26 Ekim 2015

Geçen haftadan notlar: Arada bir rahat batsın, dört yanımız tavernalar, iki çalkala rahatlarsın

İstanbul'u özlemişim.
Trafiğini ve kalabalığını değil elbette, senin enerjin olduğu sürece sonsuz plan sunmasını...

Hani aylardır İstanbul'dan uzaktaymışım gibi oldu bunları yazınca. Buralardaydım aslında. Diğer yandan çok uzun zamandır haftasonlarını İstanbul'da geçirmiyordum. Cuma akşamı soluğu havalimanında alıp, denize, tatile, annemin veya babamın evine kaçıp duruyordum. Uzun zamandır görmediğim arkadaşlarımı, mantığı geride bırakacak kadar içmeyi, tamamen spontane hareketleri, "oraya mı gitsek buraya mı gitsek, siz neredesiniz" whatsuplaşmalarını, kahkahaları, avaz avaz şarkı söylemeleri, kütük gibi uyuyakalmaları, dağılmış halde uyanıp sabah kahvemi içerken telefonda bir önceki geceden kalan videoları izlerken kikirdemeyi özlemişim. 



Pazartesi günü işten çıktıktan sonra, haftasonunun yorgunluğuna vücudumu teslim ediyorum. Kendime güzel bir sıcak çikolata hazırlıyorum, hala gitmediğim bienalin kitapçığını alıp battaniyemin altına kıvrılıyorum. 



Miskinlik yaparken, O arıyor, "Aşağı inmeye ne dersin?" diye soruyor. O beni aradığı anda, miskinliğimin yok olmasına bayılıyorum. Hızlıca ertesi gün işte giyeceğim kıyafetleri çantama doldurup, üstüme bir şeyler geçirip, koşa koşa merdivenlerden iniyorum. Yalnızca iki gün görmediğin birini çok uzun zamandır görmemişsin gibi özleyebilmek ne kadar güzel bir şey, diye düşünüyorum, arabada yanındaki koltuğa mutlulukla yerleşirken. Böyle güzel hisleri hep koruyabilmenin bir yolu olsa keşke...



Salı günü,  İstanbul'u özlemiş olmamla oldukça ironik bir biçimde, kampanya biletlerine karşı koyamayarak annemle bana birer Berlin bileti alıyorum. Geçen sene Almanya'da Vestfalya Eyaleti'ndeki yılbaşı pazarlarını keşfederken o kadar keyif almıştık ki, bu sene de aynı dönem Berlin'dekilerde sıcak şarapları ve sosisleri yuvarlayarak bir haftasonu geçirmenin harika olacağını düşünüyorum. 

Akşam için aklımızda Oh Land konseri var. Bir haftadır yogitamla bu konsere bilet bulabilmek için uğraşıyoruz. Bir yandan İstanbul'daki etkinliklerin bu kadar ilgi görmesinden ve biletlerin tükenmesinden çok mutluyum. Böylelikle her geçen gün daha fazla konser mekanımız oluyor, daha fazla alternatif tiyatro açılıyor, her hafta harika etkinlikler yapılıyor... Diğer yandan da bencilce bundan rahatsızım; çünkü spontane hareket etmek imkansız hale geliyor. Bir etkinliğin biletleri satışa açıldığında, o tarihte İstanbul'da olup olmayacağımı bile bilmiyorum. Gitmeye karar verdiğimde de biletler tükenmiş oluyor. Bilet almak için Biletix'in sayfasına girip de "Satın Al" butonu yerine "Diğer satın alma opsiyonları" yazısını görmek son dönemde gelişen fobilerimden biri. :)

Oh Land'e bilet bulmak için denediğimiz bütün kanallar boşa çıkmış durumda, akşam gidip kapıdan bilet bulmayı deneyelim mi, yoksa direk başka bir plan mı yapalım, karar vermeye çalışırken, müjdeli havadis geliyor: Davetiyelerimiz kapıda bizi bekliyor!



Akşam Bomonti Bira Fabrikası'nın içindeki yeni Babylon'a gidiyoruz. Henüz içerideki tüm mekanlar açılmamış olsa da, harika bir etkinlik alanına dönüşüyor burası, keyifle ve merakla takip ediyoruz. Ve o gece Oh Land, harika bir performans sergiliyor. Çıktığımızda dilimizde şarkılar, aklımızda solistin hamile göbeği ile ne kadar tatlı olduğu...(Konserden videolar için tık ve tık!)



Konserden sonra, eve gelip duş alıp, ertesi gün giyeceklerimi ütüleyip hemen yola çıkıyorum. Çarşamba gününün ilk saatlerinde, istikametim Yenişehir Adliyesi. Tarihte Osmanlı'nın ilk başkenti olan Yenişehir, güncel durumda da Bursa Havalimanı burada olduğu için oldukça popüler bir ilçe. Gezilecek pek fazla şey yok, en temel turistik noktası Saat Kulesi'nin bulunduğu meydan. Bu kuledeki iki çandan birinin Rum Mahallesi'ndeki kiliseden, diğerinin ise İnegöl'ün Kurşunlu Köyü'ndeki kilisiden getirilmiş olması ve bugün de Yenişehir Belediyesi'nin sembolü olması bence oldukça enteresan.




