26 Kasım 2015

İstanbul'a yakın bir lezzet ve keyif kaçamağı: Dedeağaç (Alexandroupoli)

İstanbul'a çok yakın olmasına ve Yunanistan'ın ruhunu ve yaşam tarzını sevmeme rağmen nedense Dedeağaç bugüne kadar hiç ilgimi çekmemişti. Bunun sebebi de muhtemelen ülke sınırlarına yakın yerleşimlerin genellikle vasat olduğu yönündeki önyargımdı. Avrupa'da tren ile yaptığım yolculuklarda, yalnızca trenin camından bakarak bile sınıra yaklaştığımızı kolaylıkla anlayabileceğimi fark etmiştim. Sınırlara yaklaşırken, genellikle binalar derbederleşiyor, izbelikler artıyor ve yerleşimler ile hareketlilik azalıyordu.

Bir haftasonunda, birlikte sürekli çok eğlenceli absürdlükleri paylaştığımız ve beni California'da harika biçimde gezdirmiş olan adamı alıp, Adana'ya götürdüğümde, annem ile sevgili Ayşegül, Yunanistan'dan vize aldıklarını ve bu nedenle de hızlıca bir Yunanistan'a giriş çıkış yapmak için Dedeağaç'a gitmeyi düşündüklerini açıkladılar.

Söyledikleri tarih için hiçbir planım olmadığından ve genel olarak "gitmek" söz konusu olduğunda, istikamete çok takılmadan "Ben de gelirim." diye planlara dahil olduğumdan, yine aynı şeyi yaptım. Dedeağaç'tan çok bir beklentim yoktu, ama değişiklik her zaman iyi olurdu.

Bu sırada  O, harika restoranlardan ve tavernalardan bahsedip, Dedeağaç'ın ne kadar güzel olduğunu ve çok harika vakit geçirebileceğimizi anlatmaya başladı. Böylece Dedeağaç, bizim için vizesel bir prosedür ve hava değişikliğinden çıkıp, beklenti yaratan bir istikamete dönüştü.


Tarihler net olduğuna göre, geriye nasıl gideceğimizi organize etmek kalmıştı. Triptikli bir arabamız olmadığından, geriye iki seçenek kalıyordu: Sınıra kadar gidip, oradan sınırı geçiren taksilerden birine binmek veya otobüs. İn, bin, araç organizasyonu olmasın diye tercihimizi otobüsten yana yaptık ve Ulusoy'dan birer bilet aldık. Ve kesinlikle söylemeliyim ki, seyahatimizin en ve tek kötü kısmı Ulusoy ile yaptığımız bu yolculuktu. Dedeağaç'a nasıl giderseniz gidin, yeter ki Ulusoy ile gitmeyin.


Bir kere otobüs hiçbir zaman zamanında gelmiyor. Kendimizi hem giderken hem de dönerken, buz gibi bir havada, yolun kenarında titreyerek bir saate yakın süre otobüs beklerken bulduk, her seferinde "Gelmeyecek bu otobüs galiba. Kaldık burada." diye gerildik. Bilgi almak için çağrı merkezini aradığımızda, "Dış hatlarla biz ilgilenmiyoruz. Şu numarayı arayın." dediler. Verdikleri numara ya cevap vermedi, verdiğinde de Türkçe veya İngilizce konuşabilen bir muhatap bulamadık. Çağrı merkezine durumu izah edip, yardım talep ettiğimizde ise, kabaca "Yapabileceğimiz bir şey yok. Gelecek dedilerse, gelir otobüs, bekleyin." cevabını alarak şok olduk. Otobüs hayatımda bindiğim en kötü otobüslerden biriydi, üstelik çay kahve servisi bile yoktu. Yani özetle, diğer firmalara kıyasla Ulusoy'a ciddi anlamda çok daha fazla para ödeyip, sonra soğuktan donarak muhatap bulmayı beklerken, kıskançlıkla Kamil Koç ile Metro'nun gıcır gıcır otobüslerine baktık. Bu nedenle Dedeağaç'a gitmeye karar verirseniz, kendinize gerginlik sebebi icat etmek istemiyorsanız Ulusoy'dan uzak durun, çok daha ucuza bilet satan rakiplerinin çok daha iyi olduğu aklınızın bir kenarında bulunsun.

Tabii ki, eğlenmeye ve keyif almaya giderken, gerginliği minimalize etmekte imdadımıza her zamanki gibi mizah ve şampanya yetişti.



Otel tercihimiz ise aksine bizi şaşırtacak derecede mutlu etti. "Amaan zaten gece geç geliriz otele, konumu güzel olsun yeter." diyerek yalnızca iki yıldızlı Hotel Erika'ya rezervasyon yaptırmıştım. Konumu o kadar güzeldi ki, otobüsten iner inmez, kimseye yolu sormamıza gerek kalmadan, otelin tabelasını gördük.


