor misal. Havlular düzgün durunca, geniş ekran televizyon alınca, daha iyi koltuk takımı edinince, iş yerinde performans değerlendirme testlerinde göğse kırmızı kurdeleyi çakınca bir numara olmuyor. Böyle bir hayatta, torununuza anlattığınızda, gözlerini yerinde oynatacak, ağzını açık bıraktıracak hikayeler birikmiyor. Bir roman kahramanı gibi hissetmeden, bir kere bile The End yazısının ardından batan güneşe karşı kahramanca klark çekmeden bitiyor, senden benden geçiyor bu hayat. Değer mi?"

Hayata dair yazdığı yazıları ve romanlarını gerçekten çok sevdiğim Ece Temelkuran'ın bir yazısının başlangıcıydı yukarıdaki paragraf. 


Şu anda son saatlerini yaşadığımız, tamamen spontane gelişen haftasonu, ironisiyle, kahkahası ile sohbetleri ile, yaşananları ile bende dönüp bu paragrafı yeniden okuma isteği uyandırdı. Yeni insanlar tanıdım, hayat dersleri aldım, durdum, düşündüm, ezberlerimi bozdum. Hepsinden güzeli bol kahkahalı harika bir haftasonu geçirdim.

Annem ile farklı şehirlerde yaşamamızın en güzel yanlarından biri birlikte geçirdiğimiz zamanların gerçekten dolu dolu olması; aynı evde yaşayıp "günaydın", "yemekte ne var?" gibi günlük diyaloglar yerine, buluştuğumuzda gerçekten konuşuyor ve bir şeyler paylaşıyor olmamız. Bu sefer annem haftasonluğuna İstanbul'a gelirken, yalnız değildi;  yakın bir zaman önce tanıştığım oldukça şahsına münhasır ve matrak arkadaşı Ayşegül ile birlikte geldi.

Cuma akşamı buluştuğumuzda herkesin karnı çok acıkmıştı, Ayşegül'ün "Adana'dan gelen adama lahmacun mu yedirilir?" isyanlarına rağmen,  Arruha'nın yolunu tuttuk. Leziz lahmacunlarla karnımızı hızlı biçimde doyurduktan sonra, asıl soru geldi: "Evet nereye gidiyoruz?"

Nişantaşı, oturup bir şeyler içmek için sonsuz mekan seçeneği sunuyor; ama büyük bir kısmı yol kenarında şehir dışından gelen birini kesinlikle cezbetmeyecek sıradanlıkta. Üstelik de klasik "Rezervasyonuz var mı?" sorusu üstüne, kenarda köşede küçücük bir masaya sıkışma, bütün bir gece de garsonu kovalama zorunluluğunu beraberinde getiriyor. Bu yüzden "Hadi, Spago'ya gidelim." dedim. En azından içeceğimiz kokteyllerin lezzetli olacağı garantili olurdu.


Annemin St. Regis'in buram buram lilyum kokan lobisinden girdiği anda ruh hali değişti, yüzündeki gülümsemesi büyüdü. 

Bütün haftasonu boyunca, çok ironik ve bir o kadar da keyifli bir biçimde, şehrin lüks ve salaş noktaları arasında mekik dokurken, bu değişimin tekrarlanması nedeniyle, annemin uyuşturucusunun "lüks" olduğu konusunda aramızda yaptığımız espri de bu iki günün mottolarından biri haline geldi. :)

Spago'nun terasındaki barı harika; deniz manzarası sunmasa da ışıl ışıl bir şehir manzarasına bakıyor, oldukça havadar ve servis gerçekten çok iyi. Burada London Calling, Pandora's Box ve Peace on Earth kokteyllerini tattık. Peace on Earth, içinde yumurta olması sebebiyle bence biraz kötü kokuyordu, hepimizin ortak favorisi ise Pandora's Box oldu.

Ben kokteyllerimizi yudumlarken, kızlarla birkaç gün önce konuştuğumuz konuyu açarak, kadınlar olarak kendi ayakları üstünde durma takıntısını abarttığımızı, bu durumun da erkekleri pasif ve tembel bir hale getirdiğini iddia ettim. Masada 20'lerini, 30'larını ve 50'lerini yaşayan ve bambaşka hayat deneyimleri olan üç kadın olarak, saatlerce bu konuyu tartıştık. 

