30 Ağustos 2015

İstanbul - San Francisco arası uçak sayıklamaları: Yol dediğin nedir ki, geçer gidersin rüzgarlı kızım.

Tarih 22 Ağustos Cumartesi. Saatin kaç olduğu hakkında hiç bir fikrim yok. Hem zaten ne İstanbul, ne San Francisco saatini baz alabileceğim kadar arada bir yerdeyim. Dokuz saattir uçaktayım. Bunun bir kısmını uyuyarak, bir kısmını şarap içerek geçirdim. Ve hala önümde saatlerce yolculuk var. Ne kadar uzun bir yola çıktığımı gerçekten şu anda fark ettim. Evet, yolculuğun 13 saat süreceğini biliyordum; ama söylerken kolaymış ve ben şu ana kadar bu uzunluğu tam olarak kavrayamamışım. Hayatımda kesintisiz olarak yaptığım en uzun uçak yolculuğu bu.

Kendime inanamıyorum. Gerçekten... Büyük bir maceraya doğru yol alıyorum.  "Neden gidiyorum?" diye soruyorum kendi kendime. Uzun zamandan sonra bir adamdan bu kadar etkilendiğim için mi? Seyahat etmek için karşıma çıkan her bahaneyi değerlendirmeye meyilli bir yapıda olduğum için mi? Yoksa mantık sınırlarından dışarı çıkınca ne olacağına ilişkin çılgın merakım sebebiyle mi? Muhtemelen hepsi birlikte ve bunlardan birisi eksik olsaydı, şu anda uçakta olmazdım.

Düşünmek istemiyorum aslında. Düşündükçe, şu noktaya geliyorum çünkü: Şu anda bir seçim şansım olsa, gitmekten vazgeçebilirdim. Paul Coelho geliyor aklıma; "Don't allow your mind to tell your heart what to do. The mind gives up easily."

Hostesten bir kırmızı şarap daha rica ediyorum, düşünerek kendimi yormak yerine, tadını çıkarmaya ve yaşayıp görmeye karar veriyorum.


Tarih 30 Ağustos Pazar. İstanbul'dan 8949 kilometre uzakta ve yerden çok yüksekteyim. Yanımdaki İstanbul'a gideceği için çok heyecanlı, orta yaş üstü çiftle muhabbeti kısa kesmek istiyorum. Bana San Francisco'da neler yaptığımı soruyorlar.

Ah yediğimiz inanılmaz lezzetli yemekleri mi anlatsam, izlediğimiz harika manzaraları mı, hayatımda ilk defa bir adamla bu kadar kesintisiz birlikte zaman geçirip de afakanlar basmamış olmasına ve o adamla daha çok zaman geçirmek istememe şaşkınlığımı mı? Yoksa yaramazlıklarımızı ayrıntıları ile anlatıp, bu soruyu sorduklarına pişman mı etsem?

Big Sur'da gece 1:00 ile 3:00 arasında Esalen Institute'te sıcak suyla dolu küvette, okyanusa yansıyan ay ışığını izlememizi anlatıyorum. Big Sur'a her ay orada yaşayan arkadaşlarını ziyarete gitmelerine rağmen bu etkinlikten habersizlermiş. Onlar Esalen'in neresi olduğunu tartışırken, sohbetten kopmak için, kulağıma kulaklıklarımı takıp Midlake açıyorum.

Çok mutlu, çok hüzünlü, çok şaşkın ve çok karışığım ve bu anın tadını sonuna kadar çıkarmak istiyorum.

Gözümü kapattığımda milyonlarca harika an geliyor aklıma. Mutluluk ve hüzün aynı anda doluyor içime. Bilmediğim ve tanımlayamadığım hisler içindeyim.

En sevdiğim seyahat romanımı açıyorum, Madam Lilla'nın cümlesi çıkıyor karşıma: "İnsan, o da eli iyi gelmişse, hayatta kendini bir kere bütünüyle görür. Ömrünün gerisi ya o sahneye yeniden kavuşmak için geçer ya da ondan kaçmakla."

