29 Mart 2016

Yaz bitmeden gel. Yapraklarım solmadan, narlar olmadan gel...

Ben radyo kanalları arasında ruh halimize uygun bir şarkı arayışındayken, "Yoldan boyoz alalım mı, yoksa Alaçatı'ya kadar dayanır mısın?" diye soruyor direksiyondaki annem.

En önemli soruların, "Kaçta yola çıksak?", "Nerede kahvaltı etsek?", "Acaba rezervasyon yaptırmamız gerekir mi?" gibi şeyler olduğu günleri ne kadar çok sevdiğimi düşünüyorum o sırada. 

Bir önceki gün denize karşı güneşlene güneşlene haftalık raporlarımı hazırlarken ve home office çalışma konseptinde keyfin dibine vururken, bol bol boyoz yemiş olduğum için, tercihimi Alaçatı'ya kadar dayanmaktan yana kullanıyorum.


Hem henüz sezon başlamadığı için, hem de biz oldukça erkenci olduğumuz için Alaçatı'ya vardığımızda sokaklar bomboş. 



Kumrucu Hikmet'e oturup, birer kumru söylüyoruz. Sucuk parçalarını havada kapan kedileri sevip, tost makinesinde bastırılmamış, eski usul ütüyle hazırlanmış leziz kumrularımızı yedikten sonra, sokakların boş olmasının tadını çıkartıp sokaklarda geziniyoruz. 







Sabah kahvemizi içmek için, Sailors Otel'in altındaki Orta Kahve'nin güverteye benzettiğim yüksek terasına oturuyoruz. Annemle konuşacak konularımız her zamanki gibi hiç bitmiyor; ortak tanıdıklarımızı çekiştiriyoruz, yakında çıkacağımız Bozeman - New York seyahatinin detaylarını konuşuyoruz, görüşmediğimiz sürede hayatımızda olup bitenleri özetliyoruz...

Kahvelerimiz bitince, Alaçatı pazarına gidiyoruz. Bol bol enginar ve ot aldıktan sonra, midye dolma arabasının başına geçiyoruz, "Aç abi sen bize" diyoruz. Hayatımın en keyifli midye dolmalarını, Karaburun'da geçirdiğim ve dalmayı öğrendiğim bayram tatilinde yemiştim. Bütün gün denizin altında gezinerek, yorulup, acıkıp ve üşüdükten sonra, güneşin altında yatıp, buz gibi bira ve yanında sayısız midye yemek nasıl güzel bir keyifti. O günden sonra ne zaman midye dolma yesem, gözümün önüne denizin dibi geliyor. 


Midye dolmalardan sonra, bir bira içmek için mavi beyaz konseptli avlusunu çok beğendiğimiz Tuval Restoran'a oturuyoruz. Bir bira elbette ki birkaç bira oluyor.




Kalktığımızda kendimizi aç hissetmiyoruz; ama İmren Pastanesi'nin sokaktaki masalarının şıklığına karşı koyamıyoruz.  Bir tatlıyı bölüşerek, kahvelerimizi içiyoruz. 


O sırada, günün en önemli kararını vermemiz gerekiyor: Akşama kadar oyalanıp, Alaçatı'da bir balık yiyelim mi, yoksa Teos'a geri mi dönelim. Nasıl olsa, Alaçatı Ot Festivali için çok yakında geleceğiz Alaçatı'ya yine, diyoruz ve dönüş yoluna geçiyoruz. 


Şarkılar söyleye söyleye Teos'a dönüyor, Teos Marina'da bir balıkçıda oturup ilişkiler hakkında konuşarak rakı kadehlerimizi tokuşturuyoruz.


Ertesi sabah, ilk istikametimiz daha önce şurada ve şurada bahsettiğim ve o civarlardaysak her pazar mutlaka gittiğimiz, artık pazarcıları ile arkadaş olduğumuz Bademler Köyü. Pazarın ortasındaki gözlemeci, şimdiye kadar yediğim en lezzetli gözlemeleri yapıyor. Hemen gözlemecinin yanındaki tezgahtaki Hakan Abi de çok matrak bir adam. O yüzden Bademler Köyü'nde Hakan Abi ile şakalaşa şakalaşa, zeytinyağlı gözleme ve çay ile kahvaltı yapmak her zaman çok keyifli oluyor. 


Bu sefer biraz geç kaldığımız için gözlemecide oturacak masa yok, izin isteyerek bir çiftin masasına dahil oluyoruz. "Şevketibostan'ı siz nasıl pişiriyorsunuz?" ile başlayan sohbetimizin devamında, İstanbul'da bayıldığım otellerden birinin sahibi ile tanışıyoruz, onun çok yakında eski Çeşme yolunda bir sağlıklı yaşam merkezi açacağının havadislerini alıyoruz, kendisi bana "Senin miladın yetmez evladım eski Çeşme yolunu bilmeye." diye takılırken, konu yogaya geliyor ve böylelikle kendimi az sonra Bademler Köyü'ndeki bir yoga-resim atölyesinde buluyorum. Eski bir taş ev, üst katında yoga dersleri veriliyor, alt katında resim atölyeleri yapılıyor ve minicik avlusu da cafe olarak hizmet veriyor. Hem Cafe Atölyemiz'in olduğu taş binanın orijinal yapısı korunarak renove edilmiş olmasına, hem de minicik bir köyde bu konseptte bir mekan olmasına bayılıyorum.