Bu sohbetin sonunda, vardığımız sonuç benzerdi. Bizim annelerimiz, güçsüz ve ekonomik yönden bağımlı kadınların, mutsuz evliliklerini çaresiz biçimde sürdürmek zorunda kaldıklarını deneyimledikleri için, kendi kızlarının aynı şeyleri yaşamasını istememişler, bu nedenle bizi "ekonomik bağımsızlığa sahip olmamız gerektiği" bilinciyle yetiştirmişlerdi. Ancak kızlar bu işi abartmış, "Erkekler olmadan da yaşarız." havalarına girmiş, bu sırada erkekler de kadınlar kendilerinden bağımsız hale geldiği için o koruyucu, kollayıcı tavırlarını kaybetmişlerdi. 


Kokteyllerin üzerine Hendirck's ler yuvarlanırken, yine klasik üçgen teorisine dönmüştük. Bu teoriye göre, bir erkek hiçbir zaman bir üçgenin üç köşesi de olamaz. Harika davranan zengin adam, yakışıklı değildir; zengin ve yakışıklı adam maldır; yakışıklı ve iyi huylu adam da parasızdır. Yani özetle, beyaz atlı prens yalnızca masallardadır ve bir kadının yapabileceği en doğru şey önceliği belirlemektir.

Kahkahalar eşliğinde pek çok hayat deneyimi paylaşılırken, mutabık kalınan bir şey vardı ki, kadın kendi ayakları üstünde durmalıydı ve erkeğin de güçlü olması, kadına ihtiyaç duyduğunda yanında bitmesi, kadına yepyeni ufuklar açabilmesi harika bir şeydi. 


Ertesi sabah, erkenden uyanıp, Beşiktaş Evlendirme Dairesi'nin oradaki Cake House'un yolunu tuttuk. Leziz yumurtalı ekmek ve pişileri mideye indirip, sabah kahvelerimizi içtikten sonra Beşiktaş Cumartesi Pazarı'na gittik. (Bu pazardan daha önce şurada bahsetmiştim.)


Elimiz kolumuz poşetlerle dolu eve döndüğümüzde, Ayşegül'ün bana hediye aldığı ve iyi bakıp öldürmeyeceğime söz verdiğim, harika renkli horoz ibiği çiçeklerim balkonumdaki yerini aldı, pazardan alınan taze fasülyeler leziz bir zeytinyağlı yemeğe dönüştü ve biz Moda'ya gitmek için üstümüze bir jean ve tshirt geçirdik. 


Gelen bir telefon bütün planımızı değiştirdi, yarım saat sonra Four Seasons Otel'de oturmuş, şakır şakır yağan yağmuru ve harika İstanbul manzarasını izleyerek kokteyllerimizi yudumluyorduk. 

Ben bu otele yıllar yıllar önce gitmiştim, bir daha da yolum düşmemişti. Ön bahçesindeki manzara ve ortam o kadar keyifli ve Espresso Martini o kadar lezzetliydi ki, yaşadığım şehirde nasıl güzellikleri ıskaladığımı bir daha sorguladım. 

Ben Espresso Martinimi yudumlarken, bütün ezberlerimi birkaç saat içinde bozacak bir abi ile az sonra tanışacağımın farkında değildim. 

Tanıştığımızın onuncu dakikasında, o zamanın kırk yaşından sonra daha hızlı geçtiğini söylerken, ben ise bizim yaşlarımızın en çok çalışabileceğimiz yaşlar olduğu için işin, hayatımızın büyük bir kısmını kapsadığını iddia ederken, bana "Sen dangalaksan ben ne yapabilirim?" dediğinde, içimden "Hoppala!" demek dışında yapabileceğim başka bir şey yoktu. Gerçekten yirmili yaşların sonunu otuzlu yaşların başını, belki de hayatımızın en enerjili, en güzel güzel olduğumuz yıllarını günde on saatten fazla çalışarak tüketmek, dangalak değil miydi? 


Daha sonra hayatımda yediğim en hafif risottoyu büyük haz ve hızla mideye indirirken ve gerçekten çok lezzetli bir şarap yudumlarken, kendisinden erkekler konusunda büyük hayat dersleri aldım. Aldığım derslerin büyük olmasının sebebi, benim bu güne kadar "doğru" bildiklerimin hepsini alaşağı etmesiydi. O kadar aykırı şeyler söylüyordu ki, ilk tepkim haliyle itiraz etmek oluyordu; ama sonra o büyük bir sakinlik ve özgüvenle beni ikna ediyordu. Bunları burada bir iki cümle ile özetlemem, aldığım derslere haksızlık etmek olur; ama gerçekten deneyeceğim ve bu konu hakkında yepyeni yazılar yazacağım. Şimdilik söyleyebileceğim şey şu ki, üzgünüm ama kızlar, belki de biz hep yanlıştık, belki de hata yapan erkekler değildi, bizdik.