Ben aç olmadığımı sanırken sangria'mın yanına şeftalili ve ricottalı bir salata siparişi veren, plaja gittiğimizde çantasından üstünde yatmamız için bir çarşaf çıkaran, yer bulamadığımız için üzüldüğüm spa'ya aslında bir rezervasyon yaptırmış olarak bana sürpriz yapan, tarçın seviyorum diye tarçınlı abur cuburlar stoklayan incelikte ve keyifteki bir adamın yanında, ne kadar mutlu, ne kadar arzulu ve ne kadar keyifli olabildiğimi gördüm ben geçtiğimiz bir haftada. Her zaman "çok beklentili" olarak eleştirilen bir kadın olarak, karşımdaki adamın benim beklentimden öte güzellikte tercih ve jestler yapmasının ne kadar keyifli olabileceğini deneyimledim. En az, seyahat boyunca gördüğüm şehirler kadar büyüleyiciydi benim açımdan, kendimde yaptığım bu keşif. Umudu kestiğim şeylerin aslında olabildiğini fark ettim. Hiç hayal kırıklığına uğramayan, gözü kapalı yanındaki adamın tercihlerine güvenen bir kadın olmanın keyfini sürdüm. Belki de bu hayatta kendimi bütünüyle gördüm.

İstanbul'a ayak bastığımda, çantamdan hiç ayırmadığım, yapılacaklar listelerimi tuttuğum, planlarımı yazdığım defteri havalimanından çıkmadan önce çöpe atıyorum. Çünkü ben ne kaçmak ne de kovalamak istiyorum. Ben bu seyahatten sonra, hayatımdaki her şeyi oluruna ve hayatın akışına bırakmaya karar veriyorum; çünkü artık inanıyorum ve biliyorum ki, hayat benim için, benim planladıklarımdan daha güzel şeyler tasarlıyor olabilir.

Merhaba İstanbul!

22 Ağustos 2015

Ama şimdi... "Hatırladığım dünlerin, hayalini kurduğum yarınlardan daha fazla olmasını" reddediyorum.

- Mantıklı hareket etmekten ne kadar uzaklaşabilirsin?
- Şimdilik San Francisco kadar.

Şöyle durup geriye baktığımda hayatı hep iki uçta yaşadığımı görüyorum. Bazen toplumun bütün ideal kalıplarına uygun, sorumluluk sahibi, çalışkan, kibar bir kadın oluyorum. Ebeveynlerin bakıp da "Kızım sana benzer umarım." dedikleri cinsten. 

Düzenli hayat, düzenli ilişki, düzenli iş...

Bunlar bir arada olunca eğlenmek de düzenli oluyor. Büyük sürprizlere kapalı eğlenceler: Yakın dostlarla yenilen lezzetli yemekler, evde huzur içinde koltuğa yayılıp şarap içmeler, önceden bileti alınmış konserler, aylar öncesinden planlanmış seyahatler...

Bu senaryonun içinde kendimi oldukça beğeniyorum bazen. Topuklularımı, beyaz gömleğimi giyip işe gidiyorum, çok çalışıyorum, haftasonları kendimi sevdiğim adamın kollarına bırakıyorum, huzur buluyorum, dinleniyorum. Geleceği planlıyorum, önümdeki yılları adım adım tasarlayabiliyorum bu dönemlerde. 

Sonra sıkılıyorum. Sınırlardan, kurallardan, sorumluluklardan, öngörülebilirlikten. Aynada gördüğüm yapması gerekenlerden yorulmuş, donuk bakan kadından... Her hücremle belirsizlikleri özlüyorum, heyecanı özlüyorum, plansızlığı özlüyorum. Yakıp yıkıyorum, yıllarca emek harcadığım her şeyi. Gözüm kara oluyor, zehir zemberek! 

Kendimi her şeyi yapabilir hissediyorum. Uyku isteğim kayboluyor, gecelerim uzuyor, alkol tüketimim artıyor, kahkahalarım çoğalıyor. Her sabah yataktan büyük bir heyecanla kalkıyorum, cep telefonumun her çalışı yüzüme kocaman bir gülümseme yerleştiriyor. Daha bir kaç önce tasarladığım o gelecek, bana o kadar yabancı geliyor ki; sanki başka biri çizip koymuş önüme ben ilk defa görüyorum. 

Maceraperest, öngörülemez, heyecanlı ve tutkulu bir kadına dönüşüyorum.

