28 Eylül 2015

Yirmili yaşların başındaki çıtırlara hayat dersleri. Ayrıca 30 ne ayol?!

Elimde buz gibi bir yeşil Efes, arka fonda bangır bangır Beirut, yüzümde muzip bir gülümseme, çok sevdiğim bir arkadaşımı eve bekliyorum ve birkaç saat sonra yine bir uçak yakalamak için evden çıkacağım, "Doğum günümde ne yapsam" planlamalarına girince farkına vardığım üzere yirmi dokuzuncu yaşımın son haftalarını yaşıyorum.

Zaman zaman gözümün önüne gelen bir kare var: Fakültenin ilk senelerindeyiz, benim Cihangir'deki ilk evimde, ortaokul yıllarından beri tanıdığım Gökçe ile karşılıklı biçimde dünyanın en rahat koltuğunda uzanmışız. Üstümüzde gecelikler, uzun bir gece geçirmişiz, ama gece ne kadar uzun olursa olsun, gecenin saatlerce kritiğini yapacak enerjiye sahibiz. İçinde bulunduğumuz durumları değerlendiriyoruz, erkeklerin dedikodusunu yapıyoruz, hayaller kuruyoruz.

O yıllarda sanıyorduk ki, bütün yirmili yaşlarımız öyle her geceyi sabaha sokaklarda bağlayarak, aşk acıları ve heyecanlarında boğularak, fırlamalık yaparak geçecek. Sonra otuz yaşında birden her şey pat diye düzene girecek: Düzenli iş, düzenli ilişki, düzenli ev hayatı, düzen düzen düzen... Geceleri dağıtıp çılgın gibi dans etmek yerine, dışarı çıkıp içkilerimizi içerek sohbet ederek bitirdiğimiz geceler başlayacak.

O yıllarda, birilerinden bahsederken, "Ay tam otuz yaş gibi takılıyorlar. Dans etmiyorlar pek, geceleri dışarı çıkıp, sohbet edip içki içip evlerine gidiyorlar." diyorduk. Bu anı ne zaman ansam kahkahalara boğuluyorum.

Çünkü o zamanlar tasarladığımız kadar kesin bir çizgi hiç olmadı. Daha az dans etmeye, daha çok akşam yemekleri yiyip sohbet ederek kadeh tokuşturduğumuz geceler geçirmeye, büyük iş sorumluluklarını omuzlamaya daha yirmilerdeyken başladık. Daha yirmileri yarılamadan, o zamanlar otuzlara yakıştırdığımız düzenleri kurduk, yıktık, yeniden kurduk, yeniden yıktık.

Ve şimdi otuz yaş önümde dururken, bakıyorum çoktan düzenli bir işim ve daha içinde yıllarca yaşamaya müsait bir evim var. Otuz yaş için tasarladıklarım çoktan gerçekleşmiş bile. Diğer yandan yirmilerin hakkını fazlasıyla vererek, sayamayacağım kadar çok seyahate çıkmışım, anlatılacak muazzam hikayeler biriktirmişim, mükemmel aşklar ve dramalar yaşamışım.

Ayrıca otuz yaş önümde hiç korkunç görünmüyor. Yirmilerimdekinden daha güzel bir vücudum ve daha iyi kıyafetlerim var; kendimi daha güzel ve daha da önemlisi yaşanmışlıklar sayesinde kendimi çok daha güçlü hissediyorum.

Hayatımı bazen karmaşıklaştıran, beni bazen cadaloz yapan; ama aynı zamanda bütün renkleri de hayatıma katan çelişkilerim, dengesizliklerim, merak ettiklerimin peşinden gitme arzum hala benimle sapasağlam.

O yüzden şimdi biliyorum ki, hayatımda hiç bir şey değişmeyecek. Hiç bir şey tamamen düzene girmeyecek, ben hep bir gecede bütün hayatını değiştirme ihtimali olan bir kadın olacağım.



Kendi geçmişimde herkesin hata yaptığımı düşündüğü ama benim bugün geçmişe dönüp baktığımda "iyi ki yapmışım" dediğim şeyler var. O yüzden birisi bana bunları yirmili yaşlarımın başında söyleseydi, bu kadar zorlanarak öğrenmeseydim dediğim bazı yaşam kurallarını paylaşmaktan mutluluk duyarım:

1) Bir adam yüzünden üzülüyor ve ağlıyor olabilirsin. O adamın hayatının aşkı olduğunu da sanabilirsin; ama inan o adamdan çok daha harika adamlar tanıyacaksın. Yine de şimdi sabah gitmek zorunda olduğun bir iş olmamasının ve depresyona girebilmenin tadını çıkar. Yağlı saçların ve dizi çıkmış eşofmanınla aç Sezen Aksu'ları, aç şarapları ağla ağlayabildiğin kadar. Bir işin olduğunda, ölsen de sabah kalkıp hiç bir şey olmamış gibi tiril tiril görünüp, gülücükler saçmak zorunda kalacağın günler olacak. O yüzden şimdi vurabilecekken vur o melankolinin dibine.

2) Okuyabildiğin kadar çok kitap oku,  izleyebileceğin kadar çok film izle ve çıkabileceğin kadar çok seyahate çık. İleride pek çok insanı anlamanı, her şeyi ve herkesi daha kolay yönetmeni sağlayacak bunlar.

3) Bir şey yapmak istediğinde, etrafındaki herkes yapmak istediğin şeye "saçma, zaman kaybı, ayıp" dediğinde, sakın vazgeçme. Çok biliyor olsalardı, bu kadar mutsuz bir toplumda yaşamazdık. O çok bilenler, aslında her şeyi yanlış biliyorlar ve mutsuzluğun dibindeler. Sen kendi doğrularını keşfet.