Balkonumudan saat kulesi ve liman manzarasını izleyerek keyifli saatler geçirdik. Gitmek istediğimiz yerlere rezervasyon konusunda yardımcı oldukları gibi, odayı boşalttıktan sonra bütün bir gün boyunca valizlerimizi bırakmamız konusunda da gayet içten biçimde yardımcı oldular. Banyodaki zeytinyağlı şampuan, vücut jeli ve kremlerin de bir harika olduğunu, kullandıklarımızdan geriye kalanları beraberimde İstanbul'a getirip hala kullanmaya devam ettiğimi de söylemeden geçemeyeceğim. Sabah kahvaltısında da tazecik börekler çıkması harikaydı.


Dedeağaç'a gelince, minicik bir liman kenti. Tarihi seyahatler sevenlerden, müzeleri gezmeye doyamayanlardansanız sizi hayal kırıklığına uğratabilir. Diğer yandan, çok güzel konseptli restoranlar ve cafeler ile, çok ucuza çok lezzetli şeyler yiyerek, sakince ve keyifle vakit geçirmek, hiç bir araç kullanmadan yürüyerek her yere ulaşabilmek isterseniz harika bir istikamet. Üstelik genel olarak İstanbul'dan sonra inanamayacağınız kadar ucuz.

Siz haftasonluk seyahat planınızı yapmaya başlayın, ben mutlaka ziyaret etmeniz gereken adreslerle çok yakında karşınızda olacağım.

Ama şimdi Berlin is calling!

24 Kasım 2015

I write because I don't know what I think until I read what I say.

1. gün: 

Sabah gözlerimi açıp saate baktığımda iki seçeneğim olduğunu fark ediyorum: Ofise yarım saat geç kalmak veya bok gibi görünmek.

Birkaç saat sonra Çağlayan Adliyesi'ndeki duruşmamdan çıkmış, Bakırköy'dekine giderken ve açlıktan ölmemek için Starbucks'tan alıverdiğim meyveli parfemi kaşıklarken, üstümde son zamanlarda en severek aldığım beyaz bluz var, saçlarım biçimli, ojelerim parlak, kucağımda iki aylık maaşım ederinde çantam var. Görüntümden mutluyum. Telefonumu çıkarıp takvimi açıyorum ve sayıyorum.

Tastamam 45 gün var.
Yeni yılın başlamasına...
Ama bu sefer "yeni yıl" sembolik bir günden, atılan tarihteki son rakamın değişmesinden ibaret değil benim açımdan. Alışageldiğim düzenimin bozulacağı gün...

Yeni yıla uyanacağım ve artık gitmek zorunda olduğum bir işim olmayacak.
Hayır, malesef henüz piyangoyu kazanamadım. Çalıştığım ofis kapanıyor.
Ve bu 45 gün içinde hem ofisteki işleri olabilecek en iyi şekilde toparlamalı ve tamamlamalıyım, hem de hayatımı jilet gibi hizaya sokmalıyım.

Bir yapılacaklar listesi hazırlamak için defterime uzanıyorum ve o saniyede parfemden bir çilek pıt diye beyaz bluzumun üstüne düşüyor. Tam önümde parlak kırmızı bir leke oluşuyor. Lekeyi silmek için ıslak mendile uzanırken, yanımda oturan ve dakikalardır her şeyimi ayrı ayrı süzen kadının yüzündeki gülümsemeyi yakalıyorum.

Yine iki seçeneğim var: Kalan parfeyi "yanlışlıkla" onun üstüne dökmek veya bu lekeyi, hiçbir şeyi kusursuz yapamayacağıma bir işaret olarak kabul etmek. Arkama yaslanıyorum, gülümsüyorum ve ikincisini seçiyorum.



2. gün:

Çok sevdiğim bir arkadaşımla St. Regis Brasserie'de oturmuş, Hendrick'sleri deviriyoruz. En son buluştuğumuzda yazın ortasındaydık. Aradan geçen zamanda, o gece gündem maddelerimizi oluşturan, haklarında saatlerce konuştuğumuz kişi ve olaylar artık oldukça önemsiz hale gelmiş. Yepyeni heyecanlar ve hayaller peşindeyiz. Birbirimize havadisleri verip, en komik, en vurucu detayları aktarıyoruz.

Hayatına giren, oldukça spiritüel kadından kaptıkları ve onun yönlendirmesiyle okumaya başladığı kitapların etkisi her cümlesinde kendini gösteriyor. "Enerji" oldukça sık kullandığı bir kelime olmuş ve anlattıkları oldukça enteresan.

Onun olaylara bakışını ve yaklaşımını çok severim; çünkü o "toplumsal kuralları" nefis biçimde siktir etmiş bir adamdır. Bugüne kadar defalarca, etrafımdaki pek çok insanın "Saçmalıyorsun." dediği konularda, beni cesaretlendirmiş ve kalbimin sesini dinlemem konusunda teşvik etmiş, bazen de gözümü açarak durdurmuştur beni. Hayatıma dair bazı açmazlarımı ve endişelerimi paylaşıyorum onunla.