Son birkaç yıldır, pazar sabahları ekilemez bir planım var: babamla kahvaltı etmek. Geçen hafta pazar sabahı babamı, yalnızca birkaç saat uyumuş olarak karşılamış, bize kahve hazırlarken, "Sen yüzüne bir şey mi yaptırdın?" diye sordu. Ben anlamayınca, açıkladı. "Çok farklı görünüyorsun. Çok güzel, çok dinlenmiş." Güldüm. "Hayatımın son zamanlardaki en az dinlenmiş günlerini yaşıyorum." diye cevapladım. İnanamadı, kafamı sağa sola çevirip inceledi. "Son zamanlardaki yorgun halin gitmiş, bambaşka çok güzel bir kadın gelmiş." dedi. 

O zaman kavradım. Çok az uyuyordum, çok geziyordum, kendime pek bakmıyordum; ama son zamanlarda "mantık" filtremi kaldırmış, canım ne isterse onu yapıyordum. Mantık ve sorumluluk kavramlarının yokluğuydu farkı yaratan...

Diğer yandan, bal gibi biliyorum ki, bir süre sonra bundan da yorulacağım. Belirsizlik ve hız uzun vadede fazlasıyla yorucu oluyor. Yine kendime çizgileri belli bir yaşam çizecek, ertesi günümü öngörebilir olacağım. Ben bu filmi son on senede iki kere izledim.




Ama şimdi... "Hatırladığım dünlerin, hayalini kurduğum yarınlardan daha fazla olmasını" reddediyorum.

Hiç planlamadığım bir anda hayatıma giren, bana harika şeyler hissettirdikten sonra da boynuma Hawai çiçeği takarak benden 11.000 kilometre uzaktaki hayatına geri dönen adamın yanına gidiyorum. 

Birlikte onun evinden çıktığımız son gün, ben on adım uzaklıktaki ofisime yürürken, yanımdan geçerken, kornaya basıp el salladığında, korktuğum kadar çok hüzünlenmediğimi şaşırarak fark etmiştim. Çünkü içten içe onu yeniden göreceğimi biliyordum. O da benzer biçimde bana, "Sanki seni daha çok göreceğim gibime geliyor." demişti.

Ne zaman ve nasıl olacaktı bilmiyorduk; ama ikimiz de bir şekilde yeniden görüşeceğimize inanıyorduk. Bir zaman, bir yerde...


Yine de, bundan bir ay önce, birlikte harika zaman geçirmiş olmamıza ve yeniden birbirimizi göreceğimize inanmamıza rağmen, birisi "Bu adam San Francisco'dayken de siz sürekli konuşmaya devam edeceksiniz." dese gülerdim muhtemelen. Bir ay boyunca, ikimizin de kendi hayat curcunalarına  rağmen sürekli iletişim içinde kalacağımızı düşünemezdim. Çünkü çok uzak olacaktık, uzaklık yetmezmiş gibi aramızda da 10 saat fark olacaktı.


Şu an dönüp bu bir aylık süreye baktığımda, whats up call'lar, fotoğraflar, videolar, yemek nispetleri olmadan tek bir gün bile geçirmediğimizi şaşkınlıkla fark ediyorum. Ben kafam güzel ona sardığımda o toplantıda oluyordu; o bana gecenin sonunda geleneksel hale gelmiş 'shit face' fotoğrafını yollarken, ben işe gidiyordum.


Bu bir ayda, hayatımda pek çok şey oldu, çok eğlendim, çok gezdim; ama bir yandan da alakasız zamanlarda onu yanımda istedim. Merak ettim. O anda yanımda olsa neler söylerdi, neleri sever, nelerden hoşlanmazdı diye. 


Ve şimdi, onunla vedalaştıktan bir ay sonra, şu anda kabin boy bagajım ve pasaportum ile havalimanına doğru yola çıkıyorum.  O,  "Hala sana sarılana kadar geleceğinden şüphe etmiyor değilim. Ama geliyor gibisin, oldukça inandırıcı." diyor, ben de sanırım ancak onu havalimanında karşımda gördüğümde "Valla gerçekten geldim." diyeceğim. Hala inanamıyoruz bu büyük maceranın gerçekliğine...