4) Şimdi hayalini kurduğun ve sana uzak görünen şeyler var ya, hepsini yapabilirsin. Umutsuz olma, kendine güven ve farklı ol. Kimse senden daha mükemmel değil. Sadece o televizyon denilen boktan vazgeçsen harika olur, çok fazla zaman kaybı. Ona harcadığın zamanla harikalar yaratabilirsin. (Mesela benim bu blogu iş ve seyahatler arasında ne zaman yazdığımı merak edenler var; ben yıllardır hiç ama hiç televizyon izlemeyerek çok zaman tasarruf ediyorum.)

5) Hayatın boyunca bir işin olsun, para kazan. Ne iş olduğu, ne kadar para kazandığın çok da önemli değil; ama kimseye hesabını vermeyeceğin kendi kazandığın paran olması hareket kabiliyetini arttırır, özgürleştirir.

6) Hiçbir şeyi üniversiteden mezun oluncaya erteleme. "Mezun olunca yaparım." diye ertelediğin hiç bir şeyi mezun olduğunda yapamayacaksın. Ayrıca, kimse dört senede üniversiteden mezun olup, hemen koşa koşa mesleğinizdeki kariyer basamaklarını tırmanmaya başladığın için, gelip seni muhteşem bir hayatla ödüllendirmeyecek. Üç beş kuruş fazla para kazanmak için, bu güzel yıllarını heba etme, fırlamalık yapma fırsatlarını kaçırma. Valizler topla, aşık olduğunu san, ağlamaktan öl, saçma işler yap. İnan bana, ileride korkunç günler yaşadığında, bu maceraların hatırası seni ayakta ve keyifli tutacak.

7) Her zaman yapmadıkların için, yaptıklarından daha çok pişman olursun. Hayatının geri kalanında "O adamın yanına dünyanın bir ucuna gitseydim ne olurdu?",  "Ona onu ne kadar sevdiğimi açıklasam ne olurdu?", "Arkadaşlarıma o seyahatte katılsaydım neler yaşardım?", "Tek başıma trenle Avrupa'yı turlasam başıma bir iş gelir miydi?" gibi şeyleri düşünmek yerine, bunların hepsini yap, en kötüsü kısa dönemli pişmanlıklar yaşarsın. Rezil olduğun her anı ileride büyük kahkahalarla anacaksın, rezil olmaktan korkma.



8) Yeni insanlarla tanışmaktan asla çekinme. Ömrünün sonuna kadar yanında olacağını düşündüğün insanların çoğuyla bir yerde kopacaksın, hiç ummadığın insanlarla çok yakınlaşacaksın. O yüzden yeni insanlar tanımaya açık ol, biraz güleryüzden, birkaç tanımadığın insana merhaba demekten kimseye zarar gelmez.

9) Kız arkadaşlarınla birlikteyken, her çeşit içkiyi - hatta merakın varsa kafa yapıcı her türlü maddeyi- iç, sınırlarını ve bunların bünyendeki etkisini öğren. Yarın öbür gün elin adamının yanında, absürd ortamlarda ilk defa deneyimleme bunları.


10) Ailenle en az zaman geçirmek istediğin dönemler bunlar, gayet normal. Senin dinlediğin müzikleri dinlemiyorlar, geleceğin hakkında endişelenip seni sıkıştırıyorlar. Yine de telefonda nemrut nemrut konuşma onlarla ve mümkün olduğunca fazla vakit geçir. Daha sonra, bunları yaptığın her anı "iyi ki" diyerek anacaksın. Yapmadıklarına ileride fazlasıyla pişman olacaksın.

11) Yüzyıllardır olan kural hala geçerli: Sen mesaj attığında cevap yazmayan, aradığında açmayan adama bir daha sakın sakın sakın sakın hiçbir şey yazma ve bir daha arama. Onun yerine elin ne zaman telefona gitse, en yakın kız arkadaşını taciz et. 

12) Vücuduna iyi bak. Yürü, pilatese git, bol bol seviş, yüz, ne yaparsan yap yeter ki bir şeyler yap. Genel kriterleri, sıfır beden takıntısını boşver, yalnızca kendi estetik algına göre "çıplak halini kıyafetli olandan daha çok seveceğin" bir kıvamda kalmayı esas al. 

13) Evli olmadığın sürece, hayatındaki erkeğin mallık seviyesi ile senin kaltaklık seviyen eşit orantılı olmalı. Hayatındaki adamın mal gibi davrandığı, seni üzdüğü zamanlar elbette olacaktır. Adamı seviyorsan ve seni anlayabileceğini düşünüyorsan ne hissettiğini açıkla ve bekle uygulamada hayata geçiriyor ve kendini afffettiriyor mu diye. Ama adam anlamıyorsa, bil ki ne ona trip atman, ne cadolozluk yapman, ne de kendi kendine gözyaşı dökmen bir şeyleri yoluna koyar. Adam sana istediğin gibi davranmıyor mu, alternatiflerle zaman geçirme hakkına sahipsin. Yalnızca ve yalnızca adam tatlılıktan öldüğü, senin ayaklarını yerden kestiği veya en azından elinden gelenin en iyisini yaptığı sürece, bütün diğer kanalları kapatmalısın. 