"Hazır olduğunda bulacak Sezen bunlar seni. Zaten hazır olmadan karşına çıkarsa, harcarsın fırsatları, yazık olur. Sen kendi hayatını ve zihnini istediklerine hazır hale getir önce." diyor.

Eve yürürken düşünüyorum, son zamanlarda duyduğum en mantıklı tavsiye bu ve gerçekten de hayalini kurduğum bazı şeylere aslında çok hazır olduğum da söylenemez. En azından değişime nereden başlayacağımı biliyorum artık.




6. gün: 


Uzun zamandır ihmal ettiğim bloga bir yazı eklemiş olmaktan mutlu biçimde, mutfağımdaki bar masamda oturuyorum. Ojelerimin kurumasını beklerken, sevgili yogitamın Dallmayr'dan getirdiği leziz kahvemi yudumluyorum.


Aradan geçen günlerde, hayatımda pek bir değişiklik yaptığım söylenemez. Ama sevdiğim insanlarla görüştüm, hayatımdaki yaklaşan değişikliği onlarla paylaştım, birlikte vakitsizlikten ertelediğimiz bazı şeyleri hayata geçirme planları yaptık, çok eğlenceli geceler geçirdik. Gerçekten uzun zamandır bu kadar ardı ardına günlerde sabahlara kadar dans etmemiştim. Bacaklarım ve popom ağrıyacak kadar dans etmiş olmaktan mutluyum.

Bu blog vesilesiyle tanıdığım harika insanlardan biri olan Handan yazıyor: "Sen bu blog işinden de sıkıldın. Son iki yazı kuru kuru. İşten çıkınca git Hindistan gez sen, kafanı dinle, Doğu'da yavaşla. Aşık olmayı bekle. Handan kanepeden hissetti ve bildirdi."

Handan'ın sezgileri beni bazen korkutacak kadar çok şaşırtıyor. Çünkü yazılarımdaki benden başka kimsenin anlayamayacağı dip notları anlıyor, bazen hiç beklemediğim anda benim ne hissettiğimi bulup bana söyleyiveriyor. "Uzun zamandır aslında İstanbul'da aynı şeyleri yapıyorsun. Doydun, onu fark etmiyorsun. Başka, daha tatmin edici bir şeyler bulman gerek. İçinden başka bir Sezen çıkacak, onun sancıları bunlar." diyor. Uyu biraz, iyi beslen, iyi gelir diye tavsiye ediyor. 

Gerçekten artık bir yerden başlamam gerektiğini düşünüyorum. Daha önce başlamaya karar verip, yarım bıraktığım #dahaiyiben projesine geri dönmeye ve bu sefer daha planlı ve azimli olmaya karar veriyorum ve bu süreçte yapmak istediklerimi sıralıyorum:

Evdeki fazla eşyalardan, kıyafetlerden ve kağıt yığınlarından arınmak.
Uyuma ve uyanma saatlerimi düzene sokmak.
Gelecek seyahatlerimi organize etmek.
Kendime biraz bakım uygulamak.
Sağlıklı beslenmek.
CV'mi düzenlemek, nasıl bir iş istediğimi ve nerelere başvuracağımı belirlemek.
Kredi kartı borçlarımı kapatmak.
Fotoğraflarımı arşivlemek.
İlham verici kitaplar okumak.



8. gün: 

Gözlerimi açıyorum. Koyu renk perdelerden çok az güneş ışığı sızıyor; ama havanın aydınlanmış olduğu kesin. O'nun uyumaya karar verdiğimizde açtığı sekiz saatlik uyku müziği sona ermiş olduğuna göre, sekiz saatten uzun bir süredir uyuyoruz. Teni tenimde, kollarımız bacaklarımız birbirine karışmış. Mayışık mayışık gözlerimizi açıp, telefona uzanıp saate bakıyoruz. Daha 8:30... Sabah 7'de ormana yürüyüşe gitmeyi planladığımız göz önünde bulundurulursa, geç kaldık. Diğer yandan, işe koyulmak için daha epey zamanımız var. 

O kadar uzun zamandır, o kadar fazla sorumluluk alarak ve uzun mesai saatleriyle aralıksız biçimde çalışıyormuşum ki, her gün bir iki saat fazladan boş zamanın bünyeme yaydığı mutluluğa inanamıyorum. 

Ne zamandır böyle sarılıp yatmaya fırsatımız olmamıştı, haftanın ortasında tam pazar gününe yakışır bir yatak keyfi yapıyoruz. İş arama iznimi daha verimli kullanacağım bir yöntem olamaz. 