Öğleden sonra istikametimiz Urla'nın Özbek Köyü'ündeki Özbek Akın'ın Yeri. Olağanüstü lezzetli mezeleri var. Havalimanına gitmeden önce son durağımız olmasına bayıldığımız bir adres. Bu sefer tercihimizi, sarımsaklı yoğurlu şevketibostan, hardallı ekşili kabak, Girit ezme ve Yunan ezmeden yana kullanıyoruz. Hepsi gerçekten çok lezzetli. Her gittiğimizde tekrar aşık olduğumuz karışık güveç zaten olmazsa olmaz. 



Havalimanında annemle yollarımız bir sonraki seyahatimize kadar ayrılıyor. Annem, "Ben gidiyorum." dedikçe, beş dakika daha bekle nolur, diyorum. Kitabımın son sayfalarını okuyorum, ne olacağını delicesine merak ettiğim gibi, kitabı bitirip anneme vermek istiyorum. 

Napoli Romanları'nın ilk cildi: Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım. Aynı mahallede büyüyen Lenu ile Lila'nın arkadaşlığını anlatan bu roman bittiğinde, bu iki kızı çok yakın arkadaşınızmışçasına tanıyor gibi oluyorsunuz.Yazarının gerçek kimliği bilinmiyor, takma bir isimle yazıyor kitaplarını; ama bence kendisi yeni bir Marquez. Romandaki karakterlerin hepsi çok renkli, kendine özgü. Anlatım dili harika, detaylar muhteşem. 


Kitabı bitiyorum, anneme veriyorum. Birkaç gün sonra bana "Bayıldım. Hemen ikincisini de al bunun. Duyguları bu kadar samimi anlatabilir." diyor. Bunları diyeceğini, daha o gün havalimanında vedalaşırken, kitabı ona verdiğimde zaten biliyorum.

Uçağa biniyorum, İzmir aşağıda gittikçe küçülürken, el çantam İmren Pastanesi'nin sakızlı kurabiyeleri ve midye dolma ile dolu. Skylife yepyeni seyahat istikametlerini aklıma sokarken mırıldandığım şarkı:  "Buram buram yaseminler tüterken alev alev tutuş benimle hadi. Yaşarız bu tende bu heves oldukça yarim. Coşarız ayın şavkı aşka vurdukça yarim."


Keyifle ve aşkla kalın!


23 Mart 2016

Özel bir şey yapmamıştık, yine de özeldi her şey. İkimiz de birbirimizi istiyorduk.

"Ve kendi kendime hep aynı soruyu soruyorum: Ya o gece evde otursaydım? Ya beklenmedik bir iş nedeniyle kent dışına çıksaydım? Ama bir defa başlayınca, "ya şöyle olsaydı" oyununun sonu gelmez. Rastlantı sonucu tanıştığımızı bilmek keyif vereceğine batıl inançlara sürüklüyor. Kendimi bir felaketten sağ kurtulmuş gibi hissediyorum: Eğer seni tanımamış olsaydım hayatımın dönüşebileceği felaketten.

Birbiri için yaratılmış iki insanın karşılaşması o kadar güç ki! Dünya yanlış kişiye aşık olan, yalnız kalan, acı çeken, buruk gözyaşı döken mutsuz insanlarla dolu. İkimiz de çok şanslıyız. Çok küçük bir ayrıntı olayların değişmesine yetebilirdi."


Yeni yılın başlamasıyla birlikte, hayatımda bir anda çok fazla şey birden değişmişti: iş yerim, yaptığım iş, gündelik rutinlerim, günümün büyük bir kısmını geçirdiğim semt, sabahları uyanmam gereken saat, bana heyecan veren bir adamın hayatımdan çıkması, yıllık iznim olmadığı için long-weekend kaçamaklarımın yokluğu...

Hayatımdan fazla mesai kavramının çıkmasıyla birlikte, öncelikle hiç alışkın olmadığım bir boşluğun içine düşmüş ve hatta "Yoksa huzurlu ve dümdüz bir kadına mı dönüşüyorum ben?!" paniklerine kapılmıştım.

Zaman içinde, ben özel bir çaba harcamadan, taşların arasındaki boşluklara kum tanecikleri serpiştirilmesine benzer biçimde, bütün parçalar kendi yerini buldu, bütün boşluklar doldu. Şimdi çalıştığım iş yerinde yıllardır çalışıyormuş gibi hissediyorum, daha önce yapmaya fırsat bulamadığım pek çok şeyle ilgilenmeye başladım ve hatta ajandam eskisinden bile dolu bir hale geldi.

Ve bu aralar gündemimde fena halde yer kaplayan bir şey var: Aşk!

Hep kendini doğru ifade etmenin ve aynı kültürden gelmenin önemini savunan biri olarak, ana dilinin farklı olduğu birisiyle olmanın, her ana büyük kahkaha katan bir şey olabildiğini deneyimleyerek bütün tükürdüklerimi yalamam bir yana (nah çekmek bütün krizleri çözebilen bir anahtara dönüşebilirken, bir türlü onun öğretmeye çalıştığı kusursuzlukta "can't" diyememenin ayrı bir kriz yaratması veya "I won't habibi", "Şükran canikom." gibi çeşitli dilleri kapsayan diyalogların surata yaydığı gülümsemeler gibi onlarca örnek sıralayabilirim.), bir de her hafta 3 saat tantra dersi alıyorum.