Four Seasons'tan çıktığımızda kafamız şahaneydi ve muhtemelen orada demlenip açık havada Şebnem Ferah konserine giden tek insanlar da bizdik. Ortaokul ve lise yıllarını Şebnem Ferah dinleyerek geçirmiş bir insan olarak elbette konserden çok keyif aldım; ama her şarkının arasında beş dakika ara verildiği için konseri oldukça eleştirebilirim. Herkes avaz avaz şarkılara eşlik ediyorken, şarkı bitip, sahnenin kararması ve bir sonraki şarkıya kadar üç beş dakika ara verilmesi, seyircilerin "Şebnem benimle evleeeen!", "Bugün benim doğum günüm." gibi bağrışmaları, konser havasına girmeyi imkansız hale getiriyordu.

Her şeye rağmen, aradan yıllar geçse de, Şebnem Ferah'ın bazı şarkılarının hala çok efsane olduğunu düşünüyorum. En sevdiğim şarkıyı seçmek oldukça zor; ama sanırım Sigara, Bu Aşk Fazla Sana ve Mayın Tarlası listemin başını çeker.



Pazar sabahı da güne Dolapdere Bit Pazarı'nda başladık. Dolapdere Bit Pazarı, bence şehirdeki en fotojenik yerlerden biri. Sokaklarında dolaşmayı insan çeşitliliği sebebiyle gerçekten çok seviyorum.






Bu gün de bütün o salaşlığın ve yokluğun içinde, film sahnesi gibi bir ana denk geldik. Yere serilmiş kirli bir örtünün üzerine, pek çok ıvır zıvır eşyayı atmış bir amcanın örtüsünün üzerinde, gayet iyi giyinmiş bir kız ve erkek oturuyordu. Erkek bir elinde cigarası, onu fosur fosur içerek adamın sattığı orgu çalıyordu. Satıcı Amca, örtüsünün üstünde oturan mini şortlu şaşkınlıkla kıza bakarak, "Şu tarafa otursan daha rahat edersin bacım." dedi. Kız, harika güneş gözlüklerinin arkasından büyük bir rahatlıkla satıcı amcaya cevap verdi: "Yok aşkım, ben burada rahatım." Ve biz bütün o curcunanın ortasında kahkahalar atarak bu harika sahneyi hipnotize olmuş gibi izlemeye başladık.

Bu gün pazardan topladığım ganimetlerim de bunlar. Özellikle minicik bira bardağı şeklinde shot bardaklarına aşık oldum.


Pazardan sonra kahvaltı etmek için Karaköy'ün yolunu tuttuk.  Muhit'te Muhit Tost ve Avokadolu Tostları yuvarlayıp kahvelerimizi içtik ve sokaklardaki grafittilerin keyfini sürdük.





Sonraki istikametimiz Zorlu oldu, Beymen'de harika bir indirim vardı. Ayaklarımızda bambaşka ayakkabılar, kahkahalı sohbetler ederek alışverişimizi tamamladıktan sonra, Morini Lounge'ta biralarımızı yudumlarken, bu haftasonunun en keyifli anlarını listeledik.

Şimdi, onları havalimanına uğurlamış haftasonunu kapatırken, emin olduğum bir şey varsa, o da hayat kahkaha atarak çok daha güzel. Ve bazen "The End yazısının ardından batan güneşe karşı kahramanca klark çekmek" için başka bir şehre gitmeye bile gerek yokmuş...

25 Haziran 2015

Always be yourself. Unless you can be a unicorn. Than always be a unicorn.

"Bir kahveye ihtiyacım var." diye düşünüyor. Sonra gözü saate kayıyor. İçmese daha iyi olacağına karar veriyor. Saat yeterince geç...

Gözlerini kapatıp arkasına yaslanıyor kadın.

Hayatı boyunca bir ilişkinin nerede filizlendiğini de nerede çatırdamaya başladığını anlayamamış olduğunu fark ediyor o anda.

"Şanslı bir kadın mıydım, yoksa fazlasıyla flörtöz müydüm?" diye sorguluyor kendini. Hayatının son on senesinde yalnız kaldığı, bir aydan uzun bir dönemi hatırlayamıyor.

Hatta arkadaşlarının, bir ayrılıktan hemen sonra, kolunda yepyeni sevgilisi ile onu gördüklerinde dostane biçimde "Acaba yeni bir ilişkiye başlamadan önce, biraz yalnız mı kalmalıydın?" diye dostane biçimde kendisini uyarmaları kulaklarında çınlıyor.

