27 Ocak 2016

Doğru ile yanlışın ötesinde bir yer daha var, orada buluşalım.*

İşe gitmek için hava henüz aydınlanmadan uyanmaya alıştığım için, cumartesi sabahı da oldukça erken bir saatte gözlerimi açıyorum.

Kendime kahve demliyorum ve kahvemi yudumlarken, kitabımın son sayfalarını okuyorum: Seda Diker'den Şeytan Tüyü Var Sende.



Bana şiddetle tavsiye edilmemiş olsa, kesinlikle gidip almayacağım bir kitap bu. 

Çünkü bir kere kapak tasarımı gerçekten çok kötü. Kitabın yazarı, üzerinde oldukça rüküş bir kıyafetle, paça boyu bile yapılmamış, içe kıvrılmış jean ile poz vermiş. Arkasındaki masanın üstünde paketli toz şekerler filan var. Kapağın renk seçimleri de kötü. Ayrıca, ilişki yaşamayı öğreten bir kitap, konu olarak beni hiç cezbetmiyor. Ben böyle şeylerin deneyimleyerek öğrenileceğine inananlardanım.

İnsan ilişkileri ve iletişim hakkında kitaplara sardığımı öğrenen bir arkadaşım, "Önyargılı davranmadan bunu da oku." demişti. Okumaya gerçekten önyargısız başladım desem büyük yalan olur. Aksine, geyik yapıp eğlenirim, diye düşünüyordum.

Gelgelelim okudukça hiç de boş bir kitap olmadığını anladım. İletişime ilişkin tavsiyeleri, büyük ölçüde okuduğum daha akademik seviyede kitapların içeriği ile örtüşüyordu. Örneğin "Konuşma yaparken asla suçlayıcı bir dil kullanmamalı, daha çok kendi hislerini anlatmalısın." diyordu. İletişimin temelleri, basit ve eğlenceli bir dille anlatılmış ve kadın-erkek ilişkileri ile sınırlandırılmıştı. 

Ve kitapta ilişkilerdeki hatalar olarak belirtilen bazı şeyler, birebir beni anlatıyordu. 

"Beğendiğin kişi seni yüceltip hayat enerjisi veriyor. Sen de bunu her yaşadığında coşuyorsun. Kendi hayat enerjini, ona geçirmeyi başarıyorsun. Ama o pasif tarafa geçtiğinde, neye uğradığını şaşırıyor, korkuya kapılıyorsun. Seni istemediğini, aldattığını, ilgisinin geçtiğini düşünüp, küskün, öfkeli, tepkili ve uzak davranmaya başlıyorsun."

Bu cümleyi sevgili yogitama hiç bir yorum yapmadan yolladığımda, saniyesinde "Aaa, bu direk sensin." yorumunu yaptı.


"Genelde bağ kurma sıkıntısı çeken insanlar, yüzleşerek gerçek sorunu ve kendi duygularını paylaşmaktansa, her şeyi bir kalemde bitirmekten daha mutlu olurlar." da kesinlikle bendim.

Cumartesi sabahı, kahvemi içerken bu kitabı bitirdim.

Çoğu zaman kendimi karşımdaki adama hiç ifade edemediğimle, iletişim kurduğumu sanırken aslında maskemi indirmediğimle, konuşmak yerine varsayımlar yaparak kendimi adamlardan uzaklaştırdığımla yüzleşerek... 

Sonuç olarak, önyargılarla okumaya başladığım bu kitap, kadın- erkek ilişkilerine bakışımı büyük ölçüde değiştirdi.

Kitaptan kendime onlarca not aldım; ama herkes kendine özgü bir şeyler bulacaktır. Bana çok önemli gelen noktalar, bir başkası için zaten bilinenler olabilir. Veya tam tersi. 

O yüzden notlarımı paylaşmıyorum; ama yazarın duygu kutbu olarak adlandırdığı şeyden bahsetmeden geçemeyeceğim. 

Seda Diker şunu iddia ediyor: Kadın veya erkek hepimizin, çok mutlu olduktan sonra, herhangi bir sebep olmaksızın mutsuzluk çekmeye başlamasının olağan ve doğal olduğunu... 

"Mesela bir erkekle berabersiniz, ona çok büyük bir haz ve mutluluk verdiniz. O doğal olarak acı ve mutsuzluk çekmeye başlayacak. Duygu kutupları... Yahu ne oldu şimdi, diye merak edeceksiniz. Ama aslında bu doğal. O gelgitlerin seninle bir alakası yok aslında, onun kendi çöpü, kendi biliçaltındaki korkuları..." diyor.


Çünkü bağ kurduğumuz zaman, sevgisiz kalma duygusu ortaya çıkarmış. Bu durumda da erkekler önemsemiyormuş gibi yaparlarmış, kadınlar da saçma sapan şeyler için kavga çıkartırlarmış. 

Okuduğum anda bana oldukça saçma gelmişti; ama düşündüm. Ben gerçekten de beni çok mutlu eden adamlar karşısında, bir süre sonra kavga çıkartan bir kadına dönüşüyorum. Korkuyorum onu ve bana yaşattığı harika hisleri kaybetmekten... Belki de kavga çıkartırken içten içe, "Saçmalama, burdayım, yanındayım." demesini bekliyorum.


Özetle "Neden ilişkilerim harika başlıyor, ama sonra bir noktada her şey ters gitmeye başlıyor?" diye düşünen bütün kadınlara bu kitabı şiddetle tavsiye ederim. 

(Seda Diker, Şeytan Tüyü Var Sende, Destek Yayınları, 344 sayfa) 




Kahvem de kitabım da bitince, kendimi sokağa atıyorum. Almam gereken şeyler var ve bunları flört etme pratiğimle ile birleştirip bir taşla iki kuş vurmayı planlıyorum. Evet, flört etme pratiği. Bunun erkeklerle veya cinsellikle bağlantısı yok. Annenizle, kasiyerle, bakkalınızla bile flört edebilirsiniz. Bu bir anı yaşama, dikkatli olma ve iletişim kurma yeteneği arttırma pratiği. 