Gittiğim gibi de Wad Ad'ı dinleyerek dans edecek olmamı da, oradaki günlerimin harika geçeceğine bir işaret olarak alıyorum; çünkü ben aylarca her sabah bu şarkıyı dinlemiştim, beni keyiflendiriyor diye! :)




Dip Not: Tahmin edersiniz ki, bir süre San Francisco'yu, Napa'yı, Big Sur'u ve O'nu keşfetmekle meşgul olacağım için yeni yazı eklemeye fırsatım olmayacak. Tekrar görüşünceye kadar çok öpüyorum. Maceralara açık kalın!


Dip Not 2: Böyle her şeyi yazıyor olmamı eleştirenler, bu yazılar yüzünden "Düzgün adam"ları kaçıracağım diye endişelenenler, sizin "düzgün adam" diye nitelendirdiğiniz, hayalleri, maceraları olmayan, her bir günü bir önceki günün aynısı olarak yaşayan adamları çok seviyorsanız, alın sizin olsunlar. Beni düşündüğünüz için gerçekten teşekkür ederim; ama benim hikayelerimden, deneyimlerimden heyecanlanmayan bir adamla gerçekten mutlu olmama imkan yok. Yani sizin "düzgün adam" diye tabir ettiğiniz adamlarla... Benim tutkuyla arzuladığım eğlenceli, açık fikirli, hikayelerimden maceralarımdan keyif alabilen, bunları kabullenebilen ve hatta yenilerini ekleyen adam. 

"Öyle bir adam yok, hayal dünyasındasın." diyorsanız da, eyvallah. Ben hikayelerimle mutluyum. Bunları paylaşmanın, hiç yolunuzun kesişmediği güzel insanların sizin için heyecanlanmasının, yazdıklarınız sayesinde umut dolmasının, yakınlık hissetmesinin güzelliğini kelimelerle anlatabileceğimi sanmıyorum. O yüzden yepyeni bir maceraya gidiyorum ve sonra yazmaya kesinlikle devam edeceğim.

Çünkü bence hayat, toplumun genel doğrularına takılmayınca çok daha keyifli. Belki de Murathan Mungan'ın dediği gibi: "Hayatın öldürmediği bir şey vardı onda. Belki de son darbeyi yememişti daha."

Keyifle kalın!


19 Ağustos 2015

Overplanning kills magic: Dizaina Beach Edition!

Bir yere uçak bileti aldıktan sonra, zaman zaman bilgisayar başına geçer ve rastgele linkten linke atlayarak,  o şehir hakkında bloglar , seyahat tavsiyeleri ve orada yaşayanların yazdıkları arasında gezinirim.  Orada yaşamış arkadaşlarım varsa, tavsiyelerini alırım. İlgimi çekenleri seyahat defterime not ederim. Böylelikle mutlaka görmek, tatmak ve almak istediklerim şekillenir aklımda. 

Diğer yandan da her şeyin planlı olmasını tercih etmem. Her seyahatin, gezgine sürprizleri olduğuna inanırım ve adım adım her şey planlanmış olursa, o sürprizleri görmeden geçmekten korkarım. Ve genellikle seyahat bittiğinde en keyifli anlar o spontanelik içinde karşımıza çıkanlar olur.


Buna sayısız örnek verebilirim. Beyrut'tayken, bizim listemizde olmayan ve orada tanıştığımız sevgili Ramzi'nin peşinde gezdiğimiz Doğu Beyrut harika bir deneyimdi; Pisa'da karnımız acıktığında nerede yemek yiyeceğimize karar veremezken, karşımıza çıkan ve kocaman bir göbeği olan saatçinin ağzının tadını bildiğine karar verip, ortak bir dilimiz bile olmamasına rağmen, bizi saçma ara sokaklara götürmesine izin verdiğimizde yediğimiz pizzanın tadı hala damağımızda; Prag'ta tam köprüyü geçecekken fark ettiğimiz köprünün hemen altındaki restoranda oturup buz gibi Pilsener Urquell'leri yuvarlamak orada bulunduğumuz her gün keyifle yaptığımız bir şey haline gelmişti...