İşim bittiğinde uykusuzluktan bayılmak üzereyim; ama iskender yemeden Bursa'dan dönmeyi düşünemeyeceğim için, İstanbul'a dönüş yoluna geçmeden önce Uludağ Kebapçısı'na uğramayı ihmal etmiyorum. İstanbul'a geldiğim gibi de baygın biçimde uykuya dalıyorum.

Bir önceki uykusuz ve uzun yollar katettiğim günün ardından, Perşembe günü ofiste beni en sevdiğim soğuk kahvelerle dolu bir paket bekliyor. O kadar harika bir zamanda o kadar iyi geliyor ki, günümü kurtarıyorlar.



İş çıkışı pilatese gittikten sonra, marketten kendime tembelce ziyafet çekebileceğim yiyecekler alıp, karnımı doyuruyorum. 



Duştan sonra, nar yağına bulanıyorum ve oldukça renkli bir kadınla tanışmak için evden çıkıyorum. Beşiktaş Çarşı'daki Şair Leyla'ya oturuyoruz. İlişki yaşadığı kadından "Hiçbir şüphem yok ki, o benim hayatımın kadını." diye bahsediyor. Bugüne kadar ben hiçbir kız arkadaşımdan bir erkek hakkında böyle bir cümle duymadım. İnanamıyorum. "Nasıl emin olabilirsin ki?" diye soruyorum. "Hissediyorum ve biliyorum. Eminim." diyor, bir saniye dahi tereddüte düşmeden. "Onu ömrümün sonuna kadar bırakmayacağım." Tam derin düşüncelere dalmak üzereyim, acaba biz heteroseksüellere bahşedilmeyen bir yetenek mi bu diye. O sırada, tatatadam, bir tepsi dolusu ikram shot önümüze diziliyor. İşletmecileri eski Parantez ekibiymiş, zamanında sevgili Özge ile bizim her gün ama her gün gittiğimiz mekan. Eski Asmalımescit günlerinden bahsederken, ertesi gün çalışacağım için eve gitme saatim geliyor. Eve yürürken O'nu arıyorum, "Geyik yapasım geldi." diyorum, "Doğru adres" diyor. Dakikalarca gülüşerek laflıyoruz, mutlu mutlu yatıyorum yatağa, ertesi gün en sevdiğim gün: cuma.


Cuma günü, ofis krizli bir gün yaşıyor. Ofisten çıktığımda, öyle bir yağmur yağıyor ki, taksi bulmaya imkan yok. Elimde şemsiye olmasına rağmen, metroya yürürken ve metrodan eve yürürken, kelimenin tam manasıyla donuma kadar ıslanıyorum. O akşam için yogitam ve İsviçre'ye gelin verdiğimiz Özgem ile yemek ve dans şeklinde planlarımız var; ama hava o kadar fena ki, her şey yalan oluyor. 

Saat 20:00'de Özge yazıyor, ben "Şair Leyla'ya geldim." Yağmur hızını hiç düşürmeden yağmaya devam ediyor. O yüzden ev çok davetkar, "dışarıya çıkma, çıkma benimle kal." dercesine. Düşünüyorum, taksi bulmakla uğraşmadan gidebileceğim, çok şık olmamı gerektirmeyen bir yer, evde oturmak yerine, birkaç gün sonra İsviçre'ye geri dönecek Özge ile birkaç bira içmek daha iyi. Gidiyorum. Ev rahatlığında kokteyllerimizi yudumlayıp, çalan müziklere müdahale ederken, önce sevgili Sino bize katılıyor, ardından O geliyor. "Kadın prenses, erkek patron olmalı mı?" konusu etrafında muhabbet o kadar komik ve tatlı akıyor ki, O'nun ilk defa benim arkadaşlarımla bir araya gelmesi nedeniyle değil gerginlik yaşamak, bunun farkına bile ertesi gün varıyorum ben. 



Cumartesi sabahı uyanınca, Sino'yu işe uğurladıktan sonra Beşiktaş'a iniyoruz. Kahvaltıcılar Sokağı'na gidip, BiKahvaltı'ya oturuyoruz. Serpme kahvaltı, menemen, pişi, bal kaymak derken dolu dolu bir soframız oluyor. O anda fark ediyorum ne kadar uzun zamandır böyle donanmış bir kahvaltı sofrasında oturmamış olduğumu...  Kahvaltılarım bir süredir hep müsli ve tosttan ibaret oluyordu ve her seferinde bir şeye yetişmek için alelacele mideye indiriyordum. Bulunduğumuz mekan öğrenci mekanı sayılabilecek bir yer. Ne harika bir manzaraya bakıyor, ne inanılmaz bir dekorasyonu var. Diğer yandan, önümdeki sofra harika görünüyor, her şey lezzetli, bir yere yetişme telaşımız yok, karşımda hem O, hem de Özge oturuyor. O kadar mutluyum ki!  "Hızlı değil, hazlı hayat Sezen, unutma bunu lütfen, arada hatırla." diyorum kendime içten içe. 