Bugün akşamki tantra dersinde çok enteresan bir aydınlanma yaşadım. Hayatıma bu güne kadar girmiş bütün adamların bende bayıldığı ve bende nefret ettiği şeyin kaynağının aslında aynı olduğunu fark ettim. Şöyle ki,

Hayatıma geçmişte giren adamlarla paylaştığımız anlar, birlikte yaptığımız şeyler ne kadar farklı olursa olsun, hepsinin bende bayıldığı ve aradan zaman geçtikten sonra açık sözlülükle özlediklerini dile getirdikleri şey hep "enerjim" oldu. Bunu kimisi sesimdeki tınıda, kimisi gözümdeki pırıltıda, kimisi hiç bir zaman canımın sıkılmamasında, kimisi yürüyüşümdeki canlılıkta buldu; ama hep bunu "enerji" olarak dile getirdiler.

Bu tantra'da "ojas" olarak anılıyormuş. Cinsel enerjiyi de kapsayan bir yaşam enerjisi anlamına geliyor. Ojas'ı yüksek olan insanların, duyguları çok yoğun ve haliyle duygusal iniş çıkışları da çok yüksek oluyormuş. Ve hepsi benim "enerji"me bayılırken, ani sinirlenmelerimden, bir anda çekip gitme arzusuna kapılmalarımdan, ruh halimin inanılmaz hızlı biçimde yükselip alçalmasından hep rahatsız oldular. Ne kadar ironiktir ki, bu bende bayıldıkları ve uyuz oldukları şeyin sebebinin aslında tek bir şey olduğunu gösteriyor. Bayıldıkları şeye uyuz oldular, onları rahatsız eden şeye bayıldılar başka bir deyişle.

Bu gün bunu fark ettiğimde hayatıma bu güne kadar girmiş bütün adamlara mektup yazma arzusuna kapıldım. Sonra bu geçmişe dair şakalaşma arzumun yerin, geleceğe dair bir heyecan aldı: Belki de tantra bana bunu kontrol etmeyi ve dönüştürmeyi öğretecekti. Belki de ben, bir cuma akşamı oturmuş smoothie içerken yapılan sıradan bir sohbetin sebep olduğu zincirler sonucunda kendimi en ihtiyacım olan yerde bulmuştum.


Hayatta "tesadüf" diye bir şey olmadığına bir kere daha inancım arttı. Her şey olması gerektiği için oluyor belki de... Göremediğimiz güzellikte bir bütünlük söz konusu...

Yazının başındaki alıntı da Ferzan Özpetek'in "Sen Benim Hayatımsın" adlı romanından.

Ferzan Özpetek'in filmlerini izlemeyi sevenlerdenseniz, bu romanı şiddetle tavsiye ediyorum. Roma'daki hayatını anlatıyor, muhteşem ve upuzun bir aşk mektubu şeklinde. Okurken, hem bugüne kadar izlediğiniz filmlerdeki bazı karakterlere, gerçek hayatında kimlerin ilham olduğunu çözüyorsunuz, hem de henüz hiçbir filmine konu olmamış çok renkli karakterlerle dolu biçimdeki Roma hayatının içine sızıyorsunuz. Ve sevgilisine duyduğu aşk, hepimizin hayalini kurduğu aşk.

Kitaptan en sevdiğim cümleler her zamanki gibi burada:

Gözlerimi senden hiç ayırmadan, kararlı bir şekilde yanına gelmiş, öpmüştüm seni. Ansızın. Sanki o öpücükten önce söyleyeceğimiz her şeyi birbirimize söylemişiz gibi. O günden sonra hiç sarhoş olmadım. Buna ihtiyacım yok. Kim olduğumu biliyorum.

Kimi sevdiğimizin ne önemi var? Ben sevdim, bu da yeter. Siz seviyorsunuz, bu bizi eşit kılıyor. Aşkta birleşmişiz. Öptük, okşadık, sarıldık, avuttuk, sevdiğimizin bir 'evet'ini çılgınca bir mutlulukla bekledik. Çünkü paylaşılan aşk bizi daha iyi yapan güçtür. Solduğu zaman da, bizi bıraktığı zaman da, yokluğuyla yakan bir anı olduğu zaman da... Biz aşkla yaşarız.

Dış güzellik, basit bir kılıftan başka bir şey değildir; insanı dayanılmaz yapan enerjisi, bakışındaki büyü, gülümsemesindeki şakacılık, sıradan bir günü serüvene dönüştüren tılsımıdır.

Bütün bunlar cep telefonunun keşfinden önce oluyordu, yoksa bildik mesaj ve telefon görüşmeleri birbirini izler ve her şey rahatça çözülebilirdi. O zamanlar yapılan her eylem kesin sonuçlar doğururdu. Aşkta yer çekimi yasalarına meydan okuyarak akrobasi yapanların hareketlerini hafifletecek hiçbir ağ yoktu.

Seninle her gün yeniden doğuyorum: Bilinmeyen gezegenlere doğru yola çıkıyor, daha önce kimsenin girmediği patikalarda yürüyorum ve yolumu hiç kaybetmiyorum. Bana yeniden bir yol gösterecek olursan, gözüm kapalı gelirim peşinden; çünkü sen benim güneyim, kuzeyim, yönümü belirleyen pusulamsın.

Gerçek, çılgınlık olmadan aşkın olamayacağıdır.

(Sen Benim Hayatımsın, Can Yayınları, 237 sayfa)

Aşkla kalın!

19 Mart 2016

Eğlenmeye bak! Sonuçta hayatta önemli olan budur*

Bir cumartesi gecesi için her yer çok sessiz ve çok sakin.

