30 Nisan 2015

Belgrad: seyahat püf noktaları, vizesiz giriş özgürlüğü ve alışveriş için şahane adresler

Uçağımızın tekerlekleri yere değiyor, karşımızda minicik bir havalimanı duruyor: Belgrad'dayız.

Pasaport kontrolünden geçtikten sonra, ne kadar para çeksek diye biraz hesap kitap yapıp kişi başı 5.000 dinar çekiyoruz ve bizi airbnb'den kiraladığımız eve götürecek bir taksi bulmak için havalimanının dışında çıkıyoruz.


Genellikle sohbetlerde ve instagramdan paylaştığım fotoğrafların altına yapılan yorumlarda, bana sık sık sorulan iki soru var: "Vizesiz girilen ülkelere tek yön uçak bileti alınabiliyor mu?" ve "Orada geçerli para birimini nereden nasıl alıyorsun?"

Benim seyahat planlamam genellikle tek yön uçak bileti almaktan ibaret. Çünkü bu kadar seyahat ettikten sonra deneyimle sabit bir sonuca vardım: Gidiş biletini aldın mı, o seyahatin geri kalan her şeyini ayarlıyorsun. 

Arkadaşlarınızla bir yere gitme fikri ortaya atıldığında, oturup bütün seyahat planını yapmaya ve konaklama, gün, bütçe gibi detaylara girerseniz, o plan bitene kadar pek çok kişi gelmekten vazgeçebiliyor. Ama gidiş bileti almak, o seyahati garantilemek anlamına geliyor. Gerisi teferruat; bir şekilde hallediliyor. (Ama tabii dönüş biletini almakta çok geçe kalırsanız, afaki bilet fiyatları ile de karşılaşabilirsiniz.)

Vizesiz giriş yapılabilen ülkelere tek yön uçak bileti almaya çalıştığınızda, havayolu firmalarının siteleri, vizesiz gidilen ülkeler bakımından dönüş bileti alma yükümlülüğünüz olduğunu izah eden bir uyarı penceresi tasarlamışlar. Panik olmayın, o kısımda "geç" diyerek tek yön bilet almanız pekala mümkün.

Diğer yandan, pasaport kontrolüne geldiğinizde, sizden dönüş biletinizi isteme ve ibraz edemezseniz sizi ülkeye almama hakları olduğu aklınızın bir kenarında olsun. Bana ne Saraybosna'da, ne de Belgrad'da kimse dönüş biletimi sormadı, ama yine de her ikisinde de dönüş biletimi basıp çantama atmıştım.


Para konusuna gelirsek... Ben yıllardır, euro veya dolar geçen ülkelere bile giderken döviz bürosuna gidip döviz almıyorum. Türkiye'deki bir bankadan aldığınız ve buradaki ATM'lerde kullandığınız bankamatik kartını kullanarak, her ülkedeki ATM'den o ülkenin para biriminde para çekebilirsiniz. Yalnızca başka banka ATM'si kullandığınız için bir komisyon ödemek zorunda kalıyorsunuz. Şahsen ben üstümde sürekli çok mikarda para taşıyıp, her şey yerinde mi diye kontrol edip durmak yerine, her para çektiğimde 10 TL gibi bir komisyon ödemeyi tercih ediyorum. Zaten paranızı önce euro'ya, sonra orada euro'dan oranın para birimine çevirdiğinizde de sürekli kur farkı ödediğinizden neredeyse aynı hesaba çıkıyor.

Geçen sene mesela Opener Festival nedeniyle çıktığım seyahatte aynı ATM kartım ile Almanya'da euro, Polonya'da zloty, Ukrayna'da grivna çekerek, hiç döviz bozdurmakla uğraşmadan - gerçi zloty ile TL arasındaki ilişkiyi kurmak için 50 euro bozdurup inanılmaz zengin bir kadın olmamı atlamayalım :) -, para konusunu oldukça pratik biçimde halletmiştim.

Belgrad'da da ilk gün için 5.000 dinar çekmek gayet mantıklı olur.  Bütün gün yiyip içip gezmenize yetecektir.