Çünkü her insanda, hoşunuza giden bir şey bulabilirsiniz. Tabii laf olsun diye, gerçekten iltifat edebilmeniz için, o an başka şeyler düşünmüyor, anı yaşıyor ve kendinizi karşınızdaki insana veriyor olmanız lazım. Karşınızdaki kişinin güzel bir şeyini aramak,  dikkati ve gözlem yeteneğini arttıran bir pratik. 

Aynı şekilde kasiyerlere ve satış görevlilerine, otomatiğe başlamış şekilde, "teşekkür ederim." diyip geçmek yerine, gözünün içine bakarak, "Seçim yapmama yardım ettiğiniz için teşekkür ederim." veya "Sorduğum sorulara detaylı cevap verdiğiniz için teşekkür ederim." demek arasında büyük bir fark var. Teşekkür etmeden önce bir saniye düşünün, niçin teşekkür ediyorsunuz? Ve bunu ifade edin. Çok basit gibi görünüyor; ama çoğumuz bunu yapmıyoruz. 

Ben dışarıda bütün işlerimi tamamlarken, altı kişiyle de flört pratiği yapıyorum. Sonuçlar inanılmaz oluyor. O ana kadar başını kasadan kaldırıp bana bile bakmamış kişilerin yüzüne bir anda kocaman bir gülümseme yayılıyor. Daha çok yardım etmek istiyorlar, "Nasıl güzel bir enerjiniz var.", "Afiyet olsun, haftaya yine gelin olur mu?", "Sizin kadar güzel bir haftasonu geçirin." gibi iltifatlarla karşılık veriyorlar. Şiddetle tavsiye ederim.

Üstelik bu Seda Diker'in kitabına göre, hayat enerjini çevrene ve işine akıtmanın yöntemi. Bu şekilde cinsel enerjin kalbe yükselerek hayat enerjisine dönüşüyor ve bu sana görünmez bir ışık ve çekicilik sağlıyor.


Eve döndüğümde, enerjim içimden taşıyor. Gerçekten karşılıklı enerji akışı diye bir şey var, emin oluyorum. 

Çarşafları değiştiriyorum, çamaşır yıkıyorum, terziye daraltılacak elbiselerimi götürüyorum, evi süpürüp, siliyorum, parkelerimi cilalıyorum, dans ediyorum. Ve sonra yeni keşfettiğim Bröd'den aldığım leziz zeytinli ve biberiyeli ekmeğim başrolde kendime kahvaltı hazırlıyorum. 




Akşam kalabalık bir ekiple planlarımız var. Herkes birer birer yalan olurken, "Bütün hafta içi evdeydim. Dışarısı felç olacağım kadar soğuk da olsa bu gece evde oturamam." diyorum. Kimse gelmese de ben gideceğim!! Neyse ki her koşulda kurtlu arkadaşlarım var.



Finn'de Greenpeace içerek başlayan gece, W Lounge'ta Ogun K.'nın partisi ile devam ediyor, sabaha karşı kendi aramızda "pavyon" diye adlandırdığımız ve kafamız çok iyiyken gidince çok da eğlendiğimiz Scotch'ta "Hayatı tesbih yapmışım sallıyormuşum. Adını duydukça ağlıyormuşum. Deli diyorlarmış benim halime. Gelmişine geçmişine sayıyormuşum." ile sona eriyor. 

Gün ağarırken yatağa giriyorum. Dolu dolu bir gün geçirmiş olmanın iç huzuruyla ve yorgunlukla kendimi uykuya teslim ediyorum.





Kendinizi ve ışığınızı besleyerek kalın!


Dip Not 1: Bir türlü bahsetmeye fırsat bulamadım; ama bundan epey önce iki kaşımın arasına çok az botoks yaptırdım. Azıcık güneş gelse veya heyecanlı biçimde bir şey anlatsam direk kaşlarımı çatıyordum. Bu mimik haline gelmişti ve sürekli kaşlarım çatık geziyordum. Botoksun etkisi çoktan geçti, ama bir süre kaşlarımı istesem de çatamayınca, o mimik tamamen ortadan kalktı. Gelecekte iki kaşımın arasında derin bir çizgi olmasını da şimdiden önlemiş oldum :) Dışarıdan kesinlikle fark edilmeyen ve hiçbir mimik kaybına neden olmayan bu önleyici işlemi -ve aynı zamanda dudağımdaki pek doğal dolguyu da- yapan sevgili doktorum Gül, bu haftasonundan itibaren 15 günde bir İstanbul'da olacak. İşine gerçekten aşık bir kadın ve doğal işler çıkartıyor ortaya. Instagram'da @estemania olarak yaptığı işleri takip edip, iletişime geçebilirsiniz. Benden selam söylemeyi de unutmayın! 

Dip Not 2: Başlıktaki söz Mevlana'dan. 

25 Ocak 2016

Yoksa huzurlu ve dümdüz bir kadına mı dönüşüyorum ben!!

Evin kapısından içeri girdikten sonra, birkaç dakika montunu üstünden çıkartamıyor. Altı üstü iki adım yürümüş olmasına rağmen, saatlerdir sokakta kalmış gibi içi üşüyor. Kaloriferleri kontrol ediyor, cayır cayır yanıyorlar. 

Dışarı çıkıp, filtre kahve almak vardı aslında aklında, ama o anda tekrar sokağa çıkmayı gözü yemiyor. Mutfaktaki kutuların içini kurcalayıp, ne zamandan kaldığı meçhul bir Nescafe buluyor. "Hiç yoktan iyidir." diye düşünüyor. 