Oldukça işlek bir sokağın üstündeki evimde, sokağa bakan camım açık olmasına rağmen, duyduğum tek sesin evde çalışan çamaşır makinesinden gelmesi sıra dışı. Çünkü normalde hangi gün ve hangi saat olursa olsun o camdan içeri korna sesleri, araba sesleri, kahkahalar, bağırışmalar süzülür. Geçen araba sayısı bile inanılmaz şekilde az.


Okuduğum roman sayesinde son bir kaç saattir zihnen, İstanbul'dan oldukça uzaklaşmış, Roma'nın sokaklarında dolanıyordum. Ta ki, kitabın son sayfalarında gözlerimi dolduran bir sürprizle karşılaşıncaya kadar...

Yıkıldım, dağıldım, okumaya devam edemedim. Hemen yataktan fırlayıp, dolu gözlerim ve titreyen sesimle, kitabı benden daha önce okumuş olan annemin karşısına dikildim: "Bu kitabın ne kadarı otobiyografi, ne kadarı kurgu? Ferzan Özpetek şu anda bunları mı yaşıyor?" diye sordum. En son ne zaman film çektiği ve ne zamandır ortalıkta olmadığından yola çıkarak akıl yürüttük. Gerçek olma ihtimali oldukça ağır basıyordu; ama kabul etmek istemiyordum. Bu yüzden bilgisayarımı açtım ve Ferzan Özpetek hakkındaki güncel haberleri taramaya başladım.

Sonra annem yattı. Ben de birkaç röportaj okuduktan sonra rahatladım. Bilgisayarımı kapattım, kitabın geri kalanını okumak için salondaki koltuğa uzandım. İşte o sırada sessizliği tam anlamıyla fark ettim. Evimi yadırgadım. Kendimi başka bir yerde gibi hissettim.

Bir anda Diyarbakır'a en son seyahatim geldi aklıma. Geçen sene eylül ayının başlarıydı, o güzelim Suriçi bölgesi henüz çatışmaların bedelini tarihini kaybederek ödememişti. İş için gitmem gerekiyordu ve bir önceki gün bomba patlamış ve sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş olduğu için herkes benim aklımı kaybettiğimi düşünüyordu. Çünkü biz "güvenli bölge" (!)'deydik, çünkü o zaman kalkıp Diyarbakır'a gitmek delilikti(!). Sanki orası bizim ülkemizin bir parçası değilmiş, orada yaşayanlar bizim ülkemizin insanı değilmiş gibi bir soyutlanma yaşanıyordu İstanbul'da. 



O zaman aynen şöyle yazmıştım: "İstiyorum ki, orada öylece uzakta otururken, yorum yapmak, taraf tutmak yerine, herkes kalkıp gelsin buralara, vakit geçirsin bu bölgelerde, burada yaşayanlarla konuşsun, ezberlerini bozsun. Biz hareket etmedikçe, gitmedikçe, görmedikçe, yaşamadıkça, yalnızca gazetelerden aktarılanları okudukça, bu ülkede empati kurmanın, anlamanın ve bütünleşmenin mümkün olamayacağına karar veriyorum bir kere daha."

Adliyedeki işim bittikten sonra, orada yaşayan ve bu blog sayesinde tanıyıp çok sevdiğim Deniz ile buluşmuştuk. Suriçi bölgesinde güzel yemekler yemiş, ben birkaç Kürtçe kelime öğrenirken tarihi binaları gezmiş, Süryani şarapları içerek keyifli sohbetler etmiştik. Bir önceki gün bomba patlamamış gibi, herkesin sokaklarda olmasına, gündelik hayatlarını devam ettirmesine inanamamıştım. 

Karşıma çıkan herkesle sohbet etmeye çalışmış, ne düşündüklerini, ne hissettiklerini sormuştum. 

"Biz alıştık. Az sonra burada bomba patlayabilecek olması fikri bizim gündelik hayatımızın bir parçası" demişlerdi. İçim parçalanmıştı, bunları olağan karşılayacak kadar çok şey yaşamış oldukları için... 

Aradan aylar geçti ve İstanbul'da tam aksine bir yaklaşımla karşı karşıyayız. Burada yaşayanlar, bu tip korkunç olayların hep "uzakta bir yerlerde" olmasına alışmışlar ki, bir anda inanılmaz bir korku hakim oluverdi şehre.

Olup bitenleri göz önünde bulundurunca, haksız olduklarını söyleyemem tabii ki, ama böylesinde bir korku ve panik içinde yaşayacağımız günlerin fikri de açıkçası beni en az bomba kadar çok korkutuyor.

Şimdi koltuğumda uzanmış, sokağın sessizliğine inanamazken düşünüyorum ve kesinlikle karar veremiyorum: Alışmak mı daha kötü, yoksa böylesine korkup bütün hayat düzenini değiştirmek mi? 



Bu haftasonu annem ve Ayşegül, İstanbul'a bana misafirliğe gelecekleri için, daha geçen hafta Alaçatı'da Sailors Meydanı'nda oturmuş kahvemi içerken, onların geleceği cuma akşamı için 1924Rejans'a rezervasyon yaptırmıştım. Çünkü bütün masalar dolu oluyordu ve son birkaç gün kala yer bulmak pek mümkün değildi. 

Cuma akşamı bomba uyarısı mesajları yağarken, onları arayıp, "20:00'de Rejans'ta rezervasyonumuz var. Taksim'e çıkmak konusunda kaygınız varsa başka bir yere de gidebiliriz." demiştim. 