O'nunla da uzun zamandır ilk defa saat limitimiz olmayan bir anı paylaşıyoruz. Kahvaltıdan sonra önce kitapçıları geziyoruz. Bana bir kitap hediye ediyor, ilk sayfasına harika bir not yazarak. Sonra da beni Deniz Müzesi'ne götürüyor. Burnumun ucunda, defalarca önünden geçtiğim bu müzeye daha önce hiç girmemiştim. Bina da çok güzel, sergilenen kayıklar da şatafatları ile büyüleyici. Elimde harika kitabım, deniz müzesini gezmiş olarak evin merdivenlerini çıkarken, O'na neden bu kadar bayıldığımı bir kere daha hatırlıyorum.




Akşam önce inanılmaz tatlı avukatların Fransız Sokağı'ndaki ofislerinde partiye gidiyoruz, ardından da Hayal Kahvesi'ne Ceylan Ertem Sezen Aksu Tribute konserine... Yine gitmeye niyetlenip bilet bulamadığımız konserlerden biriydi bu. Harika bir jest ile kapıdaki davetli listesine adımız yazdırılmış olmasa, tek kelimeyle bayıldığımız bu konserden mahrum kalacaktık. Avaz avaz bütün şarkılara eşlik ettikten sonra, Taksim'in kalabalığından bunalıp, bizi Nişantaşı'na götürmeyi reddeden üç ayrı taksici ile kavga edip, sonunda Uber kullanarak Spago'ya gidiyoruz. Lezzetli kokteyl, iyi ortam ve harika servis konusunda hiç yanıltmayan ve her gittiğimde keyifli zaman geçirdiğim bir mekan olarak, hayat kurtarıcım. 

Pandora's Box'ımı yudumlarken, bir müvekkilimle karşılaşmam oldukça eğlenceli oluyor; ama gecenin geri kalanında aynı ortamda olmaları bile benim açımdan çok garip iki arkadaşımla epey eğlendiğimizi düşünürsek, bu hiç bir şey. Eve sabah 6:00'da geliyorum.

Pazar günü, İstanbul'a dönen babamla görüşmenin dışında tek yaptığım şey temizlik ve uyumak. Bazı haftalar çok güzel geçer, bu da onlardan biri oluyor. Umarım başlayan hafta da aynı güzellikte olur.



Keyifle kalın!

19 Ekim 2015

Geçen haftadan notlar: Doluya bakacaksın, tek taşı takacaksın!

Doğum günü partimden sonra haftasonunu Adana ve Hatay'da geçirdiğim için, pazartesi günü ofisten sonra doğrudan her bir köşesi "Burada inanılmaz eğlenceli bir parti yapıldı." diye bağıran eve geliyorum. Boş içki şişeleri ve bardaklar ve cam kırıklarını toplayıp, parti aksesuarlarını bir sonraki partiye kadar gözden uzaktaki yerlerine kaldırırken, bir yandan da doğum günü hediyelerimi buluyorum evin çeşitli köşelerinde. Paketleri büyük bir keyifle açarken, seramonileri, kutlamaları, evde misafir ağırlamayı ve hediyeleri ne kadar sevdiğimi düşünüyorum.

"Nasıl başlarsa öyle gider." doğruysa, yeni yaşım çok eğlenceli, seyahatli ve sevdiğim insanlarla geçecek gibi görünüyor. Güzel hislerle doluyum.



İşim bitince, duşa girip uzun uzun sıcak suyun altında kalıp kendimi dinlendirdikten sonra, mis kokulu kremlere bulanıp, yumuşacık battaniyemi alıp, bütün parti izlerini ortadan kaldırdığım salondaki koltuğa yayılıyor, kahvemi demliyor ve bir Murathan Mungan kitabı açıyorum. Beni o anda hiçbir şeyin o mayışık ve sakin sonbahar ruh halinden çıkaramayacağını düşünürken, O arıyor, "Hadi topla eşyalarını ve yarın giyeceklerini, alayım seni 15 dakikaya." diye. Tereddüt bile etmeden, mayışıklığım ile sonbahar ruh halimi o koltukta bırakıp, hemen hazırlanıyor ve evden çıkıyorum.

Sonra bütün hafta çok yoğun bir o kadar da keyifli geçiyor. Keşfettiklerim, denediklerim, havadisler huzurlarınızda:

Konsolos:

İstanbul'da restoranlar ve gece hayatında sürekli trendler ve mekanlar değişirken, her zaman büyük bir keyifle yapacaklarını beklediğim biri İzzet Çapa. Çünkü her zaman enteresan bir konsept ve harika dekorasyonlarla çıkıyor karşımıza.