Kendiliğinden gelişen hiçbir şeyi durdurmamayı, kendiliğinden olmayan hiçbir şeyi de zorlamamayı tercih ediyor galiba her zaman. Hayatın bir akışı olduğuna yürekten inanıyor.

Bu adamla da  "Bir süre hayatımda kimseyi istemiyorum." dediği bir zamanda tanışmışlar, olağan dışı hiçbir yakınlaşma olmaksızın, birlikte bir kahve içmişler, birkaç konsere gitmişler, bolca sohbet etmişlerdi. Sonra o olağan akış içinde sevgili olmuşlardı.



İki yıldan uzun bir süredir birliktelerdi; ama aslında adam ile çok farklılardı. İnişleri bu yüzden yaşıyorlardı. Sonra birbirlerini dengeleyebileceklerine ve birlikte harika olabileceklerine inanıp, barışıyorlardı.

Aslında gerçekten de bazen harika oluyorlardı olmasına; ama o iniş çıkışlarda çok şey kırılmıştı aralarında. Yine de bütün o hayal kırıklıklarına rağmen, birbirlerinden ayrılabileceklerini kesinlikle düşünmüyorlar, evlenme hayalleri kuruyor, hangi semtte yaşayacaklarının kavgasını bile yapıyorlardı.


Ve bir çamaşır makinesi yüzünden az önce bu ilişkiyi bitirmişti.

"Çamaşır makinesi yüzünden ayrıldık." diye düşününce, kendi kendine gülmeye başladı. Gerçekten de böyle söyleyince kulağa çok komik geliyordu.

Ama bozulan bir çamaşır makinesi, onun hayatının geri kalanını mutsuzluktan kurtarmıştı. Bugüne kadar görmezden gelmeye çalıştığı bir gerçeği yalın, yanlış anlaşılmaya imkanı olmayan biçimde önüne sermişti.

Bütün bir haftayı inanılmaz bir koşturma içinde geçirmiş, tam haftasonu sevgilisiyle birlikte tatile gitmenin heyecanını yaşayacakken çamaşır makinesi bozulmuştu. Teknik servisin çalışma saatlerinde, kendisi ofiste olacağı için tamir ettirmesine imkan yoktu. Ve tatile giderken yanına almak istediği bazı şeyleri yıkaması gerekiyordu. Akşam üstü konuştuklarında çamaşır makinesinin bozuk olduğunu, seyahat valizi konusunda problemleri olduğunu adama söylemiş, "En kötüsü oradan bana renk renk şalvarlar alırız değil mi?" diye işi şakaya vurmuştu.

Adam onun sıkı mesai saatleri ile çalıştığını biliyordu. Bu yüzden içten içe adamdan -en azından laf olsun diye bile olsa - "Yardım edebileceğim bir şey var mı?" diye sormasını beklemişti. Tabii ki her zamanki gibi beklediği ile kalmıştı.

Adam ona en büyük hayal kırıklıklarını hep onun yardımına ihtiyacı olduğunda yaşatmıştı. İyi niyetliydi, kendisini de seviyordu; ama incelik denilen şeyden zerre kadar nasibini almamıştı.

Gözünün önünden adamın yaptığı nice mallık geçti. Galiba hiçbirini affetmemiş; ama bir gün adamın biraz daha ince düşünceli bir adama dönüşebileceğine büyük bir içtenlikle inanmıştı."Ne kadar büyürsem büyüyeyim, hep masallara inanacağım galiba." diye mırıldanıp gülümsedi.


Akşam adam, Kadıköy'de maç izleyip eve dönerken onu aramıştı. Kadının yorgundu, konuşmak istememişti, kısa kesmişti. Telefonu kapatır kapatmaz adamdan "Çamaşıra sıktın gerçekten canını." diye bir mesaj gelmişti. Bozulan çamaşır makinesi hakkında mesajlaşırlarken, "Keşke bugün gelip benden biraz kıyafet alsaydın yıkamak için filan." demişti kadın.

Adam ise, "Senden gelip çamaşır mı alsaydım? Erkeğe yakışmaz o hareket." diye cevap vermişti. Kadın şok olmuştu, adamın ciddi mi olduğunu, şaka mı yaptığını anlamaya çalışmıştı. Adam oldukça ciddiydi.