Herkesin seyahatten beklentisi ve seyahatteyken yapmaktan zevk aldığı şeyler farklıdır. Kimisi tarihin peşinde koşar, kimisi alışverişin, kimisi bütün bunları fazlasıyla turistik bulup, yalnızca alternatif yeme içme adresleri ve butiklere odaklanır.

Eğer ki sokaklarda büyülenerek yürümek, onlarca müze gezmek istiyorsanız veya lokal lezzetlerle beslenmek hayalleri kuruyorsanız Belgrad sizi bu bakımdan biraz hayal kırıklığına uğratacaktır. Diğer yandan Belgrad, beklentimin çok üzerinde, sıra dışı bar, club ve cafelere sahip. Hepsinin konsepti çok güzel, menüsünden dekorasyonuna özgün ve zevkli. Zincirlerle çevrelendiğimiz İstanbul'da özlediğim özgünlük ve zevki ben Belgrad'da buldum.



Diğer harika olan şey ise, Türkiye'de bir şey "tasarım" olduğunda, fiyatının arkasına bir sıfır eklenmesine alışmışken, Belgrad'da tasarım ürünlerin gerçekten ucuz olması.

Mekanlardan ve müzelerden ayrıca bahsedeceğim, şimdi Belgrad'a gitmişken alışveriş için mutlaka uğramanız gereken iki adres huzurlarınızda:



1. Belgrade Design District

Cumiceva 2, 16b adresinde bulunan bu pasajın içinde tasarım ürünler satan pek çok butik var.

Sevgili Buket'in şiddetle tavsiye etmesi ve benim onun tavsiyelerine güvenmem nedeniyle, yorgun bir günün akşamüstünde bizim ekip evde yayılıp gece için enerji toplarken, "Ben çıkıyorum, bir saate gelirim." diyerek elimde haritam evden fırladım ve Belgrade Design District'in yolunu tuttum.


Kıyafet mağazalarının ağırlıklı olduğu bu pasajı boydan boya yürüdükten sonra, çok sempatik bir avluya çıkacaksınız. Avluya çıktığınızda sağ tarafınızda kalacak Gallery 1250, tam bir seramik cenneti. İçerideki her şey çok zevkli. Taşıyabileceğimi bilsem, evdeki bütün fincanlarımı çöpe yollamak üzere buradaki bütün fincanları alabilirdim. O derece!

Yalnızca fincan değil, seramikten takılar, tablolar, ev eşyaları gibi daha onlarca çok tatlı ürün satılıyor burada. Ben bir fincan ile bir fiyonklu kolye kaptım kendime.






2. Mikser House

Bu tavsiyeyi de "hipster tour" isimli bir rehberden almıştım. Belgrad'daki son günümüzde yapılacaklar listemde hala ziyaret edilmemiş olarak durduğunu görünce, "Hadi" dedim. Erkekler gece gideceğimiz club faslına ısınmak için biraları yuvarlarken, biz iki kız Mikser House'un yolunu tuttuk.

Bizim Karaköy'deki Kulah misali enteresan bir sokakta bulunuyor. O yüzden yolda giderken, yürüdüğümüz yolların çehresi değiştiği için, bir ara gitmekten vazgeçmeyi bile düşündük.



Biz gittiğimizde sahnede çok tatlı çocuklar bir gösteri yapıyordu; ama tabii ki tek kelimesini bile anlamadığımız için doğrudan tasarım ürünler satan standlara yönlendik. Burada her şey var: defterler, anahtarlık şeklinde canlı bitkiler, çok esprili porselen takımlar, yastıklar, bisiklet aksesuarları, magnetler, tasarım şişeli biralar...








Fiyatlar hakkında bir fikriniz olması için ben bir magnet, koleksiyonum için bir bira ve bir defter için 26 TL ödedim. Yani gayet makul fiyatlara espirili bir şeyler almak için mutlaka ve mutlaka yolu tutulması gereken bir adres.

Dönerken de sağınıza solunuza bakınarak olun, bu civarda harika muraller var. En sevdiğim ile bu yazıyı kapatalım.


Keyifle kalın!