Su ısıtırken, aklına bir zamanlar okuduğu "Hiç Yoktan İyidir" isimli romandan bir cümle geliyor. "Kuşlar gitti. Çöpçüler geldi. Sabah oldu. Gürültücü beton bitleri, hiç de ihtiyaçları olmayan şeyleri almak için, sevmedikleri işlerde çalışmaya sokakları doldurdu."

İnsan beyni ne kadar acayip çalışıyor diye düşünüyor, kaynayan suyu bardağındaki Nescafe'nin üzerine dönerken. Unuttuğunu sandığı şeyleri bir anda hatırlayıveriyor. Kahvesini içerken sıcak basıyor, montunu çıkartıyor. Hızını alamıyor, eteğini, çorabını da çıkartıp, t-shirt ile kalıyor.

Ve salonun ortasında, üstünde bir t-shirt, elinde bir Nescafe fincanı ile kaç dakika olduğunu bilmediği bir süre dikiliyor.

Yok! Yapması gereken hiç bir şey yok! Tamamlanması gereken bir iş, katılması gereken bir davet, buluşmaya söz verdiği bir arkadaşı, toparlaması gereken bir şeyler, boşaltılmayı bekleyen valizler yok!

Her zaman ajandası bir güne asla sığmayacak kadar çok dolu yaşamaya, sürekli her anını planlamaya  o kadar alışmış ki! Şimdi asfaltın ortasında, araba farına bakakalmış sincap gibi boş duvara bakıyor. 


Yeni işine başladığından beri, eve iş taşımıyor. Yıllardır ne kadar çalışırsa çalışsın, yapılması gereken işleri asla bitiremediği bir tempoda çalışıyordu. Şimdi gün boyu tıkır tıkır çalıştığında, bol bol teşekkürler, takdirler topluyor ve her şey mesai bitmeden bitmiş oluyor. 

Evi baştan aşağı pırıl pırıl parlıyor. Hava dışarı çıkmak için fazlasıyla soğuk. Hayatında aklını kurcalayan bir adam, beklediği bir telefon yok. Ojeleri gıcır gıcır, saçları tertemiz ve şekilli. 

Yıllardır "Bir insanın canı nasıl sıkılabilir kesinlikle anlamıyorum. Benim çoğu zaman, eve geldikten sonra tekrar çıkmak için en çok yarım saatim oluyor ve hatta bazen uyumaya bile vakit bulamıyorum." diyip duruyor ve "Canım sıkıldı" diyenlere burun kıvırıyordu. Allah'ın sopası dedikleri buydu galiba! 

Duşa giriyor, kremleniyor, biraz dergi okuyor, maillerini temizliyor, Deezer'dan yeni çıkan albümleri dinliyor. Saate bakıyor. Daha 21:00! "Bir gün ne kadar uzun olabiliyormuş." diye mırıldanıyor.

Okunmayı bekleyen dizi dizi kitapların durduğu dolabın kapağını açıyor. O sırada gözüne en üst rafta duran kutular çarpıyor. Eski günlükleri duruyor bu kutuların içinde. Kutuyu açıyor, en alttaki defterlerden birini çekip alıyor.

Ortaokulda, üç yakın arkadaş bir düz bir ters kalpten oluşan bir örnek yüzükler tasarlamış ve evleninceye kadar bunları takmaya söz vermişler. Kendini ne kadar zorlasa da, o yüzük gözünde canlanmıyor, şimdi nerede olduğu hakkında da hiç bir fikri yok. Oysa bir zamanlar o kadar önemliymiş ki, bu yüzükleri önce tasarlamak için ve yaptırmak için saatler harcamışlar, sonra da bu yüzükler parmaklarındayken evlenecekleri adama dair onlarca hayal kurmuşlar.



Ne kadar uzak! Sanki kendisi değil! Şimdi bir kadın olmuşken, bir evlilik hayali hiç kurmadığını, düğün ister mi, istemez mi onu bile bilmediğini fark ediyor. Gözlerini kapatıyor, kendini beyaz bir elbise içinde hayal ettiğinde, gözünün önüne gelen kare kesinlike bir düğün değil. Denize açılan harika bir otel balkonu, teni bronz, saçları rüzgardan uçuşuyor, dudaklarında deniz tuzu var. Güzel gülümseyen bir adam, elinde soğutulmuş şampanyayla geliyor, belinden sarılıyor, muzurca ensesinden öpüyor. 

Gözlerini açıyor, tekrar kapatıyor. Dilini bile bilmediği bir ülkenin sokaklarında, kahkahalar atarak yürüyorlar. Başı dönüyor, aşktan mı, alkolden mi olduğunu bilmiyor. Ama kesinlikle her hücresiyle mutlu.

Hayallerinde hep erkek var; ama bu hayaller hiç ev değil, hiç düğün değil. Hep uzaklar, hep keşifler, hep ışıldayan gözler, hep yaz, hep açıkta tenler.


Gülümseyerek, defterini okumaya devam ediyor. Yüzümdeki gülümseme kahkahaya dönüşüyor. Tastamam 14 yıl önce kelimesi kelimesine şöyle yazmış: "Şu klasik çıkma olayını bir kere denedim, hiç de ahım şahım bir şey değilmiş. Ne o öyle sürekli mesajlaş, sinemaya git, bütün film boyunca el ele otur, birbirinin gözünün içine bakarak saatlerce otur filan. Ben nasıl bir şey istediğimi buldum. Biraz deli olmalı, kalıpları aşmaya cesareti olmalı. Birlikte sıra dışı bir şeyler deneyimleyebilmeli, kahkaha atabilmeliyim."