O güne kadar görmezden geldiği gerçek, apaçık önünde duruyordu. Bu adam ile hayata çok başka yerlerden bakıyorlardı. Doğru veya yanlış olmazdı bu işlerde; ama kadının aklındaki erkek figurüne bu adamı oturtmak gerçekten imkansızdı.

Kendisine inanamadı. Bu adamla mı evlilik planları yapmıştı? Üç parça çamaşırı erkekliğine yediremeyen bu adamla mı ömrünün geri kalanında binlerce sorunla baş etmesi gerekecekti?

Çamaşır bahaneydi her türlü yolu bulunurdu, her kadının dolabında giymediği kıyafetlerden on seyahatlik valiz düzülürdü; gerekiyorsa yeni makine bile alınırdı. Ama karşısındaki adamın, sevgilisine yardım edebileceği bir konuya "Erkeğe yakışmaz." olarak bakabilmesine bulabildiği tek çözüm, o adamı hayatından derhal uzaklaştırmak oldu.


Biraz hüzün, biraz rahatlama hissetti. Sonra hatırladı. Adamın onu ne kadar hastayken bırakıp dışarı çıktığı ve tek başına ağlayarak geçirdiği geceyi, adamın sabaha karşı eve geldiğinde "Gelmeyecektim, karşıda kalacaktım. Ama geldim." açıklaması ile geldiği için harika bir şey yaptığını sandığını. Bu adam, üç parça çamaşır için mi sevgilisini kırmayacaktı?

Eline telefonunu aldı. "Çamaşır makinem bozuldu. Tatile çıkacağım, çok mutsuzum giyecek hiç kıyafetim yok." yazdı. Başka bir adama... "Aa, buna mı sıkıyorsun canını. Dur arıyorum, buluruz bir çözüm." diye cevap geldi.

İstediği aslında çözüm değil, teyitti. Artık emin olmuştu, bir erkeğin yapması imkansız şeyler beklemiyordu, fakat yanlış adamdan yanlış şeyi bekliyordu. İçindeki hüzün yok oldu, rahatlama büyüdü.

Telefonunu kapattı, kendisini yumuşacık yatağında uykuya teslim etti.

---

Aradan günler geçmişti, adam ile barışmış, kavga etmiş, hiçbir şeyi tamir edememişlerdi. Çünkü kadının aklında her şey artık netti. Bir ilişkide her şeyi çözebilecek olan tek şeyi kaybetmişti: İnanmayı... Ve bitmişti.

Kızlarla Nişantaşı'nda oturmuş laflarlarken, hepsinin farklı adamlara ilişkin aynı şeyden şikayetçi olduklarını fark ettiler. Adamlar, yeterince güçlü değildi, yeterince kadınların arkasında değildi, hiçbir şeyin ucundan tutmuyorlardı.

Neden erkekler kurtarıcı, koruyucu, çözüm bulucu olmaktan vazgeçmişlerdi? Neden problem sadece bir veya iki tane adamda değil, çoğundaydı?

Biliyorlardı ki, her şey bu "özgür, ayaklarının üstünde duran kadın" tripleri yüzündendi. Evet bu imajı seviyorlardı, topuklularını giyip işe gitmeyi, para kazanmayı da sevmişlerdi; ama sevdikleri sadece bu görüntü ve fikirdi. Aslında ayaklarının üstünde duran kadın filan olmayı istemiyorladı; onlar çocukluklarında evcilik oynadıkları gibi, "özgür, ayaklarının üstünde duran" kadını oynamak istiyorlardı. Sıkıldıklarında, yorulduklarında da bu oyunu bırakıp,  gücünü hissettikleri bir erkeğe yaslanmaya ihtiyaçları vardı.

Gece biterken kadehlerini tokuşturup güldüler. "Tamam olmadı, hata yaptık. Bu eşitlik, özgürlük böyle olmuyor. Hadi mağara adamlarına dönelim. Her şeye yeniden başlayalım!"

Dip Not: Özlemiştiniz bu yazıları biliyorum; ama bir ilişki içindeyken böyle yazılar yazamıyorum. Adama ne kadar aşık olduğumdan bahsetsem götleri kalkıyor, ilişkiyi eleştirsem surat asıyorlar. Başıma iş açmış oluyorum. Ama malzeme çok, yeniden merhaba!

23 Haziran 2015

Abla muzunu unuttun!

Bir süredir yazamadım.