28 Nisan 2015

Bütün önyargılarımı yıkan sürprizli şehir Belgrad

Belgrad'a bundan yıllar yıllar önce de yolum düşmüştü. Şimdi kahkahalarla anlattığım bir anıya dönüşmüş olsa da, bir daha hayatım boyunca Sırbistan'a gideceğimi sanmıyordum.

Yılları artık unutmaya başladım, ama sanırım 2008 yılıydı. Üniversite öğrencisiydim ve fakülteden çok sevdiğim arkadaşım Simge ile birer interrail bileti alıp yola çıkmıştık. Avrupa'da bir ay boyunca, Amsterdam, Frankfurt, Barselona, Milano, Fransız Sahilleri, Roma, Venedik, Budapeşte, Viyana şeklinde harika anılarla dolu bir seyahat yapmıştık.


Bu seyahatimiz sırasında, çok sevdiğimiz arkadaşlarımız ile yollarımızı kesiştirmiş ve bir sürü yeni arkadaş edinmiştik. Bir ay boyunca, biz hiç uyku tulumlu ve rastalı interrail kafilesine katılmamış; tam aksine topuklu ayakkabılarımız ve mini eteklerimiz ile şehirlerde sürtmüş, güzel restoranlarda yemekler yemiş, arkadaşlarımızın evlerinde veya ucuz otellerde kalmıştık.




Simge ile yollarımız Viyana'da ayrılmıştı. O Erasmus yaptığı Almanya'ya dönmüştü, ben de Avrupa'da tren ile seyahat etmeye alıştığıma olan inancım ile tek başıma Sırbistan ve Belgrad'ı da tren ile katederek Türkiye'ye dönmeye karar vermiştim.

Viyana'dan güzel ve modern bir yataklı trene binmiş, upuzun bir gece yolculuğu ile gözümü Belgrad'da açmayı planlamıştım.

Atladığım bir detay vardı: O dönemlerde Sırbistan, Türkiye'ye vize uyguluyordu. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının Sırbistan için ayrı bir vize alması gerekiyordu ve Shengen vizesi ile giriş yapılamıyordu.Ve ben pasaportumdaki Shengen ile elimi kolumu sallaya sallaya Sırbistan'a girebileceğimi sanıyordum.

Yataklı tren ile birden fazla sınır geçilen yolculuk yapmış olanlar bilir, kabin görevlileri her sınırda tekrar tekrar pasaport kontrolü yapılacağı için bir kıyak olarak pasaportları toplarlar ve her sınırda sizin yerinize pasaportlarınızı gösterirler. Ben de pasaportumu güzelce görevliye vermiş, kendi kompatmanım çok sıkıcı olduğu için, yan kompartmandaki kaykaycı gençlerin arasına sıvışmış, biramı içerek gayet keyifli bir yolculuk yapıyordum.

Bu sırada, Sırbistan sınırına girdiğimizde, pasaportumda bir Sırbistan vizesi olmadığı için pasaportuma el konularak, trende kaçak yolcu olarak arandığımdan da, kendi kompartmanımda olmadığından, biraz geç haberdar olmuş, trenden polisler eşliğinde indirilmiş ve kendimi derberder halde bir sınır kasabası karakolunda bulmuştum.

Polis, İngilizce konuşamadığı için de kendimi anlatmam ve birlikte bir çözüm yolu üretmemiz mümkün olmamıştı. Gecenin bir yarısı ailemi arasam, ben "Sırbistan'da bir karakoldayım, Shengen burada geçmiyormuş." desem panik yaratmaktan başka bir işe yaramayacaktı. Ve ne yazık ki o zamanlar şimdiki gibi akıllı telefonlarımız yoktu.

Seyahatin sonunda olduğumdan, sütyenimin içinde sakladığım son derece sınırlı bir bütçem vardı ve gecenin sonunda polis memuruna bu paramın neredeyse tamamını vererek, pasaportuma el yazısı ile yazılmış bir transit geçiş izni alarak karakoldan çıkmayı başarmıştım.