14) Bir hobi edin. Gerçekten zevk aldığın şeyi keşfedene kadar türlü türlü kursa git, bir şeylerle uğraşan arkadaşlarına katıl. Hayatında her şey ters gittiğinde veya tek başına kaldığında,  başına oturduğunuzda dünyayı unutacağın bir uğraşın olması kendine yapabileceğin en büyük iyilik. 

15) Kız arkadaşlarına yatırım yap ve onlarla mümkün olduğu kadar çok anı paylaş.  Bir sevgilin oldu diye, bir işe başladın diye onları ihmal etme. O adamdan ayrıldığında, patronun ağzına sıçtığında, pantolonunun içine sığamadığında seni kahkahalarla güldürebilecek ve her şeye rağmen senin tarafında duracak olanlar onlar.

16) El çantanda mutlaka diş fırçası ve yedek iç çamaşırı olsun. Bunların insana nerede ne zaman lazım olacağı belli olmaz, bir ay boşuna taşırsın, sonra bir gün gününü kurtarırlar.

Evet bunlara ekleyecekleriniz veya otuzlarının başında olanlara vereceğiniz tavsiyeler var mı? :))

Keyifle ve güzel yaşayarak kalın!

25 Eylül 2015

Dolunaya karşı night spa, bulutların üzerinde kahvaltı, ormanın içinde konaklama: Big Sur

Okyanusa karşı, dik bir yarın tam kenarına yerleştirilmiş, sıcacık suyla doldurulmuş büyük bir küvetin içindeyim. Gece saat 1:00. Küvetin dışındaki hava oldukça esintili ve soğuk. O yüzden çeneme kadar suya batmış halde oturuyorum. 

Karşımdaki okyanusa yansıyan dolunayın yaydığı loş ışık dışında hiçbir aydınlatma yok. 

Küvetin içinde benim dışımda birkaç kişi daha var. Bazıları bikinili ve mayolu, bazıları tamamen çıplak. Bu insanlardan biri hariç diğerlerini hayatımda ilk ve muhtemelen son defa görüyorum ve tanımadığım bu insanlarla tek ortak noktamız, büyülenmiş halde ve çıt çıkarmadan ayı ve okyanusa yansımasını izlememiz.

Duyduğumuz sesler yalnızca su ve dalga sesi. Kimse konuşmuyor. Müzik yok. 

Aslında içinde bulunduğum anı parçalara bölersek, her şey çok absürd: Gecenin 1:00'inde orada olmam, hiç tanımadığım çıplak insanlarla bir küvette oturmam... 

Ama o an hiçbir şey absürd gelmiyor, aslında olabilecek en doğal şey bu gibi hissediyorum. Manzara büyüleyici, çıplaklık kesinlikle cinsellik değil, doğallık çağırıştıyor. Hiç meditasyon pratiği olmayana bile meditasyonun kralını yaptıracak sakinlik ve hareketsizlik ortama hakim ve okyanus dalgalarının sesinin eşlik ettiği dolunay manzarası tek kelimeyle büyüleyici. 

"Böyle anlar ve böyle yerler var dünyada ve biz ne kadar saçma sapan şeylerle uğraşıyoruz." diye düşünüyorum. Bu anı herkes hayatında bir kere mutlaka ama mutlaka deneyimlemeli. 

Olduğum yer, Big Sur'daki 1962 yılında açılmış, yoga, çift terapi, pelvis çalışmaları, kabala, yaratıcı yazarlık gibi insanın içindeki potansiyeli açığa çıkarmayı hedefleyen çeşit çeşit workshop düzenleyen The Esalen Institute bünyesindeki Night Spa. 



Başa saralım...

Phil's'te leziz bloody mary'leri yuvarladıktan sonra, San Francisco'dan Los Angeles istikametine Highway 1 üzerinden yolumuza devam ediyoruz. Yolculuk benim için tam bir görsel şölen, kafamı sağa çevirmekten boynuma ağrılar girecek kadar harika bir okyanus manzarası yolculuğumuza eşlik ediyor. 


Bölgenin karakteristik noktalarından biri olan, Heroes gibi dizilerde bile kendine yer bulan ve 1931 yılında inşaa edilen Bixby Bridge'e gelince bir fotoğraf molası veriyoruz. Köprünün estetik tasarımı kadar, bulunduğu noktadaki manzara da görülmeye değer.





Ardından konaklayacağımız Big Sur Camp'a gidiyoruz. Nehrin kıyısında, kocaman bir ormanın içindeki Big Sur Camp, tertemiz, düzenli ve huzur verici bir alan. Kapısından içeri girdiğimiz anda çam kokusu ile kuş sesleri geliyor. 

Çadır kurmak isteyenler için çadır alanı ve karavanı ile gelenler için park alanları var. Tuvalet ve mutfak gibi ortak alanların hepsi gıcır gıcır. 

İkimiz de çadır kurmaktan anlamadığımız için tercihimizi ağaç evden yana yapmıştık. Evimizi gördüğüm anda bayılıyorum. Tek bir odadan oluşan yüksek tavanlı çok şeker bir ahşap kulübemiz var. Kapısı dereye ve ormana açılıyor ve evin önünde gece ateş yakmamız için bütün düzenek ve iki adet sandalyemiz hazır. 



İki küçük çanta ile seyahat ediyoruz, çantalarımızı ve Philste bitiremeyip paket yaptırdığımız yiyeceklerimizi evimize bıraktıktan sonra, hem bir şeyler içmek, hem de akşam bonfire keyfimize eşlik etmesi için şarap almak üzere, ormanın içinden yürüyerek, market, bar ve birkaç minik mağazanın bulunduğu kısma gidiyoruz.