Pera'daki tarihi Palazzo Corpi binasının girişine açtığı son restoranı Konsolos - bir zamanlar Amerika vizesi buradan alındığı için adını Konsolos koymuş- bir süredir aklımdaydı. Hiçbir şeyi kolay kolay beğenmeyen Prag seyahati partnerim, burayı deneyip, beğenince merakım daha da artmıştı.  

Üç yıl önce İsviçre'ye gelin verdiğimiz sevgili Özge İstanbul'a gelince,yolumuzu cuma akşamı Konsolos'a düşürdük.



Konsolos, koyu renk ağırlıklı dekorasyona rağmen, yüksek tavanı ve duvarlarındaki esprili tabloları ile oldukça iç açıcı bir ortam sunuyor. Devasa boyuttaki menüleri çok frapan ve servisi uzun zamandır gördüğüm en eğlenceli garsonlar yapıyor. 



Yemekten önce aperatif olarak üzümlü bir kokteyl olan Orientel Poison aldık. Ardından başlangıç olarak humus ile minik enginar söyledik. Son olarak da mantarlı pizza ile midemizi gecenin geri kalanına hazırladık. 



Yemeklerin sunumları inanılmaz şık. Lezzetleri gayet güzel olmakla birlikte, ezber bozacak veya akılları baştan alacak bir sıra dışılık beklememekte fayda var. Kokteyller ise gerçekten çok başarılı. Benim favorim, jack cherry lemonade oldu. 

Güzel bir servis eşliğinde keyifle şık yemekler yemek ve iyi kokteyller içmek isterseniz Konsolos, aklınızda bulunsun.

O gece Konsolos'tan çıkışta, İstanbul'un en eski diskoteği olan Scotch'a gittik. Burası Nişantaşı'nın göbeğinde olabileceğini hayatta düşünmediğiniz bir ortam sunuyor. Birisi gözünüzü bağlayıp, sizi buraya götürse, kesinlikle çok daha saçma bir semtte olduğunuzu düşünebilirsiniz, çünkü abartı kıyafetler ve alakasız bir kitle ile bir nevi pavyon. Biz İsviçre'den gelen gelinimize bu absürdlüğü yaşatmak istedik ve oldukça da eğlendik. Sonrasında tamamen alakasız bir konsept olarak Mini Müzikhol'e geçince de beyin devrelerimiz tamamen yandı. İki uç müzik tarzı ve iki uç kitle. İstanbul'u sanırım bu yüzden çok seviyorum ben.




Cumartesi günü yogitam ile iç çamaşırı alışverişine çıktıktan sonra, Cake House'ta kahvaltımızı ettik. Benim evime yakınlığı sebebiyle çok sevdiğim bir cafe burası. Beşiktaş Evlendirme Dairesi'nin orada, oldukça şık bir dekorasyonu var ve kahvaltılık her şeyi (Pişilerin ortasını delmedikleri için içlerinin hamur kalmasını saymazsak) gerçekten lezzetli. Beşiktaş'taki cumartesi pazarına giderseniz, öncesinde veya sonrasında mutlaka bir kahve molası için aklınızda bulunsun. 




Akşam ise, eski ofiste birlikte çalıştığım ve inanılmaz sevdiğim Ecem'in nişan partisi için Aheste Pera'daydık. Nişan ve düğün gibi seramoniler, bazen fazla gergin ve sıkıcı ortamlara katlanmak demek oluyor ya, bu nişan partisi, bence 'nasıl olmalı'nın güzel bir örneğiydi. Ulaşımın kolay olduğu bir yerde, kıyafet konusunda abartı gerektirmeyen bir ortamdaydı. Duvarlardaki esprili yazılar ve kokteyllerin isimleri çok tatlıydı. 

Damadın adını taşıyan kokteyl inanılmaz prim yaptı, barmenler kızlara "Damadı sömürdünüz." diye takılırken, herkesin kafaları çok güzel olmaya başlamıştı. 



Bir arkadaşımızın beğendiği adamın evli olduğunu öğrenmemiz üzerine, "Boş boşuna bakışmayı ben hiç sevmem." denilince, gecenin özlü sözü doğdu: "Doluya bakacaksın, tek taşı takacaksın." :))



Güzelliği ile ortalığı yıkan içi dışı ayrı güzel sevgili Ecem'im umarım Haydar ile birlikte ömür boyu çok ama çok mutlu olur. 