Ne yazık ki, macera burada bitmemişti. O modern güzel yataklı çoktan gittiğinden, ben leş gibi bir tren istasyonunda, evsiz insanların arasında saatlerce ve korkarak Belgrad'a gidecek bir tren beklemek ve sonra döküntü ötesi ve ciş kokulu bir tren ile her durakta durarak, sonsuza dek bitmeyecekmiş gibi bir gelen bir yolculuk yapmak zorunda kalmıştım.

Ve Belgrad'a ulaştığımda, uykusuzluktan ve yorgunluktan ölüyordum, neredeyse hiç param yoktu. Şehri gezmek için enerjim ve şevkim kalmamıştı. Tek arzum bir an önce evime ulaşmaktı. Bulgaristan'a gidecek tren saatine kadar, istasyon civarında bombalanmış binaların arasında, kocaman ve yemyeşil bir parkta bir günümü geçirmiştim.

O gece,  kendi başımın çaresine bakmayı öğrenmem gerektiğini anladığım gecedir. Diğer yandan da bu badireyi atlatmış olmak, bana hayatımın geri kalanında tehlikeli sayılabilecek bir sürü maceraya atılmama sebep olabilecek "Her şey halledilir." özgüvenini verdi sanırım ki sonrasında tek başıma defalarca dilini bilmediğim, kimseyi tanımadığım ülkelerin sokaklarında gezmek için yollara çıktım.


Bütün bunların üstünden yedi yıl geçtikten sonra, Moda'da eğlenilen bir gecenin sonunda, evde koltuklara yayılmış bira içip laflarken,  "Pegasus'un kampanyası varmış. Hadi bilet alalım!" şeklinde ortaya atılan bir fikir sonucunda yeniden Belgrad'a yolum düştü.


Artık T.C. vatandaşlarına vize uygulanmadığı için sınır kapısından büyük bir rahatlıkla geçtim.

Geçen sefer ne kadar yorgun ve parasızsam, bu sefer de tam aksine konfor içinde bir Belgrad deneyimledim. Çünkü bu sefer Mr. Feelgood airbnb'den şahane bir ev ayarlamıştı bize.


Ayrıca, Belgrad'ın para birimi olan dinar, Türk Lirası yanında o kadar değersizdi ki, (1 Türk Lirası, yaklaşık  45 Dinar yapıyor) kendimizi üç gün boyunca hayatımızda daha önce hiç hissetmediğimiz kadar zengin hissettik.

Ve Belgrad'a karşı bütün önyargılarım yıkıldı. Belgrad mimari bakımdan güzel bir şehir değil, pek çok açıdan oldukça az gelişmiş. Sokaklarında yürürken, "Ne kadar güzel bir şehir." kesinlikle demiyorsunuz. Diğer yandan, cafelerde, barlarda, restoranlarda vakit geçirmeyi seven biriyseniz, Belgrad bu bakımdan olumlu anlamda çok şaşırtıcı. Çok özgün, çok zevkli ve evet çoook ucuz!

Haftasonu, İnciraltı Meyhanesi'nde keyifle mezeleri mideye indirirken, aynı ekibe "Bu sene yılbaşında Belgrad'a mı gitsek?" dediğime ben bile inanamıyorum. Ve hayır, sarhoş filan değildim.


İstanbul'da yaşayan herkes mutlaka Belgrad'da bir haftasonu geçirmeli. Ucuz uçak bileti ve vizesiz giriş hakkı varken, bu şehrin keyfini sürmeli. "Belgrad'da neler yapılmalı?" sorusunun cevabı birkaç yazı halinde bu hafta burada olacak.

Planlayarak kalın!

26 Nisan 2015

Wolfgang Puck ile Spago'da lezzette zirve bir akşam

Geçtiğimiz bir ayın çoğunu Balkanlar'da lezzet ve keşif peşinde koşturarak geçirirken, İstanbul'da olup bitenlerden biraz uzak kaldım. Ama bir şey vardı ki, kaçırsaydım üzülürdüm: Wolfgang Puck'ın İstanbul'a gelişi ve Spago'nun akıllara zarar, mideye ziyafet lezzetleri...