Eğer listemizde o an yapılması şart bi şeyler olsa bunların hiçbirini fark etmemiş ve deneyimlememiş olacaktım.

Bunun son örneğini de Figueres'te yaşadık.

Dali Müzesi buraya gidişimizin temel amacıydı, Dali Müzesi'ni gezdikten sonra, hemen Barselona'ya dönmeyi planlıyorduk; ama programımız spontaneliğe izin verecek rahatlıktaydı. Ve Figueres bize harika bir sürpriz yaptı. Tam gittiğimiz gün Figueres'in La Ramblasında Dizaina Beach Edition etkinliği vardı. Tek günlük bu etkinlikten haberdar olup, katılmayı planlasak bu kadar denk gelebilir miydi emin değilim.




Kocaman bir meydan düşünün, bol ağaçlıklı. Meydanın arka tarafında, takı ve çanta ağırlıklı olmak üzere yerel tasarımcıların ürünlerinin satıldığı tezgahlar var. Meydanın çeşitli yerlerinde kum havuzları ve içlerinde mavi beyaz çizgili şezlonglar. Meydanın girişindeki heykelin eline de konsepte uygun çizgili bir şemsiye yerleştirilmiş. Hemen altında kurulmuş sahnede çok keyifli bir grup çalıyor. Etrafta da barlar ve atıştırmalık bir şeyler satan standlar var. Her şey beach konseptine uyumlu aksesuarlarla süslenmiş ve hepsi çok zevkli.





Barselona'ya dönüşümüzü hemen erteliyoruz. Bardan içeceklerimizi alıyor, kum havuzunun içindeki şezlonglardan ikisine yayılıyor, konseri izlerken keyifle sohbet edip içmeye başlıyoruz. 

Kendime arkadaki tezgahlardan çok sevdiğim bir kolye alıyorum. Bana sürprizlere ve spontenliğe kollarımı açmayı hatırlatsın diye.

Her şeyi planlamadan, hayatın size getirdiği güzellikleri ıskalamadan kalın!

Dip Not: Lokal bir gazetenin kapağını da paylaşmadan geçemeyeceğim. En öndeki iki kıza dikkat :))



17 Ağustos 2015

“Take me, I am the drug; take me, I am hallucinogenic” diyen Dali'nin peşinde Figueres

Gece oldukça geç yatmış olmamıza rağmen sabah erkenden kalkıyoruz. Çünkü o gün Salvador Dali'nin doğmuş olduğu Girona şehrine bağlı minik İspanyol kabası Figueres'e gitmeye niyetliyiz.

Resepsiyonda çalışanlara sorduğumuz onlarca soru ve internetten yaptığımız araştırmalar sonucunda buraya gitmenin en iyi yolunun Passeig de Gracia metro durağı ile aynı yerden kalkan RENFE isimli trenlere binmek olduğunu öğreniyoruz.


Passeig de Gracia'ya kadar kahve içmeden gitmemiz ihtimal dahilinde dahi bulunmadığından yolumuzun üzerindeki çok tatlı Panaria isimli fırında çok lezzetli bir sandviç ve bir kahve ile kahvaltımızı yaptıktan sonra yola devam ediyoruz.




Kişi başı tek yön 12 Euro karşılığında biletlerimizi aldıktan sonra, Barselona ile vedalaşıp Figueres'e doğru yola çıkıyoruz. Aralarındaki mesafe yaklaşık 140 kilometre ve iki saatten biraz az süre sonra Figueres'e ayak basıyoruz.


Tren istasyonunun hemen çıkışında, bir turist noktası var. Orada hangi ülkeden geldiğinize ve geliş amacınıza ilişkin bir liste doldurduktan sonra, elinize kasabanın bir haritasını tutuştuyorlar.



Aslında o kadar minik bir kasaba ki, harita olmadan da pekala Dali Müzesi'ni bulabilirsiniz. İstasyondan sonra dümdüz devam edince, çok güzel parklı bir meydana çıkıyorsunuz, oradan sağa döndüğünüzde zaten sokak Dali ruhu kokmaya başlıyor.




Çok geçmeden de tepesinde kocaman yumurtalar kondurulmuş kocaman bir bina karşınıza çıkıyor. Çok tatlı matrak ve abuk detaylar da binayı süslüyor.