Nişan partisinden sonra yine Mini Müzikhol'e gittik. Minimüzikhol, gece 3:00 civarında dans etmeye devam etmek için aklıma gelen tek yer olduğu için, bu haftasonu boyunca her gecenin sonunda mutlaka oraya bir uğramış oldum. Sonra Cihangir'de teras partisi derken, çok eğlenerek gerçekten sabahı görmüş olduk. :)

Pazar günü boyunca uyumuş olabilirim, bütün haftasonu yorgunluğunu üzerimden atabilmek için! Bütün bu alkol bombardımanının ve uyksuzluğun arasında, evde biraz sağlıklı tarifler denemeye de fırsat bulmaktan gururluyum. (Nereden dengelesek kardır!)

Bunlardan ilki fırında bulgurlu ve yoğurtlu patlıcan.



Patlıcanları ikiye kesip, içlerini biraz oyuyorsunuz. Daha sonra iki diş sarımsak, iki çay kaşığı kimyon, kırmızı biber, tuz, bir limonun suyu ve biraz zeytinyağını bir kasede karıştırıp, bu sosu patlıcanların içine sürüp, fırına koyuyorsunuz.

Bu sırada 150 gram ince bulguru da, kaynar suyun içine koyup, bekletiyorsunuz. Patlıcanlar tamamen yumuşayana kadar piştikten sonra, bulgura kuş üzümü, badem, yeşil zeytin ve nane ile karıştırıp bir harç hazırlıyor ve patlıcanların içine dolduruyorsunuz. Son dokunuş olarak da üstüne biraz yoğurt gezdirip servis ediyorsunuz. Çok sağlıklı ve lezzetli bir yemek oluyor.



İkincisi de elmalı ve hardal soslu brokoli salatası. 

Brokolileri haşladıktan sonra, elmaları da küçük küçük dilimliyorsunuz. Daha sonra bir kasede, iki kaşık hardal, sarımsak, bir mandalina suyu, biraz sirke ve zeytinyağını karıştırıp, bu salatanın üstüne döküyorsunuz. Kuş üzümü ile süsleyebilirsiniz. Hep aynı salataları yemekten sıkılanlara şiddetle tavsiye ederim.

Keyifle ve sağlıkla kalın!



17 Ekim 2015

"Aşk seni neredeyse tamamen değiştirir; o yeni bir doğumdur. Bir kadını veya erkeği sevmeden önceki kişi asla değilsin."

Bazen okuduğun bir kitabın hayatını değiştirme ihtimali olduğunu sezersin. Sayfaları arasında geçirdiğin saatler, senin ezberlerini bozar, gözünü açar, kendi içindeki çelişkilerini yüzüne vurur.

Fakat sana sunduğu bu yeni bakış açısını koruyabilecek misin, yoksa kitabı okuyup bitirdikten sonra tamamen unutacak mısın kestiremezsin. O yüzden ihtimal diyorum, hayatında bir değişiklik yapıp yapmayacağını şimdiden bilemezsin.

Bende böyle yepyeni kapılar açan bir kitap benim karşıma çıkabileceği en harika zamanda çıktı.

Bir pazar gecesi İstanbul'a dönmüşüm, saat gece yarısı, ertesi gün işe gideceğim ve Atatürk Havalimanı'ndayım. O beni adaya çağırıyor. Sabaha kadar ay izleyeceğiz, sonra da ilk vapur ile İstanbul'a döneceğiz.. "Gerçekten gelir misin?" diye soruyor heyecanla. "San Francisco'ya geldiğimi unutuyorsun, ada nedir?" diyorum. Bu plan harika olmakla birlikte hiçbir mantıklı tarafı yok; ama  biz zaten absürdlüklerimizle güzeliz. Gelgelelim gitmek için tek seçeneğim deniz taksi ve o gece arıza nedeniyle hizmet veremiyorlar. Telefonda bir yandan alternatif bir yol bulmaya çalışıyoruz, bir yandan da bu plan yatarsa ertesi gün öğle molasında mı, akşam mı buluşuruz diye konuşuyoruz.

Ben öğlen buluşmak konusunda mutabık kaldığımızı düşündüğümden, öğlen ne alemde olduğunu soruyorum. "Beş dakikaya evden çıkıyorum." dediği anda öfkeleniyorum. Akşam da sırf cadalozluk yapmak için gidiyorum yanına. "Sakin ol lütfen, sadece dört saat sonra buluştuk." diyor. Ben sakin filan olamıyorum, çok kızgınım. Altı üstü bir yanlış anlaşılma olduğunu bana anlatmaya çalışıyor; ama ben konuştukça konuşuyorum, beni dinliyor dinliyor, sonunda sakince "Sezen, bak bu özlemek değil, bu ego." diyor. Sonradan düşünüyorum, gerçekten özlemek olsa, dört saat sonra buluştuğumuzda arıza çıkartmak yerine, hasret gideriyor olurdum. Sinirlendiğim şey, benim yerime başka bir şeyi tercih etmiş olmasıydı. Yani gerçekten olay çıkarmamın sebebi, benim sevgili küçük egomdu.