Toplandım, yollara düştüm, bir sürü şey deneyimledim, geri geldim. Valizlerimi bile boşaltamadım. Çalıştım, hayal kurdum, gittim, geldim, karıştım, listeler yaptım, uyudum, uyandım, kahve içtim, yazdım, düşündüm, biraz daha karıştım, kahkalalar attım, yeni insanlar tanıdım, yaramazlıklar yaptım, sorumluluklar aldım, markete gittim, mailler attım, fotoğraflar çektim, notlar aldım, giyindim, soyundum, şaşırdım, üzüldüm, karıştım, müzikler dinledim, kadehler tokuşturdum, adımlarımı saydım, boş boş duvara baktım, hızlı hızlı kararlar aldım.

Günler birbirine bazen uykusuz, bazen çok uyuyarak bağlandı. Her zamanki gibi bol bol kahve içtim.

Bir ay içinde Hemşin'in dağlarının tepesinden manzarayı izledim, Prag'ta Charles Köprüsü'ne karşı Pilsener Urquell yuvarladım, Mescid-i Aksa'ya gidip dua ettim, İstanbul'da evimin koltuğunda yayılıp Cemal Süreya okudum, Tel Aviv sahillerinde güneşlendim, Kapadokya'da balonların sesi ile uyandım.

Bazen durup geçmişe bakıp hayatta çok yol katettiğimi düşündüm, aradan on saniye geçmeden kendimle dalga geçtim hala toy bir genç kız gibi düşündüğümü ve davrandığımı fark ettim.

Biraz daha kahve içtim, yapılacaklar listemi biraz daha uzattım. İşe gittim, işten geldim.


Sonra bir anda her şey netleşti. Ne istiyorum, ne istemiyorum, ne beni mutlu ediyor, neden mutsuzum. Uzun zamandır olmadığı kadar net biliyordum.

Nasıl olduğunu bilmiyorum ama bir anda içimdeki bütün fırtınalar duruldu. Hafifledim. Belki de bu kadar arsızca seyahat etmemin bir sebebi vardı. Belki de gerçekten kendimi bulmam için gitmem gerekiyordu.

Bugün marketten çıkmış kulaklıklarımı takmış, eve doğru yürümeye başlamışken, arkamdan kasiyer çocuk koştu: "Abla muzunu unuttun."

Güldüm. "Muzu boşver, kendimi buldum." dedim. "Deli" dedi muhtemelen içinden. Hatta galiba benden korktu. Teşekkür ettiğimi bile duymadan kaçtı.

Ben tekrar kulaklıklarımı taktım,  "Olmalı", "Bunu yapmalısın." "Doğrusu bu"ları arkamda bıraktım, muzumu yedim, kahvemi içtim. Sevgilimden ayrıldım. Çok içten gülümsedim.

Yeniden merhaba! 

12 Haziran 2015

Hemşin yaylarına gidilir mi karadan oy! Rafting ve Moyy Mini Otel

Çamlıhemşin'de gezerken, dağlara çıkarken, nehir hep yanımızda. Görüntüsüyle, gürül gürül sesiyle...

Nehrin sesi ve manzarasının tadını çıkartırken, gözümüz bir yandan da nehrin ortasındaki kocaman kayalarda.

Çünkü planlarımız arasında rafting yapmak, aklımızda hep aynı soru var: "Bu nehirde çok kaya var, başımıza bir iş gelir mi acaba?"

Kime "Rafting hakkında ne düşünüyorsunuz?" diye sorsak, "Biraz erken şu an, debi çok yüksek." cevabını alıyoruz. Sonra soruyu değiştiriyoruz: "Bu mevsimde rafting yapılır mı?" diye sormaya başlıyoruz. "Evet, profesyonellerin en sevdiği zamanlar şimdi." diyorlar.

Hoppala! Profesyonel filan değiliz biz. Hatta hepimiz hayatımızda ilk defa deneyeceğiz.

En sonunda bizim Osman Abi'ye soruyoruz. Bir tekerleğimizin dışarıdan döndüğü virajlı yollarda giderkenki sakinliği ile cevaplıyor: "Bir şey olmaz." Tam biz oh çekecekken ardından ekliyor: "Miladınız dolmadıysa..."

Neyse aracımıza doluşuyoruz, rafting alanına gidip orada bizden başka bu işe kalkışan olup olmadığına bakarak karar vereceğiz. Rafting alanına geldiğimizde hepimiz birbirimizin ne düşündüğünü anlamak için birbirimize bakarken, rehberimiz Yuchi'den komut geliyor: "Araç in!"

Osman Abi bizimle "Düşerseniz sırt üstü yatın, ben giderim Batum tarafından karşılarım sizi." diye dalga geçerken, araçtan iniyoruz. Nasıl olduğunu anlamadan, elimizde kürekler, kafamızda kasklar, ayağımızda plastik ayakkabılar kendimizi botun içinde buluyoruz.