"Aslında 14 yıl önce çözmüşüm belki de ne istediğimi." diye düşünüyor. Kalkıyor, dolabı açıyor. Şarap da yok, bira da yok, koltuğa eli boş geri dönüyor.

Komşularıyla birbirlerinin posta kutularının içine sabah bulmaları için harika notlar bırakmalarını, radyoyu arayıp şarkı istemelerini, erkeklerden "Amansız, yalansız, zamansız bir tek seni özlüyorum." gibi şiirsel mesajlar almalarını, bir erkekle buluşmadan günler önce ne giyeceğinin derdine düşmelerini, eğlenmek için "Selam anam! Ben Bülent. Sen bana Bülü de canım." diye telefon şakaları yapmalarını, bir adam için "Gözümün içine baktığı an nefessiz kalıp öleceğimi sandım." yazmış olmasını yüzünde kocaman bir gülümsemeyle okuyor.



Bir zamanlar hayat ne kadar ne kadar basit, ne kadar yavaşmış. 

Sonra ne kadar heyecanlı, ne kadar yoğun ve ne kadar olağandışı olmuş.

"Peki ya şimdi?" diye soruyor kendine.

Uzun zamandır olmadığı kadar huzurlu olduğunu ve hayatında duygusal iniş çıkışlar yaşamasına neden olan hiç bir şey olmadığını fark ediyor. Paniğe kapılıyor. 

Kendisinin bu hali, bu hayat temposu ona her şeyden daha yabancı.

Defteri alıyor, kendi küçüklüğüne sevgilerini yollayarak, çöpe atıyor. O sırada içinden iki şey düşüyor. Biri 13 Ocak 2002 tarihli Cem Yılmaz bileti. Diğeri gazete küpürü, Ayşe Arman'ın bir yazısı.

Şöyle bir göz atarken "Mutlu insanların gerçekten bir öyküsü yok mu?" cümlesi takılıyor gözüne.

"Oysa iki sene önce oooo neler anlatabilirdim. Karşımdaki insanın kafasını karıştırabilirdim. Ama şimdi lanet olsun, benim kafam karışık değil ki! Netim. Çok sinir bu! Sinir mi gerçekten? Yoksa huzurlu ve dümdüzzzz bir kadına mı dönüşüyorum ben?!" 

İnanamıyor. Sanki gökten önüne bir mesaj düşmüş gibi. Bu yazının yıllardır orada durmasına rağmen, tam bugün onu bulması yalnızca bir tesadüf mü? "Hayatın gerçekten bir akışı var ve ona uyum sağlayınca her şey puzzle parçası gibi birleşiyor belki de." diye düşünüyor.



O sırada, aklına onu son zamanlarda en çok heyecanlandıran adamın, yeni yılın ilk gününde attığı mail geliyor.  Tesadüflere inanan biri olmadığını, yıllarca aralarında yirmi metre mesafede günler geçirirken ve muhtemelen defalarca sırt sırta eğlenmiş olmalarına rağmen, o zaman değil, çok sonra çok sıra dışı biçimde tanışmalarının raslantısal değil, biraz alın yazısı olduğunu yazmıştı. Gözünün önüne onunla geçirdiği onlarca harika an geliyor. O anda onu her hücresiyle özlüyor. Eli telefona uzanırken, kendisini durduruyor. "Hayatın bir akışı var, demedin mi az önce! O akış şu an sizi aynı yöne sürüklemiyor. O akışa güvenmelisin." diyor kendi kendine. 

CocoRosie'nin huzurlu ve kışkırtıcı sesi "I'm wondering if I'll close my eyes and fall back in time." diye bütün evi doldururken, telefonu çalıyor.

21 Ocak 2016

İstanbul'dan notlar: OD46, Finn, Grandma, meg, Petra, Beer Hall, Efendi

Bu aralar zamanımın çoğunu İkitelli'de geçirdiğim, çok sevdiğim bir arkadaşımı daha o bölgeye transfer ettiğimiz için "Sex and the İkitelli" günlerini başlatmak için heyecanlandığım ve arta kalan zamanımın çoğunu da evde kitaplara ve arınmaya adayarak geçirdiğim doğrudur.

Ama usul usul gezmeye, seyahat planları yapmaya da devam ediyorum. Planlarım arasında sevgililer gününde kayak tatili, haftasonluk Antwerpen çıkartması, İzmir'de heyecanlı bir nikah faslı, Kars, New York, Yellowstone, Portekiz, İbiza gibi birbirinden alakasız, her biri beni ayrı ayrı çok heyecanlandıran istikametler var. 


Ama şimdilik bunların hiçbirinin konaklama, bilet, izin, finans organizasyonunu tamamadığımdan, bir süre daha daha İstanbul'da ve hava soğukluğu nedeniyle nispeten evcil günler geçirmeyi planlıyorum.

İstanbul'da son zamanlarda keşfettiklerim karşınızda:





OD46: Moda'da küçücük bir dükkan burası. İçeride dört tane masası, birkaç tane bar taburesi var. Krep ve kahve servis ediyorlar. Oturduğunuz yerden krebin hazırlanmasını izleyebiliyorsunuz. Ben özellikle camın önündeki bol yastıklı kanepeye bayıldım. Avokadolu ve mor lahanalı krep inanılmaz lezzetliydi, minicik ortam çok samimiydi. Saatlerce oturmanın önündeki tek engel, tuvaletinin olmaması.


Finn Karaköy: Karaköy'de açılan bütün mekanları hala takip edebilen, hızına yetişebilenlere selam olsun, ben ipin ucunu çoktandır kaçırdım. Bir de açılan her mekanın, korkunç bir hizmet sunsa bile, tıka basa dolu olmasına uyuz olmaya başladığım için, ilgimi de kaybettim bu bölgeye. Ama kokteyl, özellikle iyi kokteyl karşısında zaafım var. Bu yüzden Karaköy'de olmasına rağmen, herkesin şiddetle tavsiye ettiği Finn Karaköy'ün yolunu sonunda tuttum. Kokteyller lezzetli, ortam keyifli ve servis ekibi inanılmaz ilgiliydi. Keyifle kokteylleri yudumlayıp, harika sohbetler ederken, Karaköy önyargımı büyük ölçüde kırdım.