Birkaç hafta sonra bir arkadaşımla buluştuğumuzda, kıskançlık dediğimiz şeyin aslında ego olup olmadığını tartışıyoruz. Buna harika bir örnek veriyor: Kız arkadaşından ayrıldıktan birkaç gün sonra, kızın başka bir adamla cüretkar bir fotoğraf paylaşması üzerine, ne kadar öfkelendiğini, gidip adamı öldürme arzusuna kapıldığını anlatıyor. Sonra adam hakkında biraz araştırma yapıp, eğitim, kariyer, sosyal hayat, görünüş gibi her açıdan kendisinden vasat olduğuna karar verdiğinde bütün öfkesinin kaybolup gittiğini...

Aklıma aldatıldığını öğrenen bir arkadaşlarımla oturup, yeni kızı bütün sosyal mecradan süzmemiz geliyor. Kesinlikle bizim kızın her açıdan çok daha iyi olduğuna karar verdiğimizde nasıl rahatlamıştık! Halbuki mantıklı oturup düşünsek, her zaman "en iyi"yi seçmiyoruz, birini arzulamak, birini tercih etmek onun "en iyi" olmasıyla alakalı değil. Toplum kurallarına göre iyi (güzel/yakışıklı, düzgün aile, kariyer vs gibi kalıplar) kimi arzulayacağımızı, kiminle iyi anlaşacağımızı belirlemiyor ki! O kendiliğinden olan bir şey. Sadece senden sonra tercih edilenin, bu kalıplara göre senden daha aşağıda olması, egonu rahatlatıyor. Olay sevgi olsa, asıl mesela kızın nasıl olduğu değil, adamı kaybetmiş olmak olurdu.

Her dönem belli bir konuya takarım ben, işte geçtiğimiz haftalarda da sürekli aklımda bu ego konusunu, ilişkideki kıskançlıkları, bunların sebeplerini evirip çevirirken, havalimanında saatlerce beklemem gereken bir anda çıkıverdi karşıma: Osho - Tantra Dönüşümü Aşk ve Meditasyon. Ve arka kapağında karşı konulması imkansız bir cümle vardı; "Aşk seni neredeyse tamamen değiştirir; o yeni bir doğumdur. Bir kadını veya erkeği sevmeden önceki kişi asla değilsin."



Tantra görüşüne göre, her ne anlama gelirse gelsin, karşındaki kişinin özgürlüğüne hiçbir müdahalede bulunmaman gerekiyor. Eğer bir insanı gerçekten seviyorsan, onun özgürlüğünü de seveceksin ve o da senin özgürlüğünü... Bu kitap ve dolayısıyla tantra, sahip olmaya başladığın ve diğerinin bireyselliğini yok etmeye başladığın an, müthiş değerli ve bir daha asla tekrar yerine konulamayacak bir şeyi yok ettiğini;  özgürlük verilmediği sürece, onun aşk değil, bir tür ego oyunu olduğunu savunuyor.

Bu bakımdan da harika bir benzetme yapıyor: "İki sevgili, bir tapınağın iki sütunu gibidir. Eğer tapınağın iki sütunu birbirine çok yaklaşırsa, tapınak çökecek desteksiz kalacaktır. Sevgililer de öyle olmalıdır: Ayrı, bireysel ve ortak bir şeyi destekler halde."

Günlerce sayfalarının arasında kendimi kaybettim. Bazı kısımları benim için fazla spirütüeldi, kesinlikle anlayamadım veya ilgilenmedim. Ama anladıklarım bile bana yetti. Bu kitabı okurken, yüzleştim: Toplumun bütün kalıp kurallarına yıllardır ayak direrken, bir ilişkinin nasıl olması gerektiği konusunda toplumun genel doğrularına nasıl sıkışıp kaldığımla... Hayatıma giren adamların görüştüğü her kadın bakımından içten içe bir şüpheye kapıldığımla... Aslında bir çiftin birbirinden ayrı zaman geçirmesinin ve eğlenmesinin her zaman sağlıklı bir iletişimin devamı için şart olduğunu şiddetle savunmamla çelişkili olarak, aslında gittikleri her yere laf olsun diye bile olsa beni davet etmelerini beklediğimle... Pek çok noktada "özlemek" veya "sevmek" gerekçeleri ile çıkardığım olayların arkasında aslında sevgili egomun yattığıyla...


Bu aralar  pek yazamadım. Çok seyahat ediyorum, çok fazla etkinlik var, gibilerinden bir bahane de bulmayacağım. Çünkü şu andakinden çok daha yoğun dönemlerimde bile her zaman yazmaya fırsat buldum. Bu aralar sanırım sonbaharın bünyemdeki etkisi, zihnimin içi çok dolu. Çok okuyorum, çok sorguluyorum. Yeni yazıların yokluğunda, biraz bu konularda kafa patlatmak isteyenler için kitaptan en sevdiğim kısımlar karşınızda:

Olgunlaşmamış kişiler aşık olduğunda, bibirinin özgürlüğünü yok eder, bir esaret yaratır, bir hapishane yaratır. Olgunlaşmış aşklar birbirine özgür olmak için yardım eder ve aşk özgürlük içinde aktığında güzellik vardır.