Müze gezmeyi hiç sevmem diyenlerin bile inanılmaz keyif alabileceği bir müze burası. Çünkü her bir köşede ayrı bir sürpriz karşılıyor gezenleri. İçerideki her şey abartılı, abuk, şaşırtıcı ve güzel. Bugüne kadar Dali eserlerinin sergilendiği pek çok sergi gezdim, hiç biri Dali'yi bu kadar iyi yansıtmıyordu. O yüzden bir fırsatını bulursanız buraya gitmenizi şiddetle tavsiye ederim.


Müzeyi gezerken Dali'nin her dönem takıntı haline getirdiği bir obje olduğunu fark edeceksiniz. Bir dönem taşlara takmış, taşları birbirine insan formunda tutuşturarak resimlerini yapmış; bir dönem sandalyelere takmış, sandalyeleri kullanarak çeşitli heykeller yapmış; bir dönem Gala'ya takmış sürekli onu resmetmiş...










Müzenin salonlarının arasında yürüdüğünüz koridorlarda da Dali'nin pek çok heykeli var. Bütün bu eser zenginliği arasında, müzenin şüphesiz dört kısmı en çok ilgi çeken ve fotoğraflanan dört kısmı var.


Bunlardan ilki müze binasının avlusu. Avludan görünen cam kubbenin altında, Dali ve sevgilisi Gala uyuyor. Her bir pencerenin önündeki altın rengine boyanmış vücut figurlerinin süslediği avlunun ortasında, siyah bir Cadillac araba, üzerinde bir kadın figürü ve en tepesinde de bir zamanlar Gala'ya ait olan bir kayık var. Kayığın altından sarkanlar ise prezervatifmiş! Bu eserin adı da "Yağmur ve Cadillac"







İkincisi merdivenlerden çıkıp mercekten baktığınızda, 30'lu yılların ünlü Hollywood yıldızı Mae West'in yüzünü gördüğünüz, iki tablo, bir burun ve dudak şeklinde bir koltuktan oluşan eser.





Üçüncüsü "Büyük Salon" olarak anılan kısım. Burada Labyinth adlı eseri bütün bir duvarı kaplıyor ve bu benim hayatımda gördüğüm en büyük tablo.






Bu salonda bu devasa tablo kadar heyecan verici ikinci bir şey ise, Dali'nin ayağı ile çizdiği rivayet edilen, sütunların arasına yerleştirilmiş tablo. Çünkü bu tabloya ilk baktığınızda gördüğünüz şey Gala'nın çıplak vücudu iken, daha dikkatli baktığınızda Abraham Lincoln'ü görüyorsunuz. 



Son olarak da yatak odası mobilyalarının taşınmış olduğu salondaki tavan gerçekten çok ama çok eğlenceli.






Müzeden çıktığımızda sarhoş gibiyiz, Dali'nin “Take me, I am the drug; take me, I am hallucinogenic” derken ne kadar haklı olduğunu deneyimlemiş durumdayız. Gerçekten bu müzeden çıktığınızda, vücudunuza uyuşturucu almış gibi algınızın değişeceğini garanti edebilirim.

Burnumuza gelen leziz kokuları takip ettiğimizde hemen müzenin çıkışının karşısındaki sokakta bulunan Cataluna Amor Meu'nun önünde buluyoruz kendimizi. Soğuk bir bira içip, biraz tapas yemek için oturuyoruz. Gerçekten leziz kokuların hakkını veriyor, tapaslar oldukça lezzeti. Ama düşünebildiğimiz tek şey tabii ki yalnızca Dali ve Gala!





Molamızdan sonra da tasarımlarını Dali'nin yaptığı mücevher müzesini geziyoruz. Burayı atlamanız oldukça olası, çünkü müzeden çıkışta, böyle bir kısım olduğuna ilişkin hiç bir hatırlatma yok. Bu nedenle, aklınızın bir kenarında bulunsun. Fazla doz Dali güzeldir.




Keşifle ve absürd kalın!