Grandma: Evime yakınlığı sebebiyle oldukça sevdiğim istikametlerden. İzmir'den gelen çıtırımla, inanılmaz keyifli ve dolu dolu bir muhabbetimize ev sahipliği yaptıktan sonra daha da sevmeye başladım. Açıkta, camekansız duran tatlıların ne kadar hijyenik olduğunu tartışabiliriz; ama kesinlikle iştah açıcı görünüyorlar. Yok ben tatlı istemem, sağlıklı takılıyorum diyenler için ev yapımı granola kocaman bir porsiyonda geliyor ve oldukça lezzetli.


Meg (meet.eat.go): Teşvikiye'nin yenilerinden meg, beni yemekleri ile biraz hayal kırıklığına uğratmış olsa da, mükemmel tatlı ekibi, çok güzel tasarım fincanlarında mis kokulu kahvesi ile oldukça keyifli bir ortam sunuyor. Abartı gürültümüze, yüksek kahkahalarımıza, kendi sesimizden kendimizin bile rahatsız olmasına rağmen, "Yine bekleriz." diyip kek ikram edecek kadar tatlılar. Rahat ve keyifli bir ortam isterseniz aklınızda bulunsun.



Petra Roasting Co: Ürdün'deki Petra'ya gitme planlarımın suya düştüğü günlerden birinde, sevgili Buket'in tavsiyesiyle kendimi kahveci Petra'da buldum. Hazır kar yağıyorken, ne yapın ne edin buraya yolunuzu düşürün. Kocaman ve camdan ön cephesi, karlı günler için muhteşem bir manzara sunuyor. İçeride ferah ferah alanda oturup, etrafı kurcalayarak, harika müzikler dinleyerek ve leziz kahve içerek kar manzarası izlemek için son zamanlarda deneyimlediğim en harika mekan. 


Beer Hall: Kapıdan içeri girerken bu kadar kocaman bir mekanla karşılaşacağımı hiç tahmin etmemiştim. Çapanın en son konsepti, bira bahçesi. Akaretlerde, içeri girdiğiniz anda, Alman ve Amerikan karışık bir konseptle karşılaşıyorsunuz. Uzun banklarda oturup bira içmek tam Alman usulü, fast-food track'ler Amerikan... Kızartmalara dikkat edin, kendinize çok yüklenmeyin, leziz biraların keyfini sürün. Fiyatlar da Akaretler ortalamasına kıyasla oldukça uygun.


Efendi: Buradan bahsetsem mi, bahsetmesem mi diye kararsız kaldığım için en sona düşmüş oldu. Ama keyif aldığım mekanlar sıralaması yapsam, kesinlikle en üstlerde kendisine bir yer bulurdu. Efendi, dışarıdan bakınca, sıkış sıkış herkesin ayakta durduğu, çok olağanüstü olmayan müzikler çalan kendi halinde bir mahalle barı gibi görünüyor. Harika olan şeylerden ilki müşteri kitlesi. Tuvalet sırasında beklerken bile, bir sürü kişiyle tanışıp, ayak üstü şakalaşıp, laflayabiliyorsunuz. Her seferinde de yalnızca bir içki içmek için gidip, çok olağandışı ve absürd geceler geçirdim. İlk gittiğimde alt katı keşfedememiştim, iki kişilik bir yatağın üstünde yayılarak, dans edenleri izlemek ve kokteyl yudumlamak gerçekten inanılmaz keyifli. Her haftasonuma o yatağın üzerinde, "Bu akşam beni nasıl bir macera bekliyor acaba?" diye heyecanlanarak başlayabilirim.

Keyifle keşfederek kalın!

17 Ocak 2016

İki deli bir araya gelmemeliydik, belki de bu kadar sevmemeliydik!*

Penceremin önündeki yepyeni çalışma ve yazma alanımda oturuyorum. Burası yıllardır, bir türlü ayıklamaya ve temizlemeye fırsat bulamadığım, gittikçe sayıları artan ve üst üste konulmuş dergi ile kağıtların işgali altındaydı.

Şimdi bu masamın üzerinde yalnızca bilgisayarım, kahve fincanım ve biraz kırtasiye malzemesi var. Oldukça keyifli bir çalışma alanına dönüştü. Yıllardır, genellikle mutfaktaki barımın üstüne tüneyip iki büklüm yazıyordum blog yazılarımı, dilekçelerimi, maillerimi…

Ama bir türlü bir şeyler yazmaya başlayamıyorum; çünkü durup durup evimi izliyorum. Ne kadar düzenli ve temiz olduğuna, nasıl ferah ve keyifli bir hale geldiğine, ne kadar geniş göründüğüne inanamıyorum.

Geçtiğimiz iki yılı, ne zaman biteceği meçhul çalışma saatleri ile, tatil günlerinde bile gelen mailleri cevaplama mecburiyeti içinde, asla sonu gelmeyen bir yapılması gerekenler listesi peşinde ve çok sıkı deadlineların baskısı altında, bir de hiç bir şeyi kaçırmama ve hayatın içine sığdırabileceğim kadar çok şey sığdırma tutkumla sürekli oradan oraya koştururken geçirmiştim. Bundan pişman değilim; çünkü bu yıllar gerçekten aynı zamanda, “Bunları gerçekten yaşıyor muyum?” diye şüpheye düşebileceğim güzellikte anlarla doluydu.