Eğer kocanı değiştirebiliyor olsa ve gerçekten onu tamamen değiştirebilecek kadar güçlü olsan, o adamı sevecek misin? O sadece senin tarafından bir araya getirilmiş bir şey olacak. Hiçbir gizemi olmayacak, hiç ruhu olmayacak, kendinden gelen bir bütünlüğü olmayacak ve senin tarafından keşfedilecek hiçbir şeyi olmayacak. İlgini kaybedeceksin; tam bir "ev yapımı" olacak.

Seks sevginin tamamı değildir, bu doğru, sevgi seksten daha fazlasıdır; fakat seks onun mutlak temelidir.

Sen kendi dünyanı yaratırsın. Senin dünyan senden dışarı yansıyandır.

İzle: Bir şey yaptığında onu dikkatle, farkındalıkla mı, yoksa robot gibi mi yapıyorsun? Ve yüz tanenin doksandokuzunda makine gibi davrandığını göreceksin. Fakat biraz tetikte olmaya başlarsan, o farkındalık, bir insan olmana yardım edecek.

Hizmetkarlar hizmet etmezler, görevlerini yaparlar. Görev, beş harfli çirkin bir kelimedir. Yapmak zorundadır, içinde bir güzellik yoktur, neşe yoktur. Öyleyse hizmet et; fakat asla bir hizmetkar olma.

Duygularını canlandırmak için hiçbir fırsatı kaçırma. Bütün fırsatları kullan. Duşun altında otururken, üzerine dökülen suyun dokunuşunu hisset. İnsanlara daha çok dokun. Kumların sesini dinle, denizin sesini dinle. Duyularını alışkanlıklarından özgürleştir. Alışkanlıklar donukluğun esas sebebidir; bir şeyleri yapmanın yeni yollarını bul. Sevmenin yeni yollarını icat et. İnsanlar çok korkuyor.

Yaşam sadece tehlikeli yaşayanlar tarafından yaşanır. Yaşam sadece maceraperest olanlar cesur olanlar tarafından yaşanır; yaşam sadece onlarındır. Yaşam kayıtsız insanların değildir.



(Osho, Tantra Dönüşümü, Aşk ve Meditasyon, Ganj Yayınları, 258 sayfa)

Duygularınızı düşüncelerinizi keşfederek kalın!




14 Ekim 2015

Çevreye verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı gururluyuz!

Elimde çılgın doğum günü partimden kalan bir kadeh Rioja, yüzümde muzip bir gülümseme ile bilgisayar başına oturmaya sonunda fırsat bulabildim. Elimde sigara eksik bir tek, onu delicesine özlüyorum -şimdiden-. Doğum günlerinde durup bir geride kalan seneye başlamak adettendir diyerek geride bıraktığım yaşıma Roma'da, keyifli, meraklı ve gezgin bir başlangıç yaparken yazdığım yazıyı okudum önce. Hayatımdan uykusuz geceler ile toplanan valizlerin hiç eksik olmamasını diledim. İçten içe...

Merhaba yeni yaş, yeniden merhaba blog!




Yaklaşık altı aydır ardı ardına seyahatlere çıkmış, İstanbul'da çok az haftasonu geçirmiş ve sevdiğim arkadaşımla bir türlü görüşmeye fırsat bulamamıştım. Bu yüzden  doğum günü bahanesiyle bütün kız arkadaşlarımı bir araya toplamaya karar vermiş,  "Kız kıza mushaboom toplanmalarımızı, kahkahalar eşliğinde upuzun sohbetlerimizi yapmayalı çok oldu. En son toplanmamızdan bu yana, evlenenler, sevgilisinden ayrılanlar, taşınanlar, iş değiştirenler, aşık olanlar, dünyanın öbür ucuna gidip gelenler, depresyona girip çıkanlar, şarhoştum hatırlamıyorumlar, neler neler oldu. 29 yaşımın son akşamı bahane olsun ve aranızda henüz tanışmamış olanlar tanışsın, kadehler tokuşsun, havadisler alınsın verilsin, çalışma hayatına bol küfredilsin, erkeklerin kulakları çınlatılsın diyorum." diyerek bir etkinlik oluşturmuştum. 

Sanıyordum ki, cuma günü iş çıkışı herkes biraz mayışık halde gelir, kadehlerimizi tokuşturarak saatlerce muhabbet ederiz. O yüzden, bir önceki hafta Eminönü'nün yolunu tutmuş, siyah beyaz ve kırmızı renklerde konsept belirleyerek parti eşyaları alışverişini tamamlamış, hafta içi de fırsat buldukça Forever 29 kadehleri yapmış, Baileysli kek pişirmiş, balonları şişirmiştim. 