Komut bir: Küreği asla elinden bırakmayacaksın.

Küreği nasıl çekmemiz gerektiğini uygulamalı olarak bize gösterirlerken, kasti biçimde üzerimize bolca su atıyorlar. Su o kadar soğuk ki! Ayaklarımı hissetmemeye başlıyorum. Bir anda kayaları filan unutuyorum, ayaklarım bu kadar üşürken kaç saniye dayanabileceğimden emin değilim!

Bütün bu huysuzluklarımız, botumuzu akışa doğru ittikleri anda bitiyor. Talimatlara göre küreğimizi çekiyoruz, talimatlara göre kürekleri sudan çıkartıp botun içine oturuveriyoruz. Ve inanılmaz eğlenceli dakikalar geçiriyoruz.







Ve rafting bittiğinde herkesin keyfi yerinde, "İyi ki vazgeçmemişiz." diyoruz. Dönüş yolunda hepbirlikte söylüyoruz: Aradum sevduğimi, daha dayanamadum oy daha dayanamadum. hemşin yaylalarına gidilir mu karadan oy gidilir mu karadan oy!



Rafting üstüne Moyy Mini Otel'in yolunu tutuyoruz. Daha dışından kendini belli ediyor, çok şık. İçerideki upuzun barın üstünde çeşitli otlar arasında Namaste yazan bir kara tahta var. Ahşap masaların üzerinde tazecik çiçekler, duvarlarda kitaplar...



Yan tarafındaki minik dükkanda da oldukça zevkli şeyler satılıyor.



Asıl harika olan şey ise kesinlikle kocaman balkonu. Rize'de nehre karşı beyaz yataklarda yatıp, leziz kahveler yudumlamak için daha iyi bir adres olduğunu sanmıyorum.



Keyifle ve kahveyle kalın!

10 Haziran 2015

Şelale manzarasına karşı günaydın, Kaçkarlara karşı şerefe.

Ne zaman kendi başıma kalsam, önümde uzun bir yapılacaklar listesi olmasa veya o listeyi siktir etsem, bir konuya takarım ben. Aklımda evirir çevirir, o konuda yazılmış bir sürü kitap okur, her sohbette de bunlardan bahsederim. 

Bir aralar da "lüks" kavramına takmıştım böyle. Lüks, maddeler ile kendini ifade etme mi, bir his mi, marka taşıyan ve herkeste olmayan nesneler mi, yoksa nesnelerden tamamen soyut bir şey mi diye sorgulayıp durmuştum. 

Tam bu dönemde Paris'e yaptığım tek başıma bir seyahatte eşlikçim olan Thierry Paquot'un Lükse Övgü kitabı sayesinde bu konudaki fikirlerimi yerli yerine oturtmuştum: "Ama siz belki içten içe lüksü, yapmak istediğiniz şeyi, istediğiniz zaman yapma özgürlüğü ile ilişkilendiriyorsunuzdur. En azından ben öyle hissediyorum ve o durumda lüksün gerçek bir bedeli kalmıyor, maddi bir görünümü bile olmuyor, her şeyden önce bir duruşu yansıtıyor." 




Kısa bir süre önce yaptığımız Karadeniz gezimizde konaklamamız için ayarlanan köşke ulaştığımızda hepimiz ufak çapta bir şok yaşadık. Çünkü burası bizim aklımızdaki veya önceki seyahatlerimizde kaldığımız yerlere kesinlikle benzemiyordu. Odalar o kadar küçüktü ki, yatıp uyumak dışında bir şey yapmak imkansızdı. Ayrıca hepimiz açısından işin en kötü yanı tuvalet ve banyonun odanın dışında ve ortak kullanımlı olmasıydı. 

Neyse ki gece oldukça geç bir saatte varmıştık ve yorgunluktan ölüyorduk. Söylenmeye çok fazla zaman bulamadan, uyuyup kaldık. Sabah uyanınca, homurdana homurdana havlumu, yüz temizleyicimi, diş fırçamı, diş macunumu aldım ve gözlerim kapalı dışarıdaki tuvalete gittim. Yüzümü yıkadım, havlumu almak için kafamı kaldırdım ve kalakaldım.




Karşımda inanılmaz güzel bir manzara uzanıyordu. Dişlerimi açık havada, ayaklarımın dibinde horoz ve tavuklar gezerken bu manzaraya karşı fırçalarken, keyfim gerçekten yerindeydi.