Gün boyu keyfimden geçilmiyor, bir sürü işi temizliyorum, ofiste yapmam gerekenleri planlıyorum, sonrası için yapabileceğim harika şeyler geliyor aklıma... Akşam eve yürürken, telefonum çalıyor, harika bir iş görüşmesine çağrılıyorum. "Nerede hareket, orada bereket." diye düşünüyorum.

Eve geldiğimde kapının önünde, bir kuş tüyü buluyorum. Bembeyaz, lekesiz ve kusursuz. İşaretlere inanırım. Üstümdekileri çıkarıp, sıcacık suyun altına kendimi bırakıyorum. Acelem olmadan her bir su damlasını tenimde hissederken, güzel şeyler olacağına inanıyorum, güzel şeylerin beni bulacağına inanıyorum. Bu güzel ruh halimi gerçekten panik veya acele ile bozmaya hiç niyetim yok. Arka fonda Athena'yı duyuyorum: "Hayat benim, her anını yaşadıkça sevesim var."

22 Kasım 2015

İstanbul'dan keşifler: Forno Balat, Coffee Department, The Barley, Roka Pera, Veranda Pera

"Ne kadar çok seyahat ediyorsun!", "Seyahat ile bağlantılı bir iş yapmayı düşünmüyor musun?", "Abartmaya başladın bence, biraz da İstanbul'da dursan...", "Helal olsun, bayılıyorum sana, bana başka şehirleri keşfetmek konusunda ilham veriyorsun." benzeri cümleleri neredeyse her gün duyuyorum.

Bazen daha derin sorular da geliyor: "Bir şeyden kaçıyor veya bir şeyi arıyor olabilir misin?", "İstanbul'da yaşamaktan mı sıkıldın acaba sen?" gibi...

Böyle zamanlarda oturup düşünüyorum, gerçekten sıkıldım mı, bir arayış içinde miyim, diye. Sonra fark ediyorum ki, oturup planlayarak veya bir amaç için başlamadım ben seyahat etmeye. Bu benim her zaman hayatımın olağan bir parçasıydı.

Çünkü ben zaten düzenli olarak seyahatlere çıkan bir ailede doğdum. Annemin gençliği, babasının işleri nedeniyle, arabayla Almanya'ya gidip gelerek geçmiş; babam ise çocukluğundan beri, otogar işi yapan dedemin peşinden bütün Türkiye'yi arşınlayarak... Evlendikleri zaman, bir araba ve bir çadırla bütün Türkiye'nin sahillerini kamp yapa yapa gezmişler, rakı sofrasında otururken bir geyik üstüne kalkıp Nemrut'a tırmanmışlıkları bile var.

Daha kendimi bilmediğim kadar küçük olduğum yaşlarda, uyumayı reddedip huysuzluk yaptığım gecelerde, beni arabaya bindirip gezdirdikleri anda sakinleşir ve mışıl mışıl bir uykuya dalarmışım. Adana'da geçirdiğim çocukluk yıllarımda, her haftasonu Toros Dağları'nın eteğindeki yayla evimize; yazları yüzmek için Bodrum'a, sık sık İstanbul'da yaşayan anneannem ile aile dostlarını ziyarete gidip gelirdik. Bunlardan hiçbirini yapmıyorsak bile günü birlik Mersin'e balık yemeğe giderdik. Daha sonra ilkokul yıllarımda lisanslı yüzücü olarak şehir dışı yüzme yarışlarına gitmeye; ortaokulda da Almanca öğrenmem sebebiyle yaz tatillerinde Almanya'ya ve Avusturya'ya gitmeye başladım.

Annemle babamın da hakkını yememem lazım. Bugüne kadar hiçbir zaman tipik evhamlı ve cesaret kırıcı anne baba yaklaşımı sergilemediler. Her zaman seyahatlerimi teşvik ettiler. Tek başıma ilk şehir dışı yüzme yarışına gittiğimde yedi, tek başıma yurtdışına çıktığımda 12 yaşındaydım. Sonraki yıllarda annem ve babamla farklı şehirlerde yaşamamız da seyahat etmeyi, hayatımızın olağan bir parçası haline getirdi.

Zaman içinde, hem uçak biletleri çok ucuzladı hem de ben daha pratik hale geldim. Dünyanın bir ucuna bir kabin boy bagaj ile gidip de, hiçbir şeye ihtiyaç duymadan bir haftayı devirdiğimde, valiz yapmayı gerçekten öğrendiğime karar verdim. Gittikçe daha çok gidesim geldi, keşfettikçe keşfedesim... Bütün bunlar sonucunda bu sene hayatımda en çok seyahat ettiğim sene oldu. Sanırım İstanbul'da toplamda on haftasonu ancak geçirmişimdir.Harika insanlar tanıdım, muhteşem keşifler yaptım, bir sürü anı biriktirdim.


Ama İstanbul'dan sıkılmam söz konusu bile değil. Çünkü İstanbul, sürekli harika etkinlikler ve sürekli yeni açılan mekanlar ile sonsuz bir keşif imkanı sunuyor. 

