09 Kasım 2015

Hoop İstanbul, hoop Zürih! Traveling allows you to become so many different versions of yourself.

Bir haftasonu yeni yeni popülerleşen ve güzelleşen Balat'ta yogitam ile keşiflerdeyiz. Keyifle ara sokakları arşınlıyor, yiyip, içip, laflıyoruz. O sırada İsviçre'ye gelin verdiğimiz sevgili Özge'den mesaj geliyor: "Önümüzdeki haftasonu dağa çıkacağız. Hadi gel!"

Nasıl gitmek istiyorum anlatamam. Daha yedi ay ömrü olan vizem de cebimde. Yalnızca iki ufak sorun var: Ofisten izin almam gerekmesi ve çok az zaman kaldığı için uçak biletlerinin çok pahalı olma ihtimali. Çok umudum olmadan, bilgisayarın başına oturuyorum biletleri yoklamak için. Ve şans bu ya, yalnızca birkaç saniye sonra, önümde harika bir bilet var: Cuma akşam gidiş, pazar akşam dönüş. Ofisten izin almama da gerek yok, fiyatı da gayet makul.


Özge'den hava durumu tahminleri geliyor, kasım ayı olduğu için inanılmaz ama İsviçre'de oldukça günlük güneşlik bir hava görünüyor. "Eee o zaman ben cuma gece 22:00 ordayım." diyorum ve hemen biletimi alıyorum.  

Cuma günü, on yılı aşkın süredir benimle birlikte her seyahate gelen, bir zamanlar Los Angeles'tan 10 dolara aldığım, hayatımda harcadığım paralar arasında en çok verim aldığımı düşündüğüm puantiyeli çantam ile ofise giderken, bu tatilin öncüsünden gelen mesajı paylaşıyor Özgem: 

"Sana ve arkadaşına temel bilgileri vermek istiyorum. Yarın sabah harika güneşli bir hava ve manzara ile dağa çıkacağız. 10:30'da Baden'de buluşmayı planlıyoruz. Arabayla gideceğimiz yere ulaşmamız 1,5 saat kadar sürecek. Sonra Napf isimli dağa tırmanmaya başlayacağız. Yaklaşık 90 dakikalık bir yürüyüş süremiz olacak. En tepede de güzel bir restoran var. Aşağı iniş daha kısa sürecek. Çok fazla tırmanış olmayacak, ama en azından iyi birer spor ayakkabıya ihtiyacınız var."

Çantamda Karadeniz seyahatinde  kullandığım spor ayakkabılarım olduğu için kendimi gayet tamam hissediyorum. Gerçi Karadeniz seyahatinden sonra, kendime bir çift trekking ayakkabısı almaya karar vermiştim; ama hala kendime düzenli trekking yapacak arkadaşlar edinemediğim için yalan olduğunu fark ediyorum. 

Ofisten çıkışta trafiğe yakalanmamak için metroyla Atatürk Havalimanı'na gidiyorum. Annemle gündelik konuşmamızı yapıyoruz uzun uzun. Sonra "Bu akşam napıyorsun? diye soruyor. "İsviçre'ye gidiyorum, şimdi havalimanındayım." diyorum. Telefonun diğer ucunda kahkahalar. Bir kez olsun "Abarttın artık!" veya "Ne gereği vardı şimdi?" demeyen bir annem olduğu için ne kadar şanslı olduğumu fark ediyorum bir kere daha. 

Ucu ucuna uçağımı yakalıyorum, koltuğuma oturuyorum, yorgunluktan sızıyorum ve az sonra pasaport kontrolden geçip kendimi Özgemin kollarına atıyorum. 

O kadar plansız, o kadar angaryasız, o kadar spontane ve kolay oluyor ki! İsviçre'de olduğuma inanamıyorum. Sanki kalkıp Adana'ya gitmişim gibime geliyor. Bir de saat farkı ve Türkiye'de saatlerin henüz geri alınmamış olması kontenjanından iki saat kardayım; uçağa binmem ile inmem arasında yalnızca bir saat geçmiş gibi oluyor. 

Üstelik de arabanın arka koltuğunda yayılmış, Zürih'ten Baden'e giderken, sevgili damadımız ile hal hatır sorma muhabbetleri yaparken, "Eve gideriz önce değil mi? Dolapta buz gibi bir şişe şampanya seni bekliyor." demezler mi! Ah, nasıl güzel bir cumadır o!

Önce damada ayıp olmasın diye İngilizce başladığımız dedikodu faslı şampanya dibini görüp de, kırmızı şarap kadehlere dolduğunda hemen Türkçeye dönüyor. Dünyayı unutuyoruz, bazen tartışıyormuşuz gibi görünecek hararette, bazen kahkahalar atarak. Sevgili damadımız, bize çaktırmadan birkaç fotoğrafımızı çektikten sonra, uyumaya karar veriyor.


Biz kendimizi Baden sokaklarına atıyoruz. Günlerden cuma ve saat 2:00; ama İstanbul cumalarının curcunasının aksine, Baden'de mekanlar çoktan kapanmaya başlamış. Şehir ölü... "Bu gençler nereye gidiyor, ben hala anlayamadım." diye açıklıyor Özgem. Tek seçeneğimiz Grand Casino Baden.


Barda oturup birkaç bira içip kollu makineleri çevirenleri izledikten ve Özge tuvalete gitmeye çalışırken, aslında kapalı olan ve kimsenin girmemesi gereken bir yere girip, dakikalarca bütün kapıları zorlayıp içeride mahsur kalıp, ardından güvenlik kamerasından izleyen güvenliklerin onu çıkarmasıyla yanıma dönmeyi başardıktan sonra :)) , ertesi gün bizi uzun bir macera beklediği için ayaklanmaya karar veriyoruz. 

Tam kapıdan çıkarken, bir çarkıfelek gözümüze takılıyor, laf olsun diye bir çeviriyorum. En yüksek rakamda duruveriyor. "Yoksa şanslı günümde miyim?" diye şakalaşıyoruz önce. Sonra "Ya gerçekten şanslı günümdeysem?"e geliyor iş ve aynen içeriye geri dönüyoruz. 

20 franklık çip alıyor ve rulet masasının başına geçiyoruz. İnsanların koyduğu yüksek meblağlı çiplerin yanında bizimkiler oldukça gariban, zaten bir süre sonra da sıkılıyoruz ve bütün çiplerimizi yerleştirip hepsini kaybediyoruz. 


Böylelikle çok ama çok zengin bir kadın olma fırsatını bir kere daha kaçırarak sokağa çıktığımda nasıl taşıyacağımı bilmediğim paralar yerine elimde yalnızca pasaportum var. Ve tam o anda fark ediyorum ki, aslında o pasaport bir sürü şeyden daha kıymetli. Onun sayesinde bambaşka ülkelerin sokaklarında geziyorum, harika insanlarla tanışıyorum, sevdiğim insanlarla mükemmel zamanlar geçiriyorum, kendimin hiç bilmediğim yanlarını keşfediyorum, zenginleşiyorum. 

Ve belki de şu vize angaryaları olmasa, uçak piyasasında rekabetler daha da artıp fiyatlar düşse, hepimiz çok daha mutlu ve hayatından tatmin insanlar olabiliriz.


Hiç yorum yok:

Pinterest'im

Instagram'ım