"Yok canım." cevabını aldığım için, evde buluştuk, keyifle süslenip Taksim'e çıktık. Restoran cuma akşamı olmasına rağmen, açıldığından beri olmadığı kadar boştu. 




Biz keyifle müziğimizi dinledik, havyarlı somonlu krepler, peleniler ve piroşkilerle karnımızı doyurduk. Sevgili Cenk'in elinden leziz kokteyllerimizi yudumlarken,  kahkahalar atarak ve çok kulaklar çınlatarak oldukça keyifli bir akşam geçirdik. Gecenin kapanışını da, masada kokteyl sevmeyenlerin bile aklını başından alan, içinde kuru gül goncalarının yüzdüğü prosseco'lu kokteyl Heartbreaker ile yaptık.



Cumartesi sabahı uyandığımız gibi, Beşiktaş Pazarı'nın yolunu tuttuk. Gözlemelerle karnımızı doyurduktan sonra, tam tezgahları kurcalamaya başlamışken ve cep telefonlarımız çantalarımızın derinliklerinde duruyorken, tezgahların başında haber kulaktan kulağa yayıldı: Taksim'de bomba patlamıştı. Rumeli Caddesi'nde de bir bomba patladığı konusunda bir söylenti yayılıyordu. İçimizi derin bir hüzün kapladı.

Öğleden sonra, korkarak evde oturmanın kimseye bir faydası olmadığına karar vererek, güzelce giyindik ve Nişantaşı'na çıktık. 

Yaklaşık altı yıldır bu civarda oturuyorum. Çok absürd saatlerde sokaklarında yürüdüm. Uzun bayramlarda herkes tatile çıktığında semtin en boş hallerine şahit oldum. Ama gerçekten Nişantaşı'nı hiç bu kadar boş görmemiştim. 



Cumartesi günü öğleden sonra olmasına rağmen, sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş veya şehir terk edilmişçesine boştu. Koskoca Beymen'de bizden başka tek bir müşteri yoktu, çalışanların yaptığı telefon konuşmalarından anladığımız üzere, diğer şubelerde de durum hiç de farklı değildi. Zara'da şapkalar takıp, mağazanın içindeki aynaların önünde canımızın istediği saçmalıkları yapabiliyorduk, çünkü etrafta yadırgayacak kimsecikler yoktu.



Alışverişimizi tamamladıktan sonra, olağan bir cumartesi yer bulmanın imkansız olduğu Beymen Brasserie'de oturduk. İstediğimiz her yerde oturabilirdik, çünkü ilk defa boş masa sayısı, dolu masa sayısından fazlaydı. 

Roma'daki Pompi ile kapışabilir lezzetteki tiramisu'yu iştahla kaşıklarken, inanamayarak sokağı izliyordum. 



Efendi'ye gittiğimizde bomboş bir bar bizi karşıladı. Bu bomboş akşamda gelen müşterileri mutlu etmek yerine, alt katın gece açılacağını, şimdi inemeyeceğimizi söyledikleri için, orada da oturmaktan vazgeçtik. (Ki son gidişlerimde kokteyller de hiç de başlardaki kadar iddialı değildi. Bir de bu tavırla beni tamamen kaybettiler.)

Bu yüzden eve gelip bir şişe şarap açarak, çok sevdiğim filmlerden biri olan "Serseri Mayınlar"ı izledik. Kahkahalar atarak, hüzünlenerek, İtalya'yı özleyerek, filmdeki bazı cümleleri aklımıza kazımak için tekrar ederek, şehirde olup biten her şeyi unutarak... 

"En nihayetinde hayat.. Bazen ölümü soğuk bir namlu ucundan dilerken, pasta yiyerek ölebilme mutluluğudur."

Şimdi sokağın sessizliğini dinlerken, alışmanın mı yoksa, korkmanın mı daha kötü olduğuna karar veremezken, çok içten biçimde tedbirli olmakla korkmayı ve yas tutmakla umutsuz olmayı karıştırmamanızı diliyorum. Çünkü zor günler yaşıyor olsak da, hala hayattayız ve her zaman her koşulda keyif alınabilecek bir şeyler hep var.

Kitaplara, filmlere, sevdiğiniz insanlara sarılarak, umutla kalın!

Dip Not: Başlık, Ferzan Özpetek'in Sen Benim Hayatımsın kitabından. Kitaptan da en kısa zamanda bahsedeceğim. 


14 Mart 2016

Life is either a great adventure or nothing.*

Perşembe akşamı, şehrimize yeni ithal bir İngiliz ile Ece Aksoy 9’da leziz mezeleri ve güzel bir şarabı yuvarladıktan ve ona nerede iyi yemek yiyebileceğini öğrettikten sonra, İstanbul’da son zamanlarda en sevdiğim kokteyl adresi olan Rejans’ın yolunu tutuyoruz.

Ben ona İstanbul hakkında tavsiyeler verirken ve ikimiz birlikte Arapça ile Türkçe’deki ortak kelimeleri tespit etmeye çalışırken, ben tatmak için onun kokteyline de elimi uzatıyorum. Benim her hamlemde, gülerek bardağını benden uzaklaştırıyor. “Her istediğini almaya çok alışmışsın değil mi?” 

“Evet. Ama şu anda konumuz benim bütün istediklerim değil. Yalnızca kokteylini tatmak istiyorum.” diye söyleniyorum. Gülüyor, “Kibarca sorduğun sürece, her şeyi alabilirsin.” 