İstanbul'da biraz yenilerin peşine düşmek isterseniz, son zamanlardaki keşiflerim huzurlarınızda:



Balat, İstanbul'da yaşayanların pek de yolunu düşürmediği bir bölgeyken, ardı ardına açılan cafeler, restoranlar, vintage butikler ve otellerle hızla popülerleşen bir semte dönüşmeye başladı. Bu yüzden biz de bir pazar günü yogitam ile Balat'a gittik. Bir güne her yeri sığdıramasak da, oturduğumuz iki mekana da bayıldık.


Forno Balat: Sabahları pek sevilen bir açık büfe kahvaltı sunan Forno Balat'ta, kahvaltı dışındaki her saatte gittiğinizde de oldukça lezzetli çıtır lahmacunlar ve çeşitli malzemeler ile hazırlanan pideler servis ediyorlar. Bunların piştiği fırını izleyebildiğiniz, açık mutfak ve masalardan oluşan minik, ahşap ağırlıklı dekorasyonu ile sempatik bir mekan. Biz hem pideye, hem lahmacuna bayıldık. Bir de tuvaletteki esprili uyarıya:



Coffee Department: Balat sokaklarında gezerken, karşımıza "Güzel hava, güzel kahve" diye çok sempatik bir kara tahta çıkıyor. O sırada, aslında hava pek güzel değil, aksine buz gibi. O yüzden güzel kahve ile içimizi ısıtmak çok cazip geliyor. 



İçeride birkaç masası, dükkanın önünde oturulabilecek bankları var ve modern dekorasyonu ile karşısındaki ve hizasındaki mekanlardan hemen ayrılıyor. İçtiğimiz kahve lezzetli, hizmet inanılmaz güleryüzlü, üstelik kahve içerken harika insanlarla tanışmak da olası.


The Barley: Hepimizin önce İndigo'nun sokağı, daha sonra Tektekçi'nin Sokağı olarak tarif ettiğimiz sokağın en yenisi. İstanbul'da bildiğim kadarıyla aynı konseptte ikinci bir yer yok.

Loş bir bar düşünün, yiyecek servis etmiyorlar. Ama başka hiçbir yerde bulamayacağınız kadar çok bira ve viski seçeneği sunuyorlar. Üstelik de her içkinizin yanında, o içkiye yakışacak özel bir çerez tabağı masanıza konuyor.
Bira ve viski sevenler için tam bir vaha. 



Roka Pera: Burası aslında yeni bir mekan değil, uzun zamandır faaliyet gösteren kendi müşteri kitlesini oturtmuş bir Egeli. Diğer yandan, menüsünü yakın zamanda yenileyerek, leziz mezelerde bazı değişiklikler yapmışlar.


Kendinizi İstanbul'dan kımıldamaksızın Ege'de hissetmek, arka fonda Türkçe ve Rumca keyifli şarkılar çalarken, leziz mezeler eşliğinde rakı kadehlerinizi tokuşturmak isterseniz burası doğru adres. Mezelerin hepsinin sunumu oldukça şık; ama özellikle kırmızı biberin içinde servis edilen ahtapot salatası başı çekiyor:


Vişneli zeytinyağlı yaprak sarma, tahinli taze naneli patlıcan ezme, marine kıtır enginar salatası ve kuru et pastırma benim en sevdiklerim oldu.


Veranda Pera: "Dostalarla rakımızı içelim, muhabbetimizi edelim, nostalji yapalım sonra da avaz avaz şarkılar söyleyip dans edelim istiyoruz, ama böyle bir yer bulamıyoruz." bizim kuşaktaki herkesten oldukça sık duyduğum bir yakınış. 

Çünkü güzel mezesi olan, rakı içmeye gittiğimiz mekanlar, eğlence vaad etmiyor, yalnızca oturup içkimizi içip sohbet edip kalkıyor, sonra da "Nereye gitsek?" diye düşünmeye başlıyoruz. Diğer yandan, Türk Sanat Müziği'nden birkaç parça bilsek de, aşk acılarımıza, mutluluklarımıza, anılarımıza hep 90'ların Türkçe Pop şarkıları eşlik etmiş olması sebebiyle, fasıl geceleri bize tam olarak hitap etmiyor.


İşte Veranda Pera tam olarak bu boşluğu dolduruyor. 90ların türkçe pop şarkıları eşliğinde, rakınızı içip sohbet edebileceğiniz, gecenin ilerleyen saatlerinde de ayağa kalkıp dans ederek eğlencenin dibine vurabileceğiniz bir mekan. Gecenin sonlarına doğru, hepimiz avaz avaz şarkılara eşlik edip dans ederken, bir arkadaşımız "Şu DJ'e söyleyin de, bir tane çok güzel olmayan şarkı çalsın da tuvalete gideyim!" diye isyan etti ki, bence bir mekana yapılabilecek en iyi ltifatlardan biri olabilir.