15 Ağustos 2015

Barselona: Paella için Botafumeiro, Gaudi için Casa Battlo, enerji takviyesi için La Boqueria, gün batımı için Port Vell, tapas için Blai9, iltifat için Sutton Club


Ne yaptığından bağımsız biçimde yalnızca orada olmanın mutlu ettiği şehirler vardır. Benim için Barselona kesinlikle onlardan biri. Binaları güzel, sokakları güzel, insanları güzel ve hepsinden önemlisi hissettirdikleri güzel bir şehir Barselona.


Bu şehre ilk yolum düştüğünde üniversite öğrencisiydim ve interrail maceramızda ikinci durağımız olan Barselona'da yalnızca üç günlük bir kalış planlarken, bir haftadan uzun bir süre şehri terk edememiş, çok güzel zamanlar geçirmiştik.


Aradan yıllar geçtikten sonra, ING Bank ile Pegasus'un hediye bilet kıyağını nereye kullansak diye düşünürken, alternatifler arasında en çok Berselona'ya gitme fikri içimize sindi. Use-it haritamı, pasaportumu, güneş gözlüğümü ve fazla sangria içmeye tedbiren alka seltzer'leri çantama attığımda seyahate hazırdım.


Bu arada use-it ile hala tanışmadıysanız, Avrupa'ya seyahat etmeden önce göz atmanızı şiddetle tavsiye ederim. Şehirlerde yaşayan gönüllüler tarafından, çok güzel tavsiyeler ve bilgiler içeren rehberler hazırlanıyor ve bu rehberleri ücretsiz olarak indirebiliyorsunuz. 




Son zamanlardaki seyahatlerimin tamamında airbnb üzerinden kiraladığım evlerde kalıyordum; ama bu seyahatte konaklama organizasyonunu yapmakta biraz geçe kaldığımız için, bütün güzel evler başka gezginler tarafından kapılmıştı. Bu yüzden konaklamak için  Hotel Condado'yu seçtik. Fiyatı oldukça makul olan bu otel, metroya biraz uzak olmasının dışında, gerçekten beklentimizin üzerinde iyiydi. Odamızın önünde kocaman bir terasımız vardı, otel tertemizdi, çalışanlar oldukça sempatikti. 


Havalimanından doğrudan otelimize gidip, çantalarımızı bıraktıktan sonra, hemen kendimizi Barselona sokaklarına vurduk. Midemiz kazındığından, ilk istikametimiz 1975 yılından beri hizmet veren Botafumeiro oldu. 






Botafumeiro, Carrer Gran de Gracia üzerinde bulunan, şehre gelen her ünlünün ayak basmış olduğu, çok şık dekore edilmiş bir deniz ürünleri restoranı. Öğle yemeği saatinde bile tıklım tıklım doluydu. Rahat rahat oturup sohbet etmek isterseniz masalardan oluşan pek çok odası var, tek başınıza gidip bir şeyler tatmak isterseniz bar kısmı daha mantıklı bir seçenek olabilir. 



Biz başlangıç olarak kalamar aldık ve uzun zamandır yediklerimin en lezzetli ve hafif olanıydı. Daha sonra da deniz ürünlü paella yedik. Daha önce farklı yerlerde paella yemiş biri olarak şunu söyleyebilirim, tek bir hakkınız varsa, paella'yı kesinlikle burada yiyin. Bir porsiyonu 32 euro ve kesinlikle inanılmaz lezzetli. 






Oradan çıktıktan sonra, harika binaların arasında saatlerce yürüdük, parklarda oturduk, Gracia üzerindeki mağazalardan alışveriş yaptık, keyifle saatler geçirdik.








Bu civarda mutlaka görülmesi gerekenlerden biri, Gaudi'nin baş yapıtlarından biri olarak kabul edilen ve tercümesi "Kemiklerin Evi" olan Casa Battlo. Zaten yolda yürürken, önündeki kalabalık ve kendisini daha kilometrelerce öteden belli eden renkli dış cephesi ile mutlaka dikkatinizi çekecektir.








Gaudi evinin karşısında keyif çattıktan sonra, şehri boydan boya yürümeye devam ederek, Barselona'nın İstiklal Caddesi olarak tanımlanabilecek La Rambla'ya ulaştık ve soluğu Mercat de Sant Josep de la Boqueria -veya kısaca La Bouqeria-'da aldık. Burası da yine uğranmazsa olmaz bir Barselona adresi. Meyve, sebze ve deniz ürünleri pazarı. Pazarda dolanıp, cold press sebze suyu ile enerji topladıktan sonra kendimizi La Rambla'nın turist kalabalığının içine bıraktık. 