Nişantaşı'nda Mim Kemal Öke Caddesi'nde bir süredir devam eden inşaat sona erdiğinde, karşımıza tam köşedeki nefis konumu ile beş yıldızlı St. Regis İstanbul çıktı. Mim Kemal Öke'yi Maçka'ya bağlayan kısımda oldukça elegant bir binanın gözümüzü şenlendirmesi elbette ki güzel; ama hali hazırda, İstanbul'da evi olan bizler için asıl ilgi çekici olan ise, teras katındaki açılan Spago Restoran oldu.

Spago, Wolfgang Puck'ın imzasını taşıyan bir restoran. Wolfgang Puck ismi sizi heyecanlandırmadıysa birkaç ipucu vereyim: Kendisi 1995 yılından beri Oscar törenlerinin resmi aşçısı, iki Michelin yıldızı var, ayrıca Şirinler filmini seslendirmek gibi işler de yapan çok yönlü biri. 


St. Regis'in terasındaki Spago ise, Amerika dışındaki ilk Spago. Terasa çıktığınızda İstanbul'a harika bir tepeden bakış sunan manzaraya, upuzun bir bar ve çok romantik sarı loş sayılabilecek bir ışık eşlik ediyor. Personel o kadar harika İngilizce konuşuyor ki, kendinizi pekala seyahatte harika bir yemek molası vermiş gibi hissedebilirsiniz burada.


Wolfgang Puck'ı beklerken, "Ne içersiniz?" sorusuna cevaben kokteyl menüsünü istiyoruz. Menünün tasarımı ne kadar sade ve klasik ise, içeriği de inadına o kadar farklı ve eğlenceli.




Alkollülerden Show Me Love, alkolsüzlerden yaseminli Looking For Love içmek İstanbul'da yapılacak 100 şey listesine girer, o kadar iddialıyım, mutlaka bir yolunu bulup bunları tadın. 


Hatta bir adım daha ileriye gidip şunu diyeceğim, Nişantaşı'nda kokteyl içmeye niyetliyseniz, buradan başka hiçbir yere gitmeyin. Manzara, otelin terasında olması da cebinizi korkutmasın, diğer yerlerden çok farklı değil kokteyl fiyatları.




Sıra geliyor yemeklere. Miso külahlarının içinde gelen acılı tuna tartar, somon fümeli pizza, peynir yatağında ıstakoz ve kral yengeç, buharda pişmiş Hong Kong usulü levrek, peynirli patates püresi ile servis edilen fillet migron steak tadıyoruz. Hepsi sunum olarak çok şık geliyor ve gerçekten hepsi lezzetli; ama benim favorilerimi sorarsanız, liste başını füme somonlu pizza çekiyor.




Füme Somonlu Pizza, buranın en meşhur spesyallerinden. Sadece öğlenleri servis edildiğini belirteyim. Çıtır çıtır bir hamur üstünde, krem peynir, somon füme ve biraz turuncu havyar ile gerçekten inanılmaz lezzetli.



Biber soslu, Fillet Migron Steak'in yanında, çektikçe uzayan peynirli ve maydonozlu bir püre servis ediliyor ve gerçekten çok lezzetli.




Mutfağa girip, selfie çektikten ve restoran hakkında genel bir sohbet ettikten ve Wolfgang Spago'nun mütevazılığına hayran kaldıktan sonra, sıra tatlılara geliyor.

Dürüst olmak gerekirse, şeker orucunda olduğum için açıkçası tatlı kısmını pas geçmeyi düşünüyordum; ama o kadar cezbedici ve lezzetlilerdi ki, yemeden duramadım. Tatlılardaki meyve kullanımı tam kıvamındaydı, hepsi tazecik ve oldukça lezzetliydi. Çikolataya düşkünlüğümden, sufleyi diğerlerinden biraz daha kayırabilirim.





Gittiğiniz zaman, servis veya lezzet konusunda hiçbir hayal kırıklığı yaşamayacağınız bir yer arıyorsanız, misafirlerinize İstanbul'da keyifli bir akşam geçirtmek istiyorsanız, sevgilinize sürpriz planlıyorsanız, lezzetli kokteyller peşindeyseniz veya kendinizi bir star hissetmek istiyorsanız, istikametiniz burası olsun. 