Diğer yandan yıllardır hiç durmamış, kendime “Ben bunların hepsini gerçekten yapmak istiyor muyum?” diye sormamıştım. Evim çöp eve dönüşürken, uyuma ve uyanma saatlerim birbirine karışmış, beslenme düzenim yok olmuştu. Aklım, zihnim karışmış, her şey birbirine girmişti. Sadece koşmuş ve ne teklif edilirse tamam diyip peşinden gitmiştim. Ve bu sırada kendimi acımasız sayılabilecek bir temponun içinde gereğinden fazlasıyla yormuştum. 

Yılın son günde, yıllardır çalıştığım ofisimle iş ilişkim sona ermişken ve yeni işimde iş başı yapmama birkaç gün varken, minik bir çanta ile ailemin yanına İzmir’e uçmaya karar vermiştim. “Yeni”lere hazır olabilmek için bir molaya ihtiyacım vardı. Durup soluklanmam gerekiyordu, şarj olmam… 

Kar yağışı nedeniyle 11:00’deki uçuşum, saat 18:00’e kadar yarımşar saatlik gecikmeler açıklarken, gidip gidemeyeceğim bile meçhul biçimde, havalimanında saatler geçirdikten sonra, sonunda İzmir’e ayak bastığımda, annemle babama “Benim hiç bir yere gidecek halim kalmadı, nolur biriniz beni havalimanından alsın.” diye mesaj atacak kadar bitmiş haldeydim.


Sonraki üç gün boyunca uyudum, sahilde yürüyüşler yaptım, saatlerce kitap okudum, terasta denizi, gök yüzünü ve ufku izleyerek kahve içtim, annem ve babamla vakit geçirdim. Annemle yan yana yataklarda yatmış, bol bol yemek tarifi içeren kitaplar okurken ve sürekli canımız bir şeyler çekerken, kendimizi sürekli mutfağa inip bir şeyler pişirirken bulduk. Çok güldüm, çok iyi geldi.







Sonra İstanbul’a döndüm. Yeni yılın ilk iş gününde, yeni işimde iş başı yaptım. Böylece yeni yıl, benim açımdan gerçekten “yeni” oldu. Çünkü değişen sadece iş yerim değildi. Artık avukatlık yapmıyordum, finans departmanının içinde bir dönüşüm sürecinin koordine edilmesinden ve üst yönetime raporlanmasından sorumlu ekibe katılmıştım. “Yeni”likler, bununla da sınırlı kalmıyordu, hayat düzenimde köklü bir değişikliği de beraberinde getiriyordu.

Üç yıla yakın süredir saat 8:00’de evden çıkıp taksiye binip ofisime gidiyordum. Hatta seyahatler ve duruşmaların sıklığı nedeniyle uyanma saatim sürekli olarak değişiyordu. Ofisten kaçta çıkacağım işin yoğunluğuna bağlıydı ve çoğu zaman eve de beraberimde iş taşıyordum. Ama iş yerim şehrin göbeğinde olduğu için, boşluklarda bütün işlerimi halledebiliyor, ofisten çıktıktan beş saniye sonra O’nunla buluşabiliyor, geceleri O’nda kalabiliyordum.

Artık sabah 7:15’te beni alan bir servisim olduğu için, uyanma saatimin 6:30 olarak sabitlendi ve her gece evimde kalmam şart. Bu da daha evcil bir insan olmamı beraberinde getiriyor. O beni arayıp “Hadi bu akşam bana gel.” dediğinde, fark ettik ki, hayatımızın o sayfası kapanmıştı. Artık “karşı plazada çalışan kız” değildim.

Diğer yandan bir servis ile işe gidip gelmek muazzam bir konfor. Topuklu ayakkabı giyebiliyor, kapıdan alınıp kapıya bırakılıyor, hiç bir yere yürümem, koşturmam, metroda sıkışmam gerekmiyor. 

Hepsinden çok beni büyüleyen bir şey de şu, eski işyerimdeyken evden çıktığım saniyede para harcamaya başlıyordum. Taksiye biniyor, ofise gitmeden önce bir kahve alıyor ve daha masa başına oturup çalışmaya başlamadan, başka bir deyişle daha para kazanmadan harcamış oluyordum. Aynı şekilde işten çıktığımda, trafik sıkışık olduğu için metroyla eve dönerken, eve yürüme yolumun üstünde Nişantaşı’nda mağazalara giriyor, bir şeyler alıp, elim poşetlerle dolu eve giriyordum. Şimdi sabah servisle alınıp servisle bırakıldığımdan ve öğle yemeğini iş yerinde yediğimden, akşam 19:00’a kadar kelimenin tam manasıyla 0 TL harcıyorum. Bütün kredi kartı borçlarımı ödedim ve kredi kartı kullanmaya başladığımdan itibaren ilk defa hiç bir kredi kartı borcum yok. Bu sene, geçen seneki kadar çok tatile çıkamayacak olsam da, bu şekilde, bir kaç sıradışı tatilin bütçesini kolaylıkla sağlayabileceğimi umuyorum.



Bütün bunların sonucunda, “ev” yalnızca duş al -giyin - çık’tan bir anda, çok daha önemli bir alan haline geldi. Evde zaman geçirmeye başladım. Böylece, her akşam, yıllardır salonumu işgal eden kağıt yığınlarının başına oturdum, ayıkladım, attım, arşivledim. Bu sırada aklımda her şey de gerçekten yerli yerine oturmaya başladı. Çünkü bir yerleri düzenlemekle uğraşırken, insanın hayatı hakkında da düşünmeye bol bol zamanı oluyor.

Ardından annemin bir organizasyon kıyağı ile üç kişilik bir “temizlik operasyonu” hayata geçti ve üç kişi Adana’dan gelerek, üç gün boyunca evimdeki her bir milimetreyi temizledi. Hepsinin emeğine sağlık, sonuç şaşkınlık verecek kadar harika oldu. Bu sırada ben de boş durmadım, Marie Kondo’nun katlama tavsiyesini uyguladım. Ve bir çekmeceye ne kadar çok şey sığabileceğini şaşkınlıkla deneyimledim.