Yalnız önceden organize olmanız lazım, değil öyle aklınıza esince gitmek, haftasonları için en az bir hafta önceden rezervasyon yaptırmanız şart. 

Keyifle, keşfederek kalın!





17 Kasım 2015

Into the Wild: happiness only real when shared

Sabah boynuma konan bir öpücük ve elime tutuşturulan kahve fincanı ile gözlerimi açıyorum. 


Kahve kokusu ile başladığım sabahları her zaman çok sevmişimdir; ama o sabah ayrıca heyecanlı bir güne uyanıyorum. Çünkü İsviçre'nin Napf Dağı'na tırmanacağız. Özge'nin "Hadi bebek, dağa çıkma zamanı." cümlesini duyar duymaz yataktan fırlıyor, kahvemi yudumlarken üstüme eşofmanımı geçirip, sırt çantamı toparlıyorum. 


Arabada, Baden'den İsviçre'nin orta kısımlarına doğru arabayla yol alırken, erkeklerin geçtiğimiz yerlere ilişkin verdikleri bilgileri "aaa", "hımm" gibi tepkilerle geçiştirerek, arka koltukta kahvelerimizi yudumluyor, dedikodu yapıyor ve fotoğraflar çekerek eğleniyoruz.

Rehberimiz bir önceki gün "Yaklaşık 90 dakikalık bir yürüyüş süremiz olacak. Çok fazla tırmanış olmayacak, ama en azından iyi birer spor ayakkabıya ihtiyacınız var." dediği için oldukça kolay dümdüz bir parkur olduğu gibi bir yanılgıya kapılmıştım. Bunun ne kadar büyük bir yanılgı olduğunu arabadan iner inmez anlıyorum; çünkü upuzun ve dik bir yokuş bizi karşılıyor. 

İlk yokuşu bitirir bitirmez, yan yatırılmış bir ağaç kütüğünden yapılmış banka oturup, manzarayı izleyerek dinlenmeye başlıyoruz.




Önümüzde onlarca ton yeşili barındıran bir vadi manzarası var. Böyle bir yerde yaşayabilir miyiz, sıkılır mıyız, yoksa huzur mu buluruz, yaratıcılık patlaması mı yaşarız, yoksa hiçbir şey yapmayan insanlara mı dönüşürüz gibi varsayımsal tartışmalar yaparak, manzarayı izlerken, yaklaşık 90 dakikayı dolduruyoruz bile. Ve daha yolun çok küçük bir kısmını katetmiş durumdayız.



Tekrar kendimizi yollara vuruyoruz, incecik patikalardan, ağaç dallarının basamaklara dönüştüğü yollardan, yeşil ve kahve tonlarının arasından yukarıya doğru tırmanmaya devam ediyoruz. Sonunda bir tepeye varıyoruz. Şansımıza harika bir güneşin eşlik ettiği yürüyüşümüzde, manzara da giderek daha güzel hale geliyor. 





Yolun sonuna yaklaştıkça, sürekli yokuş yukarı çıkmaktan ter içinde kalıyoruz ve enerjimizin de sonuna yaklaşıyoruz. 


Ben kendi çapımda büyük iş başardığım kanısında olduğum için keyifle poz verdiğim sırada, bizden çok daha erkenci davranmış İsviçreli ailelerle karşılaşıyoruz. Minicik çocukların, nasıl ellerinden kimse tutmadan o yokuşları rahatlıkla inip çıktıklarına, kadınların gayet ağır pinkik çantalarıyla hiç nefes nefese kalmadan tırmandıklarına şaşırırken, en az 70 yaşında bir amca koşarak yanımızdan geçiyor ve yokuştan yukarı gözden kayboluyor. Az önceki pozlarımdan utanıyorum. Bizim İsviçreli damat ve arkadaşı açıklıyor, bu ülkedeki en temel sosyal aktivitelerden birinin dağa çıkmak olduğunu, bu nedenle de onlar açısından bu görüntülerin oldukça alışılagelmiş bulunduğunu...

Biraz imreniyorum. Türkiye'de de yürünebilecek onlarca harika trekking parkuru varken, böyle bir kültürümüz olmamasına önce üzülüyorum. Sonra piknik yapılan yerlerin nasıl çöpten geçilmediği geliyor aklıma, "Aman öyle bir alışkanlığımız olmaması daha iyi belki de." diye düşünerek vazgeçiyorum.



Tepenin alçak kısmına vardığımızda, piknik örtümüzü serip, yiyip içmeye ve keyif çatmaya başlıyoruz. 

Buradan kalkıp, en tepedeki noktaya doğru son adımları atmaya başladığımızda kafamız çok güzel. Zamanın akışı yavaşlarken, güneş ışığının vurduğu her renk inanılmaz canlı görünüyor, sağıma soluma bakınıyorum şaşkınlıkla, her bir insan, her bir manzara gerçek olamayacak kadar güzel görünüyor gözüme. 