Bu sefer ben de ağdalı ve abartılı cümlelerle, sipariş verdiği her kokteyli tatmak için izin istiyorum. Önce gülüyor, “Ben şurada seni eğitmeye çalışıyorum, sen şımarıklık yapıyorsun.” diye takılıyor. Bunun üzerine, bana ingiliz aksanı ile telaffuz etmeyi öğrettiği bir kaç kelimeyi ardı ardına ve ağır vurgularla anlamsız biçimde ardı ardına dizip "Ne kadar iyi eğitiliyorum, bak." diyerek şımarıklığımı sürdürüyorum.

Pes ederek, kokteyl bardağını bana uzatırken, daha ciddi biçimde sorusunu yineliyor: "Aklında bir şey varsa "hayır"ı bir cevap olarak kabul etmiyorsun değil mi? Bir şeyi istiyorsan, yapıyorsun."

Aklıma önce Oscar Wilde'ın sözü geliyor: "There are only two tragedies in life: one is not getting what one wants, and the other is getting it." 

Tam itiraz edecekken, bu tespiti son zamanlarda ne kadar sık duyduğumu fark ediyorum.  Aklıma Napa'dan, elimde şampanya şişesi ile bir şatonun bahçesinde oturduğum bir pazartesi gününden bir kaç dakikalık sahne geliyor. Bu tespitin ne kadar doğru olduğunun kanıtı bir an. Ve anlattığında anlamını kaybedecek, ancak yaşayanın anlayabileceği anlardan biri. Bu yüzden karşımdaki açıklama bekleyen bakışlarını yüzüme dikmişken, "Sanırım haklısın." diyip uzattığı bardağı alıp kokteylini tadıyorum. 

Sabahın köründe üzerimde geceden kalma elbisemle önce havalimanına, sonra İzmir'e giderken bu konuyu düşünüyorum. Gerçekten istediklerim konusunda çok baskın bir karakter miyim, diye sorguluyorum kendimi.



"Nasıl bir hayat istiyorum? Hayatımda olmazsa olmazlarım neler?" diye düşünüyorum önce. O sırada farkına varıyorum ki, istediğim şeyler çok maddi ve bir kere yapıp / alıp bitecek şeyler değil. Daha çok süreçlere ilişkin: Bol keşif, beni heyecanlandıran bir adam, keyif aldığım bir iş, sevdiğim insanlar, bana iyi gelen yazı yazmak, fotoğraf çekmek ve yoga yapmak gibi hobiler, seyahat etmek, kalıplara sıkıştırılmamış, kendi tercihlerimi yapmama imkan tanıyan bir hareket özgürlüğü sağlayacak bir hayat tarzı.

Hayatımda “dinamik ve değişken” bir şeyler olması gerekiyor, yoksa mutsuz oluyorum. Bu yüzden keşifler yapmadığım, yeni insanlar tanımadığım, seyahatlere çıkmadığım bir hayatın içinde olmak istemiyorum. 

Bununla aynı doğrultuda, bana yeni bakış açıları, hobiler, bilgiler veya kahkaha katan insanları taparcasına severken; beni sınırladığını düşündüğüm kişilere ve toplum kurallarına tahammül edemiyorum.

"Peki etrafımdaki sevdiğim insanlardan ne istiyorum?" diye düşünüyorum sonra. "Acaba rahatsız edici talepler ve beklentiler içine giriyor muyum?" diye sorguluyorum kendimi. 

Düşündüğüm zaman, genel olarak beklentimin ilgi, tutku, sevgi, birlikte güzel zaman geçirmek, benim keşiflerime eşlik etmeleri olduğu sonucuna varıyorum. Yatlar katlar da istemiyorum, ben çok mutsuzum bir adam çıksın benim hayatımı kurtarsın triplerinde de değilim. Beklentilerimin saçma sapan, yapılması olağanüstü zor veya insanları rahatsız edecek şeyler olmadığını fark etmek beni rahatlatıyor. 

Biraz daha düşününce fark ediyorum ki, yakın kız arkadaşlarım bu paylaşımlar konusunda inanılmaz vericiyken; hayatıma giren adamlara huysuzluk yapma sebebim genel olarak bir noktadan sonra bu paylaşımcılığı, birlikte keşfetme heyecanını kaybetmeleri, pasifleşmeleri...

Uçak iniş yaparken, kendi kendime bu düşünme seansımı sonlandırıyorum. Ben hayatımı keyifli hale getirmek için gerçekten enerji, çaba ve para harcıyorum. O gün "home-office" hakkımı olabilecek en keyifli çalışma ortamında geçirmek için sabahın köründe İzmir'e uçmam da bunun göstergesi. Araştırıyorum, kovalıyorum, planlıyorum, keşfediyorum ve bunları da mümkün olduğunca ve karşımdakinin alma kapasitesine göre hem hayatımdaki adamla, hem arkadaşlarımla paylaşmaya çalışıyorum. Birlikte keyifli zaman geçirdiğim kişilerin benimle paylaşım, etkileşim, iletişim içinde olmasını ve bana zaman ayırmasının çok temel bir istek olduğu ve bir zahmet bunu yapmaları gerektiği sonucuna varıyorum.




İzmir havalimanında annemle buluşup, arabamızı kiraladıktan sonra, kahvaltı için aldığımız boyozları yolda yiyoruz ve ilk istikametimiz Sığacık Pazarı. Öğlen yemek için çeşit çeşit otlar ve harika görünen enginarlardan alıyoruz. Sonra Teos'a, eve geliyoruz.