Marketten ihtiyaçlarımızı almış, çıkarken ücretsiz dağıtılan gazeteler takılıyor gözüme. Tam o sırada O elini atıp rastgele biraz gazete alıp, poşetimize koyuyor. Sabah plajda çantasından çarşaf çıkartan adam O, biliyorum gazeteleri de bonfire için aldığını. Benim daha aklımdan geçerken o yapmış oluyor.

Alışkın olmadığım bir şey bu benim. Genellikle ben her şeyi organize eden, tedbirleri alan, sorun çıktığında çözen insan olurum, sürekli bir şeyler tembihlerim. Karşımdaki adamlar tarafından "fazla kontrolcü" olmakla suçlanırım. Üstelik işlerin yolunda gideceğini bilsem, bütün ipleri bırakmaya dünden razı olmama rağmen...


Dışarıdan bakınca çok sıradan görünebilecek bu hareket benim için o kadar anlamlı ki! Mutlulukla gülümsüyor, koluna giriyorum. "Ateşi tutuşturmak için" diye açıklama yapıyor. Biliyorum ve bayılıyorum.

Birkaç dakika sonra bara girerken aklıma geliyor, "O yengeçleri de atsak iyiydi. Oda fena kokacak." diyorum gülerek. "Ben onları dışarı koydum." diyor.


O bilmiyor, ama ben o bar taburesine oturduğum an itibarıyla kendimi gönül rahatlığı ile ona bırakıyorum. Her konuda... Ve o andan itibaren tamamen kendim oluyorum, oynamıyorum, kontrol etmiyorum, kendimin hiç bilmediğim kadar itaatkar, dişi ve doğal haliyle tanışıyorum.

Barın adı The Maiden. Ormanın içinde, film seti gibi bir kulübe. Dünya tatlısı bir barmen servis yapıyor, barda oturanlar kendi aralarında çok keyifli bir oyun oynuyor. Biralarımızı içiyoruz, Amerikan usulü kızarmış atıştırmalıkları yiyoruz, laflıyoruz. Sonra kulübemize geri dönerken hava kararmış oluyor, fena halde korkuyorum karanlıkta ormanın içinde yürümekten. O, önce korku hikayeleri anlatıp benimle eğlenmeye kalkıyor; ama sonra görüyor ki ben gerçekten çok korkuyorum.


Gece bonfire başında harika kafalara ulaştıktan sonra, mayışıyoruz. Gece aslında Esalen'in night spa'sına gitmeyi çok istemiştim; ama daha önce rezervasyon yaptırmak mümkün olmadığından, gün boyu telefonları meşgul çaldığından ve biz ulaşmayı başardığımız zaman 30 kişilik kontenjan dolmuş olduğundan -daha doğrusu ben öyle sandığımdan- night spa'dan umudumu kesip, kamp alanının içinde, üstümde battaniyem biraz gezinip, kampta kalan diğer insanlarla tanışıp ayak üstü laflamalık bir tura çıkıyorum. Sonra da donmuş olarak kulübemize geri dönüp onun yanına kıvrılıyorum. 


Gece yarısı gibi beni uyandırıyor, "Hadi Esalen'e gidip şansımızı deneyelim." diye. Dünya kadar yol gideceğiz ve kapısından geri dönme ihtimalimiz yüksek. Yine de yola düşüyoruz. İçeri gidiyoruz, "Ne kadar şanslıyız, içeri girebildik." diyorum saf saf, gülüyor, çok gülüyor. Meğerse rezervasyonumuzu yapmış bana sürpriz olarak. 1:00 ile 3:00 arasında yazının başında bahsettiğim muhteşem ortamı yaşıyoruz. 

Ertesi sabah uyanıyoruz, kahvaltı için sabah 9'dan akşamüstü 4'e kadar brunch servisi yapan Cafe Kevah'a gidiyoruz. Uçurumun kenarına kondurulmuş devasa bir terasta, gerçek olamayacakmış gibi görünen bir manzaraya karşı kahvaltımızı ediyoruz. Bölgenin özelliğiymiş, yazları sis çökmesi ve okyanusun üstündeki sis tepeden bakınca bulut gibi görünüyor. Bulutların üstünde, yengeçli olağanüstü bir eggs benedict yemenin keyfini nasıl tarif edebileceğimi inanın bilmiyorum. 




Cafe Kevah'ın bir üst katı da 1949 yılından beri aynı aile tarafından işletilen Nepenthe. Buraya gelmeyeni Big Sur'a gelmiş saymayacakları kadar meşhur bir restoran bar. 



Big Sur için "The face of the earth as the creator intended it to look." diyen meşhur yazar Henry Miller'in kütüphanesinde o gün ilgi çekici bir etkinlik olmadığı için orayı pas geçerek, Julia Pfeffer Burns State Park - McWay Falls'a giderek, yeşil ve mavinin tonlarının sefasını biraz daha sürüyoruz. O kadar harika bir manzara vaad ediyor ki, insan fotoğraf bile çekmeye kalkmadan önce bir kaç dakika kilitlenip bakakalıyor.




Arabayla Carmel'e gidiş yolumuz boyunca molalar veriyoruz. Her bir kavşaktan sonra, "Böyle bir mavi, böyle bir yeşil, böyle bir bulut olabilir mi?" diye sorduracak güzellikte bir manzara karşılıyor çünkü.