La Rambla'yı sonuna kadar yürüyünce, kocaman bir Kolomb heykelinin gösterdiği istikamette deniz var ve tabii altındaki aslan heykelleri ile fotoğraf çektirmek de olmazsa olmaz turistik etkinliklerden biri.



Port Vell'e ulaşıp, denizin kıyısındaki banklara oturduğumuzda hava hala aydınlık olduğundan, saatin 21:00 olduğunu fark edince oldukça şaşırdık.



Biraz dinlendikten ve hava kararmaya başladıktan sonra,  tapas ve sangria keyfi yapmayı hak ettiğimiz konusunda hemfikirdik. Telefonumdaki verilere göre de tastamam 13.000 adım atmıştık!




Daha önceki Barselona'ya gelişimde akşam tapas ve sangria için genellikle Plaça Reial'ın yolunu tutmuştuk, bu sefer "turistik olmayan La Rambla" olarak tanımlanan Carrer Blai'yi keşfetmek üzere yola çıktık. Tarihi binalar ve turist kalabalığının yerini daha yeni apartmanlara bıraktığı Paralel boyunca duvar resimlerini inceleyerek uzun bir süre yürüdük.



Pek çok kişiye sorduktan sonra sonunda Carrer Blai'ye ulaşmayı başardık. Yan yana dizilmiş pek çok bar ve onların sokağa attıkları sandalyelerle dolu bir sokak burası. Sokaktaki en çok talep gören ve şık mekan ise kesinlikle Blai9.



Oturacak yer olmamasına ve kapıda sıra bekleyenlere rağmen, çok da şık olmayan ama her zaman işe yarayan bir taktikle, yiyeceğini ve içeceklerini bitirmiş oturmaya devam eden bir grubun başına dikilerek sokaktan şahane bir masa kapmayı başardık.

Blai9, gelenekseller yerine daha farklı tapaslar yapıyor. İçerideki tapasların dizildiği bara gidiyor, beğendiklerinizi tabağa dolduruyor ve bir sürahi sangria ile birlikte afiyetle mideye indiriyorsunuz.




Sangriaları yuvarlayarak ve laflayarak saati 1:00 yaptıktan sonra dans etme saatimizin geldiğine karar verdik ve otelimize dönüp üstümüzü giyindik. İstikametimiz otelimizin bir arka sokağındaki Sutton Club oldu. Kapısındaki upuzun sıra ile oldukça davetkar görünüyordu.

Barselona'da gece çıkmadan önce bir bilene danışmakta veya etkinlikleri takip etmekte fayda var. O gün şansımıza Nervo olduğu içinmiş bütün o kalabalık. Ertesi gün önünden geçtiğimizde Sutton Club oldukça boşken, bir önceki gün boş olan clublar tıka basa doluydu. Yani hangi gün nerede eğleneceğinizi seçmek için biraz araştırma yaparak veya orada yaşayanlarla laflayarak o geceki programları öğrenmenizde fayda var.



Biz Nervo'nun kim olduğunu bile bilmediğimiz için sahneye çıktıkları zaman ortamın coşkusuna katılamadık. Ama gayet eğlendik.

Barselona'da ilk gece club deneyimimden öğrendiklerim şunlar oldu: İspanyol erkekleri oldukça yakışıklı, genel olarak çok hızlı sarhoş oluyorlar, hepsi İstanbul'a bayılıyor ve harika iltifat ediyorlar. İltifatları zevkle kabul edip, sarhoşları ustalıkla savuşturup, çok tatlı bir İspanyol çocuğun İstanbul'da pavyona götürülüp kazıklanma hikayesini kahkahalarla dinleyip, "Bu gece birlikte uyuyalım mı?" sorusunun ne kadar ani geldiği konusunda şoka girip, bolca dans ettikten sonra, sabaha karşı otele geri döndüm. 

Barselona'da olmak aradan yıllar geçse de hala çok lezzetli ve keyifliydi!

Pinterest'im

Instagram'ım