Lezzetle kalın!

23 Nisan 2015

Buram buram kebap kokularına karış hadi: Adana!

Adana, benim doğduğum büyüdüğüm şehir.

2004 yılında her akşam, Seyhan Nehri'ne tepeden bakan çalışma masamda test çözerken, bu manzaraya veda edeceğim günün hayalini kurardım. Ben sanırım, sırf İstanbul'a taşınabilmek için üniversiteyi kazandım. Hukuk fakültesi işin bahanesiydi, gönlümde yatan, her tatilde koşa koşa yolunu tuttuğum İstanbul'a taşınmaktı.

Ne ironiktir ki, şimdi de kimi yakalasam, "Adana'da kebap yemelisin!" ile başlayan cümleyi takip eden, upuzun bir Adana reklamı yapıp, sürekli misafirlerle Adana'ya gidiyorum.

Hatta siz bu satırları okurken, bu sefer de patronum dahil ofis ekibi ile Adana'da olacağım.

Ama şimdi,  bir önceki Adana seyahatimden bahsetmek istiyorum. Normalde Adana'ya gelen herkesin yediklerinden büyüleneceğinden emin oluyorum; ama bu sefer başkaydı. İşim daha zordu. Çünkü yemek yeme eylemine, "doyma"nın ötesinde, "zevk"le yaklaşan, bu işten anlayan, çok gezen, çok yiyen bir ekip ile Adana'daydım: sevgili Cem, Hülya ve Oğuz ile.

Üstelik sıkı çalışıp gelmişlerdi, instagram paylaşımlarının altına tavsiye yağıyordu ve görünen o ki benim de onlarla birlikte yeni keşfedeceğim şeyler vardı.


Ben onlardan bir gün önce gittiğim için sabah havalimanında buluşmak konusunda anlaşmıştık. Sabah gözümü açtığımda, Cem'in geç kaldığı ve havalimanına yetişmeye çalıştığı ve şarjının bitmek üzere olduğu şeklinde bir mesaj vardı. Uçağa binip binemediği muammaydı. Havalimanına yola çıktığımda ise, onların uçağı inmişti, güzel olan Cem uçağı yakalamıştı. Kötü olan çok açlardı ve ben onları karşılamak için biraz geç kalmıştım. Oğuz'un Hayko Cepkin kıvamlı "Sezeeeeen, açııııız" biçiminde yolladığı ses mesajları, sabah kafein ihtiyacımı yok edecek şiddetteydi. :))

Adana'da tek bir gününüz varsa ve bu bir gün içinde gerçekten harika beslenmek istiyorsanız, aynen bu rotayı takip etmenizi şiddetle tavsiye ederim. Tabii bir önceki gün hiçbir şey yememiş olmanız şartıyla!

1. Birbiçer 

Havalimanına oldukça yakın bir yerde bulunduğu için, Adana'ya ayak basar basmaz gitmeniz gereken ilk adres. Hatta kahvaltı için giderseniz, en güzeli. Adana'da ciğer yiyerek kahvaltı etme adetine de uyum sağlamış olursunuz.



Birbiçer'deki ciğeri tatmadan, "Ben ciğer sevmem." demeyin, daha önce "Ben ciğer yemem." diyen arkadaşlarımın burada şişler götürmüşlüğüne şahit oldum.

Ciğerin yanında gelen ekmeğin içine bir şiş ciğeri çekin, biraz ezme, biraz soğan, mutlaka kimyon koyun, kıvırın. Kural 1: Ciğer kimyonsuz olmaz. Kural 2: Adana'da soğan yemekten çekinmenize gerek yok.



Ciğere bayılacaksınız; ama midenizde biraz yer bırakın ve "ayı payı" sipariş edin. Bu da harika bir hikaye. Aslında "ayı payı", denilen şey, usta tarafından etin en güzel tarafları seçilerek hazırlanan bir şiş, lokum gibi bir et. Bu blogger ekip "ayı payı"ndan bahsettikten sonra, bir anda buraya gidip insanlar "ayı payı" siparişi vermeye başlayınca, önce şaşırmışlar, sonra da menüye eklemişler.