Emin olamıyorum, "Ben mi şu anda her şeyi bu kadar güzel algılıyorum, yoksa gerçekten bu kadar güzel mi?" O yüzden sürekli her şeyin fotoğrafını çekip duruyorum. (Ki bu yazıya eklediğim fotoğrafların filtresiz olduğunu düşünürsek, sonradan fotoğraflara baktığımda gerçekten her şeyin o kadar güzel olduğuna karar verdim.)


Tepedeki restoranda, karlı Alp Dağları'na karşı, kendimizi patates kızartması ve bira ile ödüllendirdikten ve manzaranın tadını sonuna kadar çıkarttıktan sonra güneş batarken dönüşe başlıyoruz.




Gün batımı ile birlikte, maviler kırmızıya, yeşiller mora dönüyor ve gördüğümüz manzara bambaşka bir hal alıyor. Ve biz manzarayı izlemekten, fotoğraf çekip durmaktan tabelaları kaçırıyoruz. 





Güneş tamamen kaybolduğunda, biz de tamamen kaybolmuş haldeyiz. Önümde yürüyen kişinin ayaklarına konsantre olmuş, bir şeye takılıp düşmemek için içimden dualar ederken ve arabayı park ettiğimiz yere çıkan yolu bulabileceğimizi umarken ve aynı yolu bir kaç kere gidip dönerken, "Ben bu filmi daha önce izlemiştim." diyorum kendi kendime. Bambaşka bir ülkede, bambaşka bir yerde. Ve görünen o ki kesinlikle hiçbir ders almamışım, çantamda yine trekking sırasında işe yarayabilecek hiçbir şey yok!

Saatler sonunda arabayı park ettiğimiz yere sonunda ulaşmayı başardığımızda, mutlulukla kendimizi arka koltuğa bırakıyoruz. Yorgunluktan bitmiş haldeyiz. Dönüş yolunda itiraf ediyorum: "Bana sorsalar, hep şehir tatili insanı olduğumu söylerdim. Doğa gezileri pek bana göre değil, diye burun kıvırırdım. Ama son zamanlarda, Karadeniz, California, burası derken, beni en çok etkileyenlerin ve keyif verenlerin doğa içindeki tatiller olduğuna karar verdim. Ben aslında doğa gezisi insanıymışım da haberim yokmuş galiba."

09 Kasım 2015

Hoop İstanbul, hoop Zürih! Traveling allows you to become so many different versions of yourself.

Bir haftasonu yeni yeni popülerleşen ve güzelleşen Balat'ta yogitam ile keşiflerdeyiz. Keyifle ara sokakları arşınlıyor, yiyip, içip, laflıyoruz. O sırada İsviçre'ye gelin verdiğimiz sevgili Özge'den mesaj geliyor: "Önümüzdeki haftasonu dağa çıkacağız. Hadi gel!"

Nasıl gitmek istiyorum anlatamam. Daha yedi ay ömrü olan vizem de cebimde. Yalnızca iki ufak sorun var: Ofisten izin almam gerekmesi ve çok az zaman kaldığı için uçak biletlerinin çok pahalı olma ihtimali. Çok umudum olmadan, bilgisayarın başına oturuyorum biletleri yoklamak için. Ve şans bu ya, yalnızca birkaç saniye sonra, önümde harika bir bilet var: Cuma akşam gidiş, pazar akşam dönüş. Ofisten izin almama da gerek yok, fiyatı da gayet makul.


Özge'den hava durumu tahminleri geliyor, kasım ayı olduğu için inanılmaz ama İsviçre'de oldukça günlük güneşlik bir hava görünüyor. "Eee o zaman ben cuma gece 22:00 ordayım." diyorum ve hemen biletimi alıyorum.  

Cuma günü, on yılı aşkın süredir benimle birlikte her seyahate gelen, bir zamanlar Los Angeles'tan 10 dolara aldığım, hayatımda harcadığım paralar arasında en çok verim aldığımı düşündüğüm puantiyeli çantam ile ofise giderken, bu tatilin öncüsünden gelen mesajı paylaşıyor Özgem: 

"Sana ve arkadaşına temel bilgileri vermek istiyorum. Yarın sabah harika güneşli bir hava ve manzara ile dağa çıkacağız. 10:30'da Baden'de buluşmayı planlıyoruz. Arabayla gideceğimiz yere ulaşmamız 1,5 saat kadar sürecek. Sonra Napf isimli dağa tırmanmaya başlayacağız. Yaklaşık 90 dakikalık bir yürüyüş süremiz olacak. En tepede de güzel bir restoran var. Aşağı iniş daha kısa sürecek. Çok fazla tırmanış olmayacak, ama en azından iyi birer spor ayakkabıya ihtiyacınız var."