Partiden bir önceki gece, yogitam ile bu işi bilen birinin yaptığı shotları evde tadarak, başka shotlar deneyerek, kafalarımız güzel olduktan sonra, O'nunla (Bu arada bahsettiğim her adama bir isim takmakta usta olmama rağmen, O hala O, şimdi fark ettim.) San Francisco'daki ilk gecemden sonra ilk defa birlikte dans etmek için Bomonti Babylon'daki GusGus konserine gitmiş, çok çok eğlenmiştim.


Haliyle parti günü, zaten bir önceki geceden kalma haldeydim. Ofisten çıktıktan sonra, eve gelip parti için giyindikten sonra, tam atıştırmalık bir şeyler hazırlamaya başlarken, kapı çaldı ve sevgili Deniz, dolaylı yoldan da olsa tanışmasına vesile olduğum sevdiceğinden evlenme teklifi aldığını açıkladı. Çığlıklar, kahkahalar, hemen doldurulan shot bardakları derken, Ecem'im geldi, elinde tek taşını göstererek, haftaya nişanlanacağını açıkladı mı! 

Hadi shot bardakları yeniden dolsun derken, ardı ardına çalan kapı, açılan şişeler, devrilen bardaklar, atılan kahkahalar, anlatılan havadisler derken, evde gerçeketen harika bir parti oramı oluverdi. Salonumun ortasında durmuş, sevdiğim bu kadar çok insanın orada olmasına mutlulukla bakıyordum. İlkokul arkadaşım da vardı, work&travel macerasıyla tanıdıklarım da, eski ofis arkadaşlarım da vardı, bu yaz Çeşme Aqua havuzda tanıştığım fıstık insanlar da... Ve herkes şarkı söyleyerek deliler gibi dans ediyordu.












Saat 12:00'yi geçince resmen doğum günüm başladığı için bir "iyi ki doğdun" yaptık; ama o an, herkes o kadar güzeldi ve o kadar eğleniyorduk ki doğum günüm gerçekten önemsiz kalmıştı...

Sonrası zaten inanılmazdı. Camlardan bağıran komşular, apartmanın altında doluşan tehditkar adamlar, kapıya dayanan polis ekibi, evi aramak isteyen narkotik!! Gecenin bundan sonrasını net olarak hatırlamıyorum bile. Oldukça geç gelen sevgili Buket'ten aldığım "Sezen, kapıdaki polislerin sizinle bir alakası var mı?" mesajı dışında.

Gecenin sonu Mini Müzikhol'de çılgın dans ederek bitti. Polis arabasıyla eve bırakılanlar olduğunu, bizim bindiğimiz taksicinin "Taksim neresi ben bilmiyorum." dediğini, içeride sızan bir arkadaşımın üstüne kapıyı kilitlediğimi, evde telefonunu unutan arkadaşımın telefonu diye sızan arkadaşımın telefonunu alıp evden çıktığım gibi fantastik detayları ben hep sonradan hatırladım.




Parti bittiğinde, evin her köşesi "Burada bayağı iyi bir parti yapıldı." diye haykırıyordu ve gerçekten çok eğlenmiştik. Kesinlikle uzun zamandır katıldığım en iyi ev partisi benim evimde benim doğum günüm vesilesiyle oldu. Ve işin en güzel tarafı bunun arkasında benim çılgın bir organizasyon yeteneğim filan da yatmıyordu, tamamen gelenlerin güzelliğindendi! 


Mini Müzikhol'den eve gelip, bir saat kadar uyuduktan sonra, O'nun yüzüme su dökmesiyle ancak uyanabildim. Çünkü biz bir saat sonra birlikte Adana'ya uçuyorduk. Fena halde akşamdan kalma, San Francisco'dan sonra birlikte Adana'ya gidiyor olmamızın absürdlüğü içinde yeni yaşıma başladım. Daha güzel olamazdı. 

Bu sene kararlarım yok. Planlarım yok. Analizlerim yok. Sınırları belli hayallerim yok. Büyük laflarım yok. Romantik cümlelerim yok. Çok fazla çok sevdiğim insan var sadece. Hiçbir şeyi zorlamayınca, hayatın akışına kendini bırakınca her şeyin çok daha güzel olduğuna karar verdim. Ben bu yaşım ile birlikte her şeyi mükemmel ve eksiksiz yapmak için planlama takıntılı kadını geride bıraktım.  

"Yol sevinci ile geçmişi boşaltmanın ıssızlığı yüreğinde yer değiştirerek duygularını belirsizleştirirken, önündeki yolun neler vaat ettiğini bilmemekle birlikte, emin olduğu tek şey gerçekten ne pahasına olursa olsun, artık bir daha geri dönmeyeceğiydi."

Ülkede korkunç şeyler oluyor; ama benim hala umudum var.Tutku ve keşif dolu harika bir sene olacağına bütün kalbimle inanıyorum. Siz de inananarak kalın!

Pinterest'im

Instagram'ım