Yalnızca cumartesi akşamı “temizlik operasyonu”na bir mola verdik. Galataperform’da İz oyununu izledik. Genel ortalamaya kıyasla oldukça sık tiyatroya giden biri olarak, söyleyebilirim ki, İstanbul’da izlediğim en iyi tiyatro oyunuydu. Eş zamanlı olarak, bir evde farklı dönemlerde yaşamış kişilerin hikayesi anlatılıyor. 1950’lerde iki Rum kızkardeş, 1980’lerde aranan bir solcu ve onun Karadenizli ev sahibi, 2000’lerde İstanbul’un kralı olmak isteyen Doğu’dan göç etmiş bir Kürt genç ile ona aşık bir travesti… Senaryo çok iyi, oyuncuların performansları muazzam, Türkiye tarihine bir bakış sunması etkileyici. Gerçekten izleyenlerin hepsi oyunun sonunda dolu gözleriyle, elleri kızaranana kadar alkışladı. Ne yapın, ne edin bu oyunu sakın kaçırmayın.



Hayatımdaki “yeni”liklerin çokluğu karşısında, adaptasyon çabam içinde pek yazamadım. Ama artık tertemiz evimde harika bir yazı köşem var.  Hem yeni işimin gerektirdiği düzen, hem de “hızlı değil hazlı hayat” felsefemle bundan sonra her pazartesi ve perşembe birer yazı yazacağım. 

Keyifle ve mushaboom8 ile kalın!



Dip Not: Başlıktaki Serdar Ortaç şarkısına bu aralar fena sardığım doğrudur. :))) Tam dile dolanan klasik bir Serdar şarkısı olmasının dışında, "İki deli bir araya gelmemeliydik. Belki de bu kadar sevmemeliydik. İyi kötü atıyordu, kalp işi biliyordu, dinlemeliydik." fena halde bu aralar ben! :))








04 Ocak 2016

Aslında belki de yaptığım her seyahat ile kendime daha çok yaklaşıyorum.

Kendimizi ne çok ön yargı, kalıp ve kuralın içine sıkıştırıyoruz.

Aslında özgürüz, aslında canımız ne isterse yapabiliriz; ama ayıp mı olur, yeri değil, zamanı değil benzeri pek çok kalıp yüzünden kendi kendimize sınırlar çizip duruyoruz. Aslında belki de bizi engelleyen tek şey kendimiz.

Bütün toplum kurallarına yıllarca ayak direyip, hatalar yapa yapa kendi doğrularımı bulma konusundaki inadımla ailemi ve beni sevenleri sık sık endişelendiren bir yapıda olmama rağmen, sorgulamayı bırakıp, kendimi hayatın olağan akışına bıraktığımda, istemsizce bu ön yargı ve kalıplara sıkışıveriyorum. Sonradan farkına varıp şaşırıyorum.

Bir sabah, güneşin doğmasına saatler varken Kahramanmaraş uçağına biniyor ve en ön sırada cam kenarındaki koltuğuma oturuyorum. Yanıma oturan adamın benimle sürekli sohbet etme çabasına girmesine uyuz oluyorum. Çünkü ön yargılar ve kalıplar içindeyim. "Ya uyuyakalıp uçağı kaçırırsam" endişem yüzünden geceyi uyumadan geçirip, yatağa uğramadan havalimanına geldiğimden, uyumam gerektiğini düşünüyorum.

Ama aslında uykum filan yok o sırada. Yanımda oturan harika giyinmiş, yakışıklı ve genç bir adam olsa, muhtemelen kocaman bir gülümsememle tatlı tatlı, sohbet etme çabasına yanıt verirdim. Bunu fark ettiğim anda kendimden utanıyor, hostesten bir kahve rica ediyor ve yanımda oturan amcaya hikayesini anlatması için bir şans veriyorum.

Kahramanmaraş'ta doğmuş bu atmış yaşındaki amca, şu anda fıstık gibi üçüncü eşiyle İsviçre'de yaşıyormuş. Karısından gerçekten gözleri parlayarak ve aşkla söz ediyor. "Gençlerin kaçırdığı şey bu; bir kadına ne kadar sevgi ve zaman verirsen, o kadar mutlu bir adam olursun." diyor. Uçak yolculuğumuz bittiğinde, ondan pek çok keyifli anısını dinlemiş ve Anadolu ozanları hakkında bir sürü şey öğrenmiş oluyorum. Nasıl kullanılacağı hakkında hiçbir fikri olmayan, oğlunun hediyesi cep telefonunu uçuş moodundan çıkarmasına yardımcı oluyorum. Sanki dünyanın en zor işlerinden birini başarmışım gibi onlarca kez teşekkür ediyor. "Ne güzelsin, ne güleçsin yeğenim, Allah yolunu açık, hayatını sevgiyle dolu etsin." diyor vedalaşırken. Teşekkür edip gülümserken, içten içe "Ah be amca, bir bilsen, son dakika durumun farkına varmasam, oldukça ukala ve kaltak davranacaktım sana, özür dilerim." diyorum.

Adliyedeki işlerim bittikten sonra, kendimi şehrin sokaklarına vurduğumda uzaylı gibiyim. Etek yok üstümde, hırkam ve montum dizime kadar uzun; ama şehrin sokaklarındaki tek sarı saçlı kadın benim. Yanımdan yürüyen her bir kişinin beni baştan aşağı süzmesi eşliğinde, kendimi Tarihi Kapalıçarşı'ya atıyorum. Bir önceki gelişimde aldığım ve bayılarak kullandığım çarık terliklerden bulma umuduyla... Mevcut modelleri beğenmiyorum, ustanın bir çayını içip müsade istiyorum.