Uzun zamandır Avrupa'da hepsi bir yerden sonra birbirine benzeyen şehirlere yaptığım seyahatlerden sonra, California bana çok iyi geliyor. Şaşırıyorum, büyüleniyorum, keyifleniyorum. Ne iyi yapmışım da, kalkıp delicesine bir hareketle buralara gelmişim, diye kendimi kutluyorum; beni yalnız San Francisco'da değil buralarda da gezdirdiği için O'na bayılıyorum.

Dünyada keşfedilecek çok harika şeyler var, harekete geçme planları yaparak kalın!


23 Eylül 2015

Mr. Holmes Bakehouse, Half Moon Bay Ritz-Carlton, Phil's Fish Market ve enenenen iyi Bloody Mary

Pek çok şarkıya söz olmuş, pek çok kitapta anılmış, yıllar içinde kültleşen pek çok karakteri ağırlamış, her gencin planları dahilinde olan Highway 1 için yola çıkma zamanımız geliyor. 


Benim California'da geçireceğim gün sayısı sınırlı olduğu için, bütün Highway 1'ı katetmemiz mümkün değil, yalnızca San Francisco ile Big Sur arasını birlikte keşfedeceğiz; ama bu bile yeteri kadar heyecan verici.

Gelmeden önce bu seyahati planlarken, dokuz gün, her şeye yetebilecek kadar uzun bir süre gibi gelmişti bana. Gelgelelim hem yapılacak çok fazla şey var, hem de O'nunla gerçekten düşündüğümden bile daha keyifli geçiyor günler. Biraz pişman oluyorum, daha uzun süreliğine gelmediğime...




İstanbul'dan San Francisco'ya yalnızca bir kabin boy bagajla geldiğim ve nemlendirici dahil hiçbir kozmetik taşımadığım için, sabah öncelikle temel ihtiyaçlarımı gidermek üzere bir markete uğruyoruz. Ardından istikametimiz kahvaltı için Mr. Holmes Bakehouse





Burası her gün sınırlı sayıda ve her gün başka bir çeşitte çıkardığı 'cruffin' ile meşhur. Sabah erken uyanmak için kesinlikle harika bir motivasyon niteliğinde. Sıraya giriyorsunuz, şansınız varsa o günkünü tatma fırsatı yakalıyorsunuz. Yoksa da, diğer her şey de inanılmaz lezzetli olduğundan çok üzülmenize gerek yok.



Mr. Holmes'un harika tasarımlı karton kutusu içinde çeşit çeşit kalori ve haz bombası ile, O'nun Brezilyalı arkadaşının yanına uğruyoruz. Ülkesine dönmeden önce vedalaşmak için. Ben arabadan Mr. Holmes kutusu ile indiğimde mutluluktan ölüyor, çünkü hem tatlılar inanılmaz; hem de o tam bir foodie. Yolun ortasında hazdan ölüyoruz.




Sonra yola çıkıyoruz, ilk durağımız Half Moon Beach'teki Ritz-Carlton. İnanılmaz güzel manzaralı bir yamacın kenarına kurulmuş bu devasa otel, asil bir lüks sembolü gibi. Hiçbir şey ışıltılı, abartılı, yorucu değil; aksine oldukça kaliteli ve mütevazi bir şıklık içinde. Her şey krem tonlarında ve ahşap ağırlıklı; ama koridorlarında asılı tablolar gibi detayları ve özellikle manzarası baş döndürücü. Biz de elimizde biralarımız, tepeden bu harika manzarayı izlemenin tadını çıkartıyoruz.







Ardından, aşağıdaki kum alana iniyoruz. Okyanus yüzülemeyecek kadar soğuk; ama parlayan güneş ile esen rüzgarın birlikteliğinde harika güneşlenilir.

Ben üstümdeki kıyafetleri çıkarıp, bikinim ile kaldığımda, kuma oturmadan önce "Acaba onda havlu var mıdır, üstüne otursak." diye düşünürken, o çantasından kocaman bir çarşaf çıkartarak beni olumlu anlamda oldukça şaşırtıyor. Çarşafı kumsalın kuytu bir köşesinde, incecik beyaz kumların üstüne serip uzanıyoruz. Saatlerce kumsalın tadını sonuna kadar çıkarttıktan sonra, yeniden yollara düşüyoruz. 





Ona yemek konusunda Shrek yedikten sonra koşulsuz güvenmeye başladığımdan, çok iyi olduğunu söylediği Moss Landing'teki Phil's Fish Market'te yemek yeme teklifine de hiçbir itirazım yok. Yol çalışmaları nedeniyle yavaş yavaş akan yolda, büyük bir sabırsızlıkla yemeğe kavuşmayı bekliyorum.


Burası oldukça salaş görüntülü, içeride sıraya girip kasadan siparişinizi verip ödeme yapılan, sonra da upuzun masalarda başka insanlarla birlikte oturup yemek yediğiniz bir yer. Deniz ürününün her çeşidini yapıyorlar ve yediğimiz her şey olağanüstü lezzetli.







"Bu arada burada Bloody Mary de çok iyi." diyor. Bloody Mary'e taparım. Hemen bara gidip, sipariş veriyorum. Barda duran adam çok özensizce, hiç bir şeyi ölçmeden, beş saniye içinde bloody maryi hazırlıyor. O kadar çabasız ve hızlı hazırlıyor ki, kesinlikle "çok iyi" olabileceğine inanmıyorum. 

Yalnızca bardağın kenarına tutuşturduğu karides ile bardağım harika görünüyor. Masaya geliyorum, bir yudum alıyorum ve hiç tartışmasız hayatımda içtiğim en iyi bloody mary.