Çantamda Karadeniz seyahatinde  kullandığım spor ayakkabılarım olduğu için kendimi gayet tamam hissediyorum. Gerçi Karadeniz seyahatinden sonra, kendime bir çift trekking ayakkabısı almaya karar vermiştim; ama hala kendime düzenli trekking yapacak arkadaşlar edinemediğim için yalan olduğunu fark ediyorum. 

Ofisten çıkışta trafiğe yakalanmamak için metroyla Atatürk Havalimanı'na gidiyorum. Annemle gündelik konuşmamızı yapıyoruz uzun uzun. Sonra "Bu akşam napıyorsun? diye soruyor. "İsviçre'ye gidiyorum, şimdi havalimanındayım." diyorum. Telefonun diğer ucunda kahkahalar. Bir kez olsun "Abarttın artık!" veya "Ne gereği vardı şimdi?" demeyen bir annem olduğu için ne kadar şanslı olduğumu fark ediyorum bir kere daha. 

Ucu ucuna uçağımı yakalıyorum, koltuğuma oturuyorum, yorgunluktan sızıyorum ve az sonra pasaport kontrolden geçip kendimi Özgemin kollarına atıyorum. 

O kadar plansız, o kadar angaryasız, o kadar spontane ve kolay oluyor ki! İsviçre'de olduğuma inanamıyorum. Sanki kalkıp Adana'ya gitmişim gibime geliyor. Bir de saat farkı ve Türkiye'de saatlerin henüz geri alınmamış olması kontenjanından iki saat kardayım; uçağa binmem ile inmem arasında yalnızca bir saat geçmiş gibi oluyor. 

Üstelik de arabanın arka koltuğunda yayılmış, Zürih'ten Baden'e giderken, sevgili damadımız ile hal hatır sorma muhabbetleri yaparken, "Eve gideriz önce değil mi? Dolapta buz gibi bir şişe şampanya seni bekliyor." demezler mi! Ah, nasıl güzel bir cumadır o!

Önce damada ayıp olmasın diye İngilizce başladığımız dedikodu faslı şampanya dibini görüp de, kırmızı şarap kadehlere dolduğunda hemen Türkçeye dönüyor. Dünyayı unutuyoruz, bazen tartışıyormuşuz gibi görünecek hararette, bazen kahkahalar atarak. Sevgili damadımız, bize çaktırmadan birkaç fotoğrafımızı çektikten sonra, uyumaya karar veriyor.


Biz kendimizi Baden sokaklarına atıyoruz. Günlerden cuma ve saat 2:00; ama İstanbul cumalarının curcunasının aksine, Baden'de mekanlar çoktan kapanmaya başlamış. Şehir ölü... "Bu gençler nereye gidiyor, ben hala anlayamadım." diye açıklıyor Özgem. Tek seçeneğimiz Grand Casino Baden.


Barda oturup birkaç bira içip kollu makineleri çevirenleri izledikten ve Özge tuvalete gitmeye çalışırken, aslında kapalı olan ve kimsenin girmemesi gereken bir yere girip, dakikalarca bütün kapıları zorlayıp içeride mahsur kalıp, ardından güvenlik kamerasından izleyen güvenliklerin onu çıkarmasıyla yanıma dönmeyi başardıktan sonra :)) , ertesi gün bizi uzun bir macera beklediği için ayaklanmaya karar veriyoruz. 

Tam kapıdan çıkarken, bir çarkıfelek gözümüze takılıyor, laf olsun diye bir çeviriyorum. En yüksek rakamda duruveriyor. "Yoksa şanslı günümde miyim?" diye şakalaşıyoruz önce. Sonra "Ya gerçekten şanslı günümdeysem?"e geliyor iş ve aynen içeriye geri dönüyoruz. 

20 franklık çip alıyor ve rulet masasının başına geçiyoruz. İnsanların koyduğu yüksek meblağlı çiplerin yanında bizimkiler oldukça gariban, zaten bir süre sonra da sıkılıyoruz ve bütün çiplerimizi yerleştirip hepsini kaybediyoruz. 


Böylelikle çok ama çok zengin bir kadın olma fırsatını bir kere daha kaçırarak sokağa çıktığımda nasıl taşıyacağımı bilmediğim paralar yerine elimde yalnızca pasaportum var. Ve tam o anda fark ediyorum ki, aslında o pasaport bir sürü şeyden daha kıymetli. Onun sayesinde bambaşka ülkelerin sokaklarında geziyorum, harika insanlarla tanışıyorum, sevdiğim insanlarla mükemmel zamanlar geçiriyorum, kendimin hiç bilmediğim yanlarını keşfediyorum, zenginleşiyorum. 

Ve belki de şu vize angaryaları olmasa, uçak piyasasında rekabetler daha da artıp fiyatlar düşse, hepimiz çok daha mutlu ve hayatından tatmin insanlar olabiliriz.


Pinterest'im

Instagram'ım