Çarşının o kapısı doğrudan Yaşar Pastanesi'ne açılıyor. Kahvaltı için su böreği uygun kaçar diye tam su böreği ve çay siparişi verecekken fark ediyorum ki, aslında canım dondurma istiyor. "Aç karnına? Kışın ortasında? Kahvaltı olarak?" diye söylenen iç sesimi bastırıyor. Canım kahvaltıda ne isterse yiyebilirim.



Tam ben keyifle dondurmamı mideye indirirken O'ndan mesaj geliyor. Yazılı olmayan kadın kurallarına göre asla yapmamam bir şeyi yapmıştım bir önceki gece. Bütün samimiyetimle ve hiç bir laf kıvırma olmaksızın, aslında beni bu güne kadar hiç bilmediğim kadar güzel, kısılayıcı, bencil, kıskanç hisleri olmayan bir kadın yaptığını, hayatımda ilk defa bir adamı bir kalıba sokmaya ve değiştirmeye çalışmadan, olduğu gibi hayatımda istediğimi anlatan bir mail yazmıştım. "Erkekler hemen şımarır, aman götünü kaldırma." gibi kalıplara aldırmaksızın, içimden geldiği gibi... O daha yeni uyanmış, maili okumuş, çok güzel bir mesaj atıyor bana. 

(Mesajlarını burada aynen kullanmama kızıyor. "Seni blogosferin Romeosu yapacağım, ama izin vermiyorsun." diye takılıyorum, dinletemiyorum, "bazı şeyler mahrem olmalı"ymış. O yüzden yalnızca güzel bir mesaj diyip geçiyor, gerisini hayal gücünüze bırakıyorum. )

Sonra Kahramanmaraş'a özgü bir yemek olan, "eli böğründe" veya "yan yana" olarak bilinen et yemeğini tatmak için tavsiye edilen bir restorana gidiyorum. Kıraathane gibi bir yer, oldukça salaş ve içerisi tıka basa erkek dolu. Tam içeri girmekten vazgeçecekken, "Hayır Sezen, unuttun mu, az önce diyordun. Burada bu yemeği yemek istiyorsun." diye kendi kendimi gaza getiriyorum. Garson bana bir süre servis yapmayı reddediyor, kitabımı açıp sayfalarca okuyorum. Ve sonunda inanılmaz güzel kokan bir güveç geliyor önüme.



O anda fark ediyorum, aslında canımız ne isterse yapabiliriz, çünkü hepimiz özgürüz. Kahvaltıda dondurma yiyebilir, duygularımızı istediğimiz gibi ifade edebilir, erkeklere özgü bir mekanda sapsarı röfleli saçlarımızla garip bakışlara aldırmaksızın leziz yemekler yiyebiliriz. Bunlar çok küçücük ve önemsiz detaylar gibi görünse de, aslında bu küçük şeyler insana mutluluk veriyor.

Kahramanmaraş'tan bu güzel hislerle ayrılıyorum. Bir de tadı damağımda kalan "yanyana" ile...

Dönüş yolunda okuduğum Opposable Minds adlı kitapta Roger Martin, zihnimizde aynı anda zıt kavramlara yer verebilmenin öneminden bahsediyor. Bu beceriyi yalnızca seyahat ederek veya başka yerlerde yaşayarak edinebiliyormuşuz. Sebebi de, bir şeyi yapmanın birden fazla yolu olduğunu ve tek geçerli yöntemin bizim alıştığımız olmadığını ancak bu şekilde tam olarak anlayabilmemizmiş.

Bunun doğruluğunu tartışabiliriz; ama ben her seyahatimde gerçekten kendime dair bir şey keşfederek dönüyorum İstanbul'a. Aslında belki de yaptığım her seyahat ile kendime daha çok yaklaşıyorum.

Çok çirkin bir havada, uykusuzca yaptığım Kahramanmaraş'ta aslında özgür olduğumu, küçücük tercihlerde bile "uygun gördüğüm" değil "canımın istediği" kriterini esas aldığımda ne kadar mutlu olabildiğimi fark ediyorum.

Bir düşünsenize kaç kere, ertesi gün işiniz olmamasına ve uykunuz gelmemesine rağmen, "Çok geç oldu artık uyuyayım." diye yatağa girdiniz? Kaç kere aslında hiç acıkmamış olmanıza rağmen yemek saati geldi diye aslında çok zevk almadan bir şeyler yediniz? Kaç kere profesyonel davranmanız gereken bir ortamda bulunmamanıza rağmen, dilinizin ucuna gelenleri yutup içinize attınız? Kaç kere canınız hiç bir istikamete gitmeksizin sokaklarda yağmurun altında yürümek istedi de, ıslanmamak ve saçınızı bozmamak için vazgeçtiniz? Kaç kere mutluluktan dans etmek isterken, "Ne oluyor bana?" diye kendinizi durdurdunuz?

Bu liste uzayıp gider, herkese göre farklılık gösterebilir; ama bir deneyin, bu ufacık ve önemsiz görünen şeyleri yaptığınızda çok daha mutlu hissedeceksiniz kendinizi. Daha hafif, daha neşeli.

Dip Not: 2016'nın çok güzel bir sene olacağına inanıyorum; o yüzden bu yıla geçiştirme olmayan, Kahramanmaraş'ta nerede ne yedim'den daha derin bir yazıyla başlamak istedim. Ama illa ki Kahramanmaraş için tavsiye isterseniz şu yazıya göz atabilirsiniz. O leziz güveci yediğim yerin adı da YanYanacı Mustafa & Ferit

Canınızın istediğini yaparak, özgür kalın!


Pinterest'im

Instagram'ım