O kadar çok seviyorum ki, günler sonra aynı yoldan geri dönerken, bir bloody mary daha içmek için tutturuyorum ve biz ikinci kez Phil'se gidiyoruz. Elbette ki o "bir bloody mary", asla tek bir tanesi ile sınırlı kalamayacağım kadar lezzetli ve masamız yine mükemmel bir deniz ürünleri sofrasına dönüşüyor. 





Bara gidip şevkle ikinci bloody mary siparişimi verirken, bardaki bir adam dönüp, "Biliyor musun, vereceğin siparişin bloody mary olacağını biliyordum."diyor. Kafam güzelce, gülüyorum, "Neden?" diye soruyorum. "Kesinlikle şu an görünüşündeki tek eksik elinde bir bloody mary bardağı çünkü" diyor. Hayatımda aldığım en enteresan iltifatlardan biri olarak bunu bir aklımın bir kenarına yazarken, "Bir de bunu tat." diye kendi bardağını uzatıyor. 

Bloody Mary'nin bira ile hazırlanan versiyonu gibi, adı Chevela imiş. "Seninki bitince, gel bundan da bir tane iç." diyor. (İçmeyi unuttuğumu da bu yazıyı yazarken fark ettim bu arada.)



İçeride geçmişte çiçek çocuklarmış gibi görünen dört tane ellili yaşlarda adam, çok keyifli bir müzik yapıyor. Onları dinleyerek, lezzetli ötesi yemeklerimizi yedikten sonra, bloody mary bardakları ile, hemen mekanın önündeki sahile çıkıp, gün batımını izliyoruz. California'da güneş o kadar harika batıyor ki, insan hiçbir gün batımını kaçırmak istemiyor.  







"Yolluk olarak alacak mısın bir bloody mary daha?" diye soruyor. Hayır, o an kafam güzel, ben güzelim, O'nunla yollarda olmak güzel, bulunduğumuz yol güzel. 

Ama olur da bir daha bu civarlara yolum düşerse, kesinlikle burada bloody mary içmeden geçmeyeceğimi biliyorum



Bloody mary ile kalın! :))

21 Eylül 2015

Geçen haftadan notlar: La Gioia, 7, Filmekimi, Cuma Pervasızlığı, Galata Butikleri, Karaköy Gümrük, Albüm

Gündüz Vassaf'ın cümlesi takılıyor gözüme, "Gündüzlerin rasyonel insanı, zevki sefa peşinde koşan insanla yer değiştirir geceleri. Yaşamın anlamı gece duyumsanır ve sorgulanır. Kimse bunu öğle yemeği sırasında tartışmaz. Yaşam gecenin konusudur."

Gülüyorum, bu aralar biraz fazla sorgulamaya başlamam bundan galiba. Gecelerim her zamankinden uzun bu aralar...




Bir önceki hafta ile yeni haftanın başlangıcı arasında hiçbir sınır, çizgi, uyku molası yok. Pazar gecesi Adana'dan geliyorum, duşumu alıyorum, ojelerimi değiştiriyorum, ertesi günkü kıyafetlerimi hazırlayıp yeniden evden çıkıyorum. Pazartesi sabah 6:00'da istikametim Ankara. 





Ankara'daki işlerimi hallettikten sonra, geç bir öğle yemeği için Tahran Caddesi üzerinde, Beymen'in altında bulunan La Gioia'nın yolunu tutuyorum. Vücudumu uykusuz bırakmışken, en azından sağlıklı beslenerek dengeyi sağlamak için armut ve kuru üzüm ile hazırlanan detox active ve kinoa salatası siparişi veriyorum. 

La Gioia'yı hem ortamı, hem inanılmaz ilgili personeli, hem sunum ve hem de lezzet bakımından ile oldukça seviyorum. İstanbul'daki House Cafe ve Big Chefs ile aynı sınıfta kabul edilebilecek bu mekan, bunlardan çok daha mutlu edici. O yüzden Ankara'ya yolunuz düşerse listenizde bulunsun derim. 



Dönüş saatine kadar ve dönüş yolunda gözlerimi açık tutabilmek için,bütün kadın dergilerini topluyor, kendime biraz daha iyi bakmak konusunda gaza gelerek ve bununla ironik biçimde bol bol kafein tüketerek günü kapatıyorum. 





Salı günü bütün gün ofiste çalıştıktan sonra, artık yorgunluktan bitmiş bir haldeyim. Eve geliyorum, ortalığı toplarken elime bir roman geçiyor. Kapağı hiç benim kitapçıda gözüme kestirip alacağım albeniye sahip değil, o yüzden mutlaka birinin tavsiyesi üzerine almış olmalıyım. Ama kimin tavsiye ettiğini hatırlayamıyorum. Uzanıp okumaya başlıyorum. Sandığımdan daha hızlı içine alıyor beni.




Başkahramanımız Hakan, akademisyen bir genç. Aralarında çok esprili şakalaşmaları olan babası ile birlikte yaşıyor. Bir gün bir kitap almak için sahafa giriyor, Yağmur ile yolu kesişiyor. Klasik bir aşk hikayesine dönüşecekmiş gibi akarken yazar önce karşımıza çıkış amacı kaşığı sol elle tutmayı yaygınlaştırmak olan Kronk dinini, sonra bu dinin peygamberi olarak kendisini çıkarıyor. 