2. Muzlu Süt

"Muzlu süt ne kadar başka olabilir ki?" Dıııt! Yanlış cümle. Adana'daki muzlu süt, gerçekten diğer yerlerdekilere benzemiyor, milkshake kıvamında.


Aslında bu muzlu sütü meşhur eden yer Kazım Büfe. Bu sefer biz hem Kazım Büfe'de içtik, hem de Birbiçer'in oradaki Kuruköprü Şalgamcısında... Ve gerçekten, Kuruköprü'nünkini daha çok beğendiğimi itiraf etmeliyim.

İşinize yarayacak bir bilgi, "Bir muzlu süt" siparişi verdiğinizde, bir bardak değil, bir blender dolusu sipariş vermiş oluyorsunuz. O yüzden iki kişiye bir tane söylemenizi tavsiye ederim.

3. Dilberler Sekisi

Ciğer ve muzlu süt üstüne biraz hareket etmek güzeldir. Seyhan Nehri'nin üzerindeki köprüden geçin, ormanın içinden Eski Baraj'a kadar yürüyüş yapın, yediklerinizi hazmedin.







Acıkırsanız, burada sıkma tadabilirsiniz. Sıkma, gözlemeye benzer biçimde sacta hazırlanıyor, ancak rulo şeklinde sarılıyor.

4. Yeşilkapı Kebapçısı 

Sevgili Burak, Adana'daki favori kebapçısı olarak Yeşilkapı'yı seçmişti. Benim daha önce hiç gitmediğim bir yerdi. Kapısına geldiğimizde, içeri girip girmemek konusunda tereddüte düşebileceğiniz bir ortamı var. Bu yüzden hijyen konusunda azıcık da olsa takıntınız varsa, burayı kesinlikle tavsiye edemem size. Ama şunu söylemeliyim ki, külbastısı gerçekten çok ama çok lezzetliydi.





5. Taşköprü ve Kaburgacı Yaşar Usta

Adana'dan döndüğünüzde birisi size "Yediğin içtiğin senin olsun, gezip gördüğünü anlat." derse, anlatacak bir şeyleriniz olsun diye, Kaburgacı Yaşar Usta'ya giderken, Taş Köprü'nün önünde bir fotoğraf çekilebilirsiniz. Taş Köprü, Roma Hukuku dersi alırken bol bol küfürlerimize maruz kalan Justinianus döneminden kalma. Dünyada hala kullanımda olan en eski köprü olması nedeniyle önemli bir eser.

Kaburgacı Yaşar Usta, Hilton Oteli'nin karşı tarafında, sanayi mahallesinin içinde kalıyor. Şişte leziz kaburga yemek için yolunuzu düşürmeniz gereken adreslerden.



6. Yeni Uğur Cezerye 

Cezerye, havuç, ceviz ve hindistancevizinden hazırlanan bir tatlı. Aslında Mersin'e özgü; ama Adana'da da oldukça sevilir ve her yerde satılır. Ben en çok Yeni Uğur'unkini beğeniyorum. Büyüksaat civarındaki şubesi aynı zamanda atölye, buraya giderseniz, yapılışını da izleyebilirsiniz.

Bir de ben Antep fıstığı severlere 'Oskar'ı şiddetle tavsiye ediyorum.


Buraya gelmişken, sokaklarda da gezinmeyi ihmal etmeyin.




7. Kebapçı Mesut

Başka kebapçıların bile övgüyle söz ettiği bir kebapçı. Yüz yıldır aynı yerde, aynı isimle faaliyet gösteriyor, gerçek Adana kebabı yapıyor. Havalimanına doğru yola çıkmadan önceki son durak.




Tahinli salatası ile peyniri de çok lezzetli. Ayrıca kebabın üstüne isterseniz, size Adana'ya özgü yiyeceklerden olan şırdan da alıp gelirler, meşhur kerhane tatlısından da...



Adana'ya gitmediyseniz, aslında hiç kebap yemediniz. O yüzden Adana planları yaparak kalın!

Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramınız kutlu olsun!

Pinterest'im

Instagram'ım