Ve tekrar lüks kavramını sorgulamaya başladım. Minicik evimdeki Vitra banyom, evet şüphesiz kavramsal olarak o an karşısında durduğum lavobodan çok daha lükstü. Ama bana kesinlikle böylesine harika bir his yaşatmıyordu!

Duş almak için hemen bitişikteki kaplıcaya gitmeyi, akşam dışarıda oturmuş takılırken otel sahiplerinin tazecik ve tabii ki leziz bir çayı önümüze koyuvermesini ve hatta "Laz böreği nasıl bir şey?" sohbetimizi duyarak bize laz böreği pişirivermelerini, o gözlerindeki ışıltı ile yardım etme isteğini nasıl anlatabileceğimi bilmiyorum. 

Her şeyin hesaba yazıldığı ışıltılı oteller bir yanda, samimiyet ve içten gelen bir şeyler yapma arzusu bir yanda. İkincisinin hissettirdiklerini parayla satın almanın gerçekten bir yolu yok. Ve ben bunun daha lüks bir şey olduğuna karar verdim, çünkü her zaman her yerde bulunması mümkün değil.

Benim Karadeniz'i bu kadar çok sevme sebeplerimden birisi bu oldu. Çünkü bu seyahatte, yaşam tarzımı, önceliklerimi ve önyargılarımı sık sık sorguladım. Ki insanın kendi hayatını sorgulamasının her zaman iyi olduğunu düşününenlerdenim.



Diğer sebebim de elbette ki harika doğaydı.

Bir önceki gün Zil Kale ve Ortan Köyü'nde harika manzaralar izledikten sonra, Yukarı Kavrun'un da bize benzer bir manzara sunacağını sanıyordum. 



Osman Abi'nin direksiyonda olduğu araçla, eriyen karların delik deşik ettiği bir yolda gidebildiğimiz kadar gittikten sonra, tamam, dedik, daha fazlasına araçla gitmeye çalışmak tehlikeli olacak, hadi tabana kuvvet.





Bu seyahatte o ana kadar yürüdüğümüz yolların hiç de zor olmadığını bu yolda fark ettik. Devrilmiş elektrik direkleri, yolu kapatan kayalaşmış karlar, eriyen karlar nedeniyle cıvık cıvık çamur olmuş yokuş yukarı bir yol, şiddetli rüzgar, gittikçe soğuyan hava... 

Yaklaşık bir buçuk saatlik zorlu bir yürüyüşten sonra ulaştığımız manzara ise gerçekten her şeye değdi. Ve yanılmıştım. Karşımıza çıkan manzara, bir önceki gün gördüklerimizden bambaşkaydı. Karlarla kaplı Kaçkar Dağları ile bulutlar önümüzde uzanıyordu.








Burada içtiğim şarap gerçekten hayatımda içtiğim en güzel şaraplardan biriydi. Rüzgardan korunmak için rüzgarı tersimize alıp kayaların arkasına sığınmışken, Kaçkarlara karşı olmak, ah!

Ayrıca burada olmamıza vesile olan iki harika kişiyle de sizi tanıştırmış olayım bu vesileyle. İlk fotoğraftaki sevgili rehberimiz Yuchi, ikincisi de şoförümüz Osman Abi. İkisi de gerçekten çok kahrımızı çekti, sağolsunlar. 




Yukarı Kavron Yaylası'nda karnımız acıkmaya başladığında, o bölgedeki Firdevs Abla'nın Muhlama Evi'nin yolunu tuttuk. O ana kadar yediğim muhlamalar iyidi, güzeldi; ama çok da bayılmamıştım. Olmasa da olurdu. Burada yediğimiz ise aklımızı başımızdan aldı, bir tane daha, bir tane daha söyleyip durduk.

O yüzden buraya yolunuz düşerse, Firdevs Abla'nın Muhlama Evi'ne uğramayı sakın ihmal etmeyin derim. 






Dönüş yolunda ise, kaldığımız yerin sahibi Murat'ın pikabının arkasına doluştuk. Hepimiz çocuklar gibi çığlık atarak ve çok eğlenerek geri döndük. (Videosu için tık!)



Ancak bedenimle ruhum bütünlük içindeyse onu sevebilirim, bu yüzden öğle uykusu, yürüyüş, kendine ait zaman, dinlenme, mesafe, lüks ve tembellik denilen bakımları uygularım ona. - Thierry Paquot

Lüksü bir çantaya indirgemeden, gerçek lüks ile kalın!


Pinterest'im

Instagram'ım