Hem dilinin cüretkarlığı, hem kurgusu alıştığımız romanlardan o kadar farklı ki, okurken arka kapaktaki "ilk kez yayımlandığı 1992'den bu yana, alçakgönüllü bir kült roman statüsünü haklı gösterebilecek bir meraklı kitlesi oldu" açıklamasına hak veriyorum. Roman bittiğinde, önce sevip sevmediğime karar veremiyorum; sonra da kesinlikle iyi olduğuna karar verip Cem Akaş'ın başka kitaplarını sipariş ediyorum. Akıcı dilli, farklı ve sürprizli bir roman okumak isteyenlere de şiddetle tavsiye ederim.

Kitaptan sevdiğim birkaç cümle:

Bizim istediğimiz doğru bildiğimizi kendimize kabul ettirmek değil ki, yalnızca farklı olma hakkına sahip olmak istiyoruz.

Kızma be oğlum, hayatın ciddi bir şey olduğunu gösteren tek bir ciddi kanıt yok ortada.

Neler konuştuklarını duymuyoruz, ama sormaya çekindiğimiz her şeyi öğreniyoruz: birbirlerini seviyorlar.

Durmadan soruyorsunuz kendinize birbirinize neden niçin yaşıyorum ben. Aferim sorun sorun bakalım, oysa bu kadar duman altı olmaya ne gerek var. Siz yaşıyorsunuz çünkü vaktiyle babanız ananınızı bir güzel sikti. Yalanım varsa söyleyin. Bunu bile bile hala yaşamda anlam aramak, yaş amda anlam aramakla birdir. Arıyorsanız ben ne yapabilirim. 

Ve "İlişki, il-İŞ-ki değildir. Fazla mesai ücrete tabi değildir. Görev bilincinizi götünüze sokunuz." cümlesini içeren ilişki manifestosu:



( Cem Akaş, 7, Okyan Us Yayın, 239 sayfa) 

Çarşamba günü iş çıkışı istikametim Şaşkınbakkal. Tanıştığımız günden beri, ne zaman birlikte vakit geçirme fırsatı bulsam, kahkahalara boğulduğum, sevgili Ersu ve Sheldon, Avusturalya'ya geri taşınma kararı aldıklarından evlerini boşaltmadan önce bir veda yapıyoruz. 

Her zamanki gibi bol kahkahalı bir gece geçiriyoruz, içim bir yandan buruluyor onları bu kadar çok göremeyeceğim için, bir yandan onlar adına ve benim Avusturalya'ya gitme bahanem olmasına seviniyorum. Duygusallaşarak bitiriyoruz geceyi. 




Gerçekten hayatımda en şanslı olduğum konunun bu olduğunu düşünüyorum: yolumun bu kadar harika insanlarla kesişmesi....

Perşembe sabahı, her zamankinden iki saat erken kalkıyorum. Büyük bir motivasyonum var erken uyanmak için: filmekimi biletleri lale kart için satışa açılıyor ve benim filmlere göz atıp hangilerini izleyeceğimi seçmem lazım.

Fakültede okurken, devam mecburiyetim olmadığından, bazı günler uzun bir uyku çekip, yatak tembelliği yaptıktan sonra, Taksim'e çıkardım. Alkazar Sineması'nda bomboş salonda bir Avrupa filmi seyreder, kitapçıları dolaşır, sonra birileri ile buluşup Nevizade'de bira içer veya eve gelip yazılar yazardım. Film festivali varsa, kapıdaki sıralara girer, içerdeki filmin ne olduğunu bile bilmeden, yer bulduğum her filmi izlerdim. Aylak, acelesiz, plansız, her şeye fazlasıyla zamanım olan, çok fazla film izleyip, çok fazla kitap okuduğum günlerdi. 

Artık bütün filmlere online olarak ulaşmak mümkün olsa da, film festivallerini çok sevenlerden ve hiç kaçırmayanlardanım. Çünkü bana o ruhu ve o günlerimi hatırlatıyor. İstanbul'a taşındığım 2004 yılından beri aksatmadığım tek alışkanlık olarak varlığını sürdürüyor.

O yüzden hatırlatmayı görev bilirim, atladıysanız filmekimi 3 Ekim'de başlıyor. 

Cuma günü, iş çıkışında Eftelya Balık'tayım. Leziz mezelere göbek rakısı eşlik ediyor. Karşımda oturan adamın hem harika hikayeleri var, hem de kendisi gerçekten uzun zamandır tanıştığım en değişik karakterlerden biri. Önümdeki deftere bir Dünya haritası çizip, seç bir yeri diyor. Hayat beni yine seyahatlerle sınıyor.

Saat 10:00'da evde olmaya söz vermiştim, o sırada saat 10:30 olmuş bile, yogitam arıyor "Nerdesin? Çabuk gel." diye.




Gecenin devamı 'cici eşim' Gizem ile tamamen spontane biçimde Colonie, Unter, Parantez şeklinde akıyor. Kahkahalar, sohbetler, saçmalıklar birbirine karışıyor, en sevdiğimiz ruh halimiz geri dönüyor, gece çok uzuyor.

Cumartesi gözlerimi açıyorum. Salonun ortasına gelişigüzel atılmış yüksek topuklu ayakkabılarıma takılıyor gözüm. Kendimi iyi hissettiren bir kare: Kadınsı, pervasız ve üzerinde düşünülmemiş...

Bu blog sayesinde tanıdığım, bu seneki Roma ve Belgrad seyahatlerimden önce bana harika tavsiyeler vermiş Buket ile buluşuyoruz. Kendime anneannemi hatırlatacak bir takı almaya niyetlendiğimi okuyunca, bana bir takıcı tavsiye etmişti, birlikte gitmeye bir de kahve içmeye karar vermiştik.