Bütün gün, denize karşı çalışıyorum. Güneş içimi ısıtırken, kuşlar etrafta cıvıldarken, deniz karşımda masmavi uzanırken, yeşilliklerin arasında çalışmak o kadar keyifli ki... Ofiste olabileceğinden çok daha verimli iş çıkartıyorum. 



Henüz yaz gelmediğinden, güneş etkisini kaybettikçe rüzgar kendini gösteriyor ve hava soğuyor. Artık içeri geçme zamanımın geldiğini anlıyorum. Kendime harika bir çalışma köşesi yaratıp, kalan işlerimi tamamlıyorum. Bir gün serbest çalışan bir insan olursam, zamanımın büyük bir kısmını böyle bir Ege kasabasında sakinlik içinde geçirmeye karar veriyorum.



Sonra telefonuma baktığımda "O zaman acaba birlikte bir yerlere mi seyahat etsek?" mesajını gördüğümde yüzüme bir gülümseme yayılıyor. "Neredeyse her zaman seyahate hazırım." diye cevaplıyorum. "O zaman önümüzdeki hafta?" cevabı saniye geçmeden geliyor. Gülüyorum, önümüzdeki hafta bana uymuyor; ama beklentilerimin karşılanmasının atla deve olmadığını görmek iyi geliyor.

Bazı isteklerim konusunda bu kadar netken ve karşılanmadığında yürüyüp gitmek konusunda oldukça azimliyken, bazı isteklerim konusunda bir türlü icraata geçemediğim yönünde kendime bir öz eleştiri yapıyorum. Hayatımdaki bütün güzelliklere rağmen, yapmayı isteyip de bir türlü istikrarlı biçimde sürdüremediğim şeyler, bir gün yapılmayı bekleyen değişiklikler, başlayıp da bir türlü devamını getiremediğim #dahaiyiben projem var. 

Kendime çok daha güzel bir hayat yaratmak için, bir liste ve zaman planlaması çıkarıyorum. Sonra da amazon ve idefix'te gezinerek bu konuda ilham ile gaz verebilecek kitaplar sipariş ediyorum.



Son zamanlardaki en keyifli ve verimli cuma günümü geçirmiş olmanın iç huzuruyla, oldukça erken bir saatte, oldukça derin bir uykunun kollarına kendimi teslim ediyorum.

Rastgele yaşayarak değil, düşünerek, sorgulayarak, istediğiniz hayatı yaratarak kalın!

Sen kendi dünyanı yaratırsın. Senin dünyan senden dışarı yansıyandır. (Osho)

Dip Not: Bu yazıyı uçakta yazmıştım. İndiğim zaman Ankara olayını öğrendim. Bu blogda bazı konulara girmekten özenle kaçınsam da, şu anda ne söylenen her sözün boş olduğunu bilsem de, tepkisiz ve yorumsuz geçmek istemedim. Umutla kalın!



07 Mart 2016

Kartalkaya - 101: Her havalı kayak pozunun ardında bir "Instagram husband" vardır.

Ocak ve şubat ayını, nispeten sakin, dengeli bir yoğunlukta ve makul uyku saatleri ile devirdikten sonra, kış bitti, sakinlik gitti.

Bu ay yine ajandamın sayfaları minicik karakterlerle yazılarak sıkıştırılmaya çalışılmış, hepsine birden yetişmem kesinlikle mümkün olmayan yapılacak işler ve katılınacak planlar ile tıka basa dolu. O yüzden blogu da ihmal etmiş oldum geçtiğimiz günlerde.

Bugün, kayak tatiline çıkma alışkanlığı olmayan, ama bir sebeple gaza gelip ve neyi nasıl yapacağını bilmeyenler için bir rehber hazırlamaya karar verdim. Kartalkaya'da hala kar varken, işinize yarayabilir...

Çünkü biz tam olarak bu durumdaydık ve Kartalkaya'da inanılmaz keyifli bir haftasonu geçirdik.



Bence büyük bir kayak tutkunuz olmasa bile, sezon tamamen bitmeden bir haftasonunuzu mutlaka Kartalkaya'da geçirin. Biz ilk gün  ayaklarımızda boardlarımızla karların üstünde yatarken, kahkahalar atarak yepyeni bir şey öğrenirken "Ne iyi yaptık da geldik. Yoksa muhtemelen şu anda Teşvikiye'de bir cafe'de oturmuş kahve içiyor olacaktık." sonucuna vardık. Üstelik bu tatil bize, İstanbul'da sokaklarda geçen bir haftasonundan çok daha keyifli zaman geçirtip, yeni şeyler öğrenme imkanı sunduğu kadar, çok daha da ucuza mal oldu.




"Kartalkaya'ya nasıl gidilir?" ile başlayalım. Çünkü bizim açımızdan tatilin en sallantılı kısmı burasıydı.

Son dakika Sino plana dahil olup, sabahın 4:00'ünde bizi toparlamasaydı, otel rezervasyonumuza İstanbul'dan sevgilerimizi yollamakla kalabilirdik. Araba her zaman en iyi seçenek elbette; ama sabahın köründe birkaç saat araba sürmeyi ve buzlu yolları göze alan birisi olduğu sürece... Onun dışında Turkcell Platinum üyelerine evden almalı bir servis hizmeti sunuyor, Radikal Tur her gün kesin çıkışlı otobüs ile ulaşım imkanı sağlıyor, bir de Akmerkez'in önünden kalkan shuttle'lar var.