Asmalımescit'te buluşuyoruz, ilk durağımız Petra Pera oluyor. Özellikle pastel tonları, heykel gibi yüzükleri, kimsede olmayan parçaları ve doğal taşları seviyorsanız buraya yolunuzu düşürmelisiniz. 

Sonra Galata'ya iniyoruz. Nihan Buruk'un defilelerinde kullandığı parçaların satıldığı NIAN'da her şeyden tek bir tane var. Yani bunun bir büyük veya küçük bedeni var mı diye soramıyorsunuz, şanslıysanız ve beğendiğiniz parça üstünüze olursa, gayet uygun fiyata tasarım bir parça kapmış oluyorsunuz. Ben o gün şanslı günümdeyim, beğendiğim beyaz elbiselerden birini deniyorum ve cuk diye üstüme oturuyor. Mağazada çalışanlar da en az benim kadar seviniyor: Sonunda bu elbise birine oldu, diyorlar.

Buket sayesinde yaptığım üçüncü keşif, yine Buket sayesinde ilk defa içeri girdiğim Yasemin Özeri'nin mağazası oluyor. Satılan parçaların dokuları ve kesimleri harika, düz renk gömlek ve elbiselerle dolu odalar var. İçerideki her parçaya bayılıyorum, özellikle sonbaharda sık sık yolumu düşereceğimden emin olduğum bir mağaza burası. 

(Aşağıdaki fotoğrafta boynumdaki kolye ve bileklik Petra Pera'dan, önümdeki elbise NIAN'dan.)



Keşiflerden sonra, harika ganimetler toplamış ve oldukça keyif almış olduğum için, Buket'i bir blog yazmaya ikna edip, bütün bu tavsiyeleri daha fazla kişiye ulaştırmasını sağlamak var aklımda; ama çok başarılı olduğum ne yazık ki söylenemez. 

İkimizin de henüz gitmeye fırsat bulamadığı Karaköy Gümrük'e oturuyoruz. Karaköy'ün popülerliği sonucunda, her geçen gün burada yeni bir yerler açıldığı ve malesef pek çoğunun çok standart yemekler ve berbat bir servis ile hayal kırıklığı yaşattığı malum. Siz de bu hislere maruz kaldıysanız, kesinlikle bir sonraki istikametiniz Gümrük olsun.

Dekorasyonundaki her bir parça çok keyifli, tuvaletinden, kibritine; tabağından tabelasına kadar her şey uyumlu ve çok zevkli. Çalışanlar oldukça güler yüzlü ve ilgili. Servis bir kere olsun aksamadı, garsonu yakalamak için sohbetimizi bölüp el kol sallama çabalarına girmemize hiç gerek kalmadı. 




Yerel lezzetlerde kalmaya karar vermişler, mutfağına bonfile, parmesan ve somon sokmamak konusunda kararlılar. Başlangıç olarak aldığımız bazlama üstü karides ile leziz bir açılış yaptıktan sonra yediğimiz ana yemekler de gerçekten leziz.





Keyfli bir hayal sohbeti ile bir şişe şarabı devirdiğimiz sırada, Karaköy'de olmanın avantajı ile çok tatlı bir karşılaşma yaşıyoruz, masamız bir anda kalabalıklaşıyor, dedikodunun dibine vuruyoruz.


Oradan kalktıktan sonra, inanılmaz eğlenceli bir haftasonu geçirdiğim, bir zamanların Mr. Prozac'i ve onun arkadaşları ile buluşuyorum. İstikametimiz Club Albüm. Ben gündüz alışverişe çıktığım kıyafetlerleyim ve ortamdaki en spor insanım. Hemen Mr. Prozac'e yapışıp, "Beni tuvalete götür." diyorum ve aldığım elbiseyi giyiyorum. Çeşme'de çok iyi pratik yapmışım, hemen hemen bütün şarkılara hakimim, avaz avaz eşlik ederek tam bir gurur tablosu oluyorum :))) Cinler devriliyor, gözler kayıyor, danslar güzelleşiyor.



Pazar gününe oldukça geç başlıyorum. Mailleri cevaplamak, çamaşır yıkamak gibi rutin işlerimi hallettikten sonra, koltukta sızıp kalıyorum. Uykumun arasında telefonumda O'ndan "I'm back" mesajını görünce kendime geliyorum. Üstüme bir şeyler geçirip hemen evden çıkıyor, kendimi O'nun kollarına atıyorum. Bu adam, bana uzun zamandır hissetmediğim güzellikte şeyler hissettiriyor ve yaşatıyor. 

Hala California'daki muhteşem maceralarımızı yazmaya fırsat bulamamış olsam da, O artık İstanbul'da. 

Bu, bana o kadar gerçek dışı geliyor ki... İstanbul'da geçirdiğimiz günlerde O'nun San Francisco'ya dönecek olması nedeniyle sınırlı zamanımız vardı; sonra ben oraya gittiğimde İstanbul'a dönüş tarihim belliydi. Hep, birlikte geçirebileceğimiz zamanların bir sonu vardı. Şimdi onunla aynı şehirde olmamız ve aramızda saat farkı kalmaması ancak hayalini kurabileceğim kadar harika bir şey olmasına rağmen, o kadar inanamıyorum ki, bu gelişmenin gerektirdiği kadar sevinemiyorum bile. Sadece onu yeniden gördüğüm için mutluyum. İstanbul'da olduğunu benimsemek için, zamana ihtiyacım var. Onunla güzel zamanlara...

Ve bir hafta daha bitiyor, daha güzelleri başlamak üzere...

Pinterest'im

Instagram'ım