Arabayla gidip dönüyorsanız, Bolu'da, İsmail'in Yeri'nde bir köfte molası vermeyi de atlamayın. 





Konaklama için başka bir oteli deneyimlemediğim için karşılaştırmalı bir bilgi veremem, yine de Grand Kartal'ı şiddetle tavsiye ederim.

Bu otele dair bilmeniz gereken kafa karıştırıcı tek şey, her odasının çift kişilik iki yataktan oluştuğu. Bu konuda kesinlikle açıklayıcı bir bilgi vermedikleri için, biz dört kişilik ekibimizle, sekiz kişilik odada kaldık. Her birimiz çift kişilik yataklarda sere serpe yatarak büyük bir sefa sürmüş olduk demem gerekirdi, ama herkes benim yatağımdaydı :))



İlk gün, ski pass ile geçilen alandaki cafe'de sucuk ekmekleri, sıcak şarapları keyifle götürürken, her siparişimizde bize oda numaramızı sorduklarında "7020" diye cevaplıyorduk. Bütün gün ne yiyip içtiysek, oda numaramızı "7020" olarak verdikten sonra, akşam odaya çıktığımızda bizim odalarımızın 7020 filan olmadığını 7022 ve 7023 olduğunu fark ettik. Dadadammm!

7020'de evli bir çift kalıyorsa ve kadın ola ki adamdan bir kaç saat ayrı kaldıysa, check-out sırasında "bu sucuk ekmekleri kiminle yedin, bu şarapları kiminle içtin?" biçiminde büyük bir aile faciasına sebep olmamak için, bu durumu düzeltmeye gittiğimizde öğrendik ki, aslında bunların hiç biri ekstra değilmiş.

"Her şey dahil" otellerde sürekli ekstralar çıkmasına o kadar alışmışız ki, buradaki her şey dahil kavramına inanamadık. Ben yalnızca sabah kahvaltısı dahil diye düşünürken, sabah, öğlen, akşam ve hatta beş çayı ve pasta börek ikramlı bir paket ile karşılaştım. Üstelik de "açık büfe" paketlerinde şimdiye kadar Adam & Eve hariç her yerde aç kalmış biri olarak, her seferinde gayet severek yiyeceğim bir şeyler buldum. Son gün kahvaltımızı ederken hepimiz aynı fikirdeydik,  "omlet ve taze portakal suyu"nun her şey dahil paketin kapsamında olduğunu daha önce görmemiştik.

Gün boyunca limitsiz sucuk ekmek ve limitsiz yerli alkolü de tabii ki atlamayacağım. Çünkü biz yemeklerden çok bunları tükettik. :))

İki gün boyunca canımız ne istediyse yiyip içtikten sonra, mutlaka bunların bir kısmının esktra olması gerektiğini düşünsek de, check-out sırasında kayak ve board kirası dışında hiç bir esktra ile karşılaşmadık.

Oteldeki tek hayal kırıklığını ben spa'da yaşadım. Son gün, artık kayma sayfasını kapatmış, sıcak çikolatamı içerek ısınmışken, yola çıkmadan önce, bütün ağrıyan kaslarımı jakuzide gevşetip keyif sürme hayaliyle, bikinimi giyip, jakuziye indim. Hayalim şöyle loş bir ortam, güzel müzikler ve sıcacık bir suydu. Karşılaştığım ise, havuza bağlı, haliyle soğuk ve klorlu bir su oldu.






Gelelim snow-board kısmına. Ben bu tatile giderken, snow-board öğrenmeyi kafaya koymuştum. Bu yüzden ilk gün kahvaltıda sonra, otelden kendimize bir board hocası ayarladık. Bir saatlik ders ile her şeyi çözdüm demem tabii ki çok iddialı olur, ama arka fren ile kaymayı öğrenmek için bir saatlik ders ve sonra düşe kalka, kahkaha atarak geçen bir gün yeterli. İki günün sonunda istediğim yöne gitmeyi becerebiliyor ve hızımı kontrol edebiliyordum. Üstelik çok da keyif aldım. Tek zor kısmı başlangıcı, yokuş aşağı board üzerinde ayağa kalkma kısmı. Neden pistte bolca board ile oturan insan olduğu da bunu kavradığımızda anlam kazandı. Çok uzun bacaklarınız varsa, bu da daha zorlaşıyor. Ama biraz yoga gibi denge çalışmalı uğraşılarınız ve minimal boyunuz varsa, ben garanti ediyorum ilk gün bir şeyler yapmaya başlıyorsunuz. :)



Bir de bence kayak tatiline sevgilinizle değil, eğlenceli arkadaşlarınızla çıkın. Çünkü biz sürekli kavga eden çiftlerin arasında dans eden çok keyifli bir grup olarak herkesten fazla keyif aldık orada. Hatta oteldeki her bir çalışan "Uzun zamandır burada gördüğümüz en eğlenceli misafirlersiniz." derken ve üç kızın arasındaki tek erkek Sino'nun "Çok şanslı adam" olduğunu düşünürken, tabii ki onun üç kadının instagram husband'ı olarak neler çektiğinden habersizlerdi. :)






Farklı bir şeyler deneyimleyerek, keyifli bir haftasonu geçirmek için sezonun en sonuna gelmiş olsak da Kartalkaya aklınızın bir kenarında bulunsun.

Merhaba ilkbahar!




Pinterest'im